Samimiyet tarafından yazılmış tüm yazılar

S O N S U Z Â L E M L E R

O Celle celaluhu ve celle şanuhu’, biri diğeriyle tam bir uyum içinde yedi Semâ yaratmış olandır.  Rahman’ın yaratmasında hiçbir çelişki göremezsin…
Ayet-i Kerime Meâli

Güneş’in içine 1 milyon 300 bin taneden fazla Dünya sığar. İçinde yer aldığı ve yolculuğuna devam ettiği Samanyolu Galaksisi’nde ise kendisinden çok daha büyüklerinin de olduğu milyarlarca yıldız mevcut.

Büyüklüklerini asla kavrayamayacağımız o her bir yıldız ile diğeri arasındaki mesafe o kadar çok ki, en hızlı hava taşıtlarından daha hızlı giden araçla birinden diğerine yolculuk yapsak, ömrümüzün biteceği ama o yolculuğun bitmeyeceği kadar.

Öyle ki; yüz yıllık bir ömürle hiç durmaksızın, saatte bin kilometre hızla giden bir araçla yolculuk yapsak, gidebileceğimiz en uzak mesafe bir milyar kilometre bile değildir… Oysa Güneş’e en yakın olan yıldızın uzaklığı 38 trilyon kilometre; Kutup yıldızının uzaklığı ise 428 trilyon km’dir.

Saatte bin kilometre hızla herhangi bir yere varılamayacağı için saniyede 300 bin kilometre kat eden ışık hızıyla Güneş’e sekiz dakikada, en yakın yıldıza yaklaşık dört yılda, Kutup yıldızına kırk beş yılda ve en uzak yıldızlardan birine ise ancak on binlerce yılda varılabilir.

Eni 20 bin, boyu 100 bin ışık yılı olduğu tahmin edilen Galaksi’mizde ise milyarlarca yıldız ve her bir yıldız ile diğeri arasında, ışığın bir yılda aldığı mesafeye göre birler ve binlerce yıllık mesafe mevcut.

En yakın galaksi ile arasındaki mesafe 2,5 milyon ışık yılı olan Samanyolu Galaksi’si gibi veya ondan çok daha büyük milyarlarca galaksi var Evren’imizde…

Milyarlarca galaksi içinde milyarlarca yıldız ve içinde milyarlarca yıldızı barındıran galaksilerden milyarlarcası ve bu da sayısız âlemlerden ve ‘O’nun ’Celle celaluhu ve celle şanuhu’ ‘OL’ emr-i sübhanisi ile kudret ve azametinin tecellilerinden sadece bir tanesi…

Sayısız âlemlerden bir tanesinin içindeki milyarlarca galaksiden birinde yolculuğuna devam eden milyarlarca yıldızdan sadece bir tanesinin çevresinde dönen küçük bir gezegenin üzerinde yaşamına devam eden bizler ise, ‘O’nun ’Celle celaluhu ve celle şanuhu’ ‘OL’ emr-i sübhanisi ile kudret ve azametinin tecellilerinden sadece bir tanesinin içinde bile bir zerre değiliz.

Okyanusta bir damla bile değil…

Sadece biz mi?

İçine 1 milyon 300 bin taneden fazla Dünya sığacak kadar büyük olan Güneş ve etrafında dönen gezegenlerin tamamı bile yaratılmış olanların içinde okyanusta bir damla sayılmaz.

“Fe’Sübhanellah..”

“La havle ve la kuvvete illa billah”

*     *     *     *     *

Birinci kat semâ ve içindekilerin tümü, ikinci kat semâ içinde çöldeki bir yüzük oranındadır; ikinci kat semâ ve içindekilerin tümü, üçüncü kat semâ içinde gene çöldeki bir yüzük gibidir… Yedi kat semânın her biri bir diğeri içinde çöldeki yüzük gibi kalır. Dünyanız ve yedi kat semâ, Kürsi’nin içinde çöle atılmış bir yüzük halkası kadardır. Kürsi de Arş’ın içinde gene çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir.

*     *     *

Arşın taşıyıcılarından bir melekten bahsetmem için bana izin verildi ki, onun kulağı ile omzu arasındaki mesafe kuş uçuşu ile yedi yüz yıllık bir mesafe kadardır.

*     *     *

Allah’a yakîn sahibi birtakım melekler var ki, onlar dünyanın ve insanın var oluşundan bile haberdar değillerdir.

*     *     *

Semâ gıcırdamaktadır! Ve gıcırdamak da hakkıdır!. Onda bir ayak basacak kadar yer yoktur ki, bunda secde ya da rukû halinde bir melek bulunmasın!

*     *     *

Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz semâ âlemine uruç buyurdukları zaman kale burçları gibi bir mevkide birbirinin yüzüne doğru, sıra ile birbiri ardından yürüyüp giden bir takım melâike görmüştü. “Bunlar nereye gidiyorlar?” diye Cebrâil ’Aleyhi’s-selam’’a sordu. Cebrâil ’Aleyhi’s-selam’: “Bilmiyorum. Ancak ben yaratıldığımdan beri bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tanesini bir daha görmem, dedi. Onlardan birine, ikisi birden: “Sen ne zaman yaratıldın?” diye sordular. O da: “Bilmiyorum. Ancak Cenab-ı Hakk her dört yüz bin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız yarattı, cevabını verdi.

*     *     *

Muhakkak ki Allah-u Teâlânın, kendisine Hızkıyaiyl denilen bir meleği ve onun da on sekiz bin kanadı vardır. Bir kanattan diğer kanada mesafe beş yüz yıl kadardır.

Hatırından: Arş’ın tamamını görebilir misin? diye geçti. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Hazretleri ona kanatları kadar ziyade etti. Böylece bir kanattan diğer kanada mesafe beş yüz yıl olmak üzere otuz altı bin kanadı oldu. Sonra Allah-u Teâlâ Hazretleri ona: “Ey Melek, uç” diye vahyetti. Bunun üzerine yirmi bin yıl kadar uçtu da Arş’ın kaimelerinden birinin başına ulaşamadı.

Sonra Allah-u Teâlâ Hazretleri, kanatlarını ve kuvvetini bir kat daha artırdı ve kendisine uçmasını emretti. Bunun üzerine otuz bin yıl kadar daha uçtu da yine vasıl olamadı.

Allah-u Teâlâ Hazretleri ona şöyle vahy etti: “Ey Melek! Eğer sen, kanatların ve kuvvetin ile Sur’un nefhine kadar dahi uçacak olsan, Arş’ımın kaimesine ulaşamazsın.” Bunun üzerine Melek: “Sûbhane Rabbiyel A’la” dedi. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri de: “Sebbi hisme Rabbikel A’la”yı inzal eyledi.”

*     *     *

ALLAH’ım!

Eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster! 

*     *     *

Ya Rabbi!

Sana olan hayretimi arttır!

*     *     *

ALLAH’ım!

Hoşnutsuzluğundan rızana; cezalandırmandan bağışlamana; Senden (ve Seni yanlış bilmekten yine) Sana sığınırım! Senin Kendine olan medh-ü senân gibi medh-ü senâ etmekten acizim. Ancak Sen Kendini hakkıyla medh-ü sena edersin.

Hadis-i Şerifler

*    *    *    *    *

İçinde sayısız gök cismini barındıran sayısız evrenler de dâhil olmak üzere her biri kendi başına birer âlem olan zerrelere kadar canlı ve cansız her bir varlığın sürekli olarak yenilenmesi ve yenilerinin varlık âlemine her daim çıkıvermesi,

O, her an yeni bir yaratış ve tecellidedir.
(Ayet-i Kerime Meâli)

âyet-i kerimesiyle beyan edilirken…

İman etmekten öte ne o büyüklük ve ihtişamı kavrayıp idrak edebiliriz ve ne de her biri kendi başına birer âlem olan küçüklük ve kusursuzluğu…

Anlayıp idrak etmemiz gereken ise: Sayısız âlemleri ‘yok’ tan ve bir ‘OL’ emriyle var eden Âlemlerin Rabbi ve Hâlıkı’nı tanımak ve O’na kulluk yapmak için yaratıldığımızdır ve’s-Selâm.

*     *     *     *     *

Asırlardır uğraşılması ve araştırılmasına rağmen halen kaçta kaçının anlaşıldığı dahi bilinmeyen Evren’imizde, kimi Güneş’ten küçük, kimi Güneş kadar ve kimi de içine milyondan fazla Güneş’in sığabileceği kadar büyük trilyonlarca yıldızın barındığı milyarlarca galaksinin olması; her bir yıldız ve galakside nice sır ve varlıkların bulunması ve hepsinin yaratılışının gayesi Âlemlerin Rabbi’ne kulluktan başka bir şey olmaması; sadece bir ‘OL’ emriyle var edilen bu âlem gibi sayısız âlemlerin yaratılmış olması ve bütün bunların Âlemlerin Rabbi’ne kolaydan da kolay gelmesi her ne kadar idrakimizin kat be kat üstünde ise de; sayısız âlemler içinde eşref-i mahlûk olarak var edildiğimizi ve bu şerefi de sadece kulluk ve şükürle muhafaza edebileceğimizi; aksi halde ise esfel-i sâfiline düşeceğimizi idrâk, idrâkimizin üstünde değildir…

Kur’an-ı Hakim ve Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz bildiriyorken…

 *     *     *     *     *

Bilinmeyi sevdim âlemi; bilmelerini sevdim Âdem’i meydana getirdim.

Ey ademoğlu!
Seni Kendim için, eşyayı da senin için var ettim. O halde, Kendim için var ettiğimi,
senin için var ettiğimin ayarına düşürme!
Kuds-i Hadisler

Ölçüsünce, Kâinatta bir zerre bile olmayan ve bir toz tanesinden binlerce kere küçük bir mikroba yenik düşecek kadar aciz olan bizleri, Kendisini tanıyıp sevmek ve Kendisine kulluk yapmak için var eden Âlemlerin Rabbi’ne sonsuz şükürler olsun, ezelden ebede kadar ve razı olduğu şekilde…

Ey işlerini mutlak adalet, rahmet ve hikmetle yürüten Yüce Rabbimiz! Kitab-ı Kerim’in ve Resul-i Ekrem’inle bildirdin ve bizler de lütuf ve ihsanınla bildik ve iman ettik Elhamdülillah; marifet ve muhabbetinin olmayıp taatinin yapılmadığı bir hayat ve dünyanın ind-i izzetinde zerre kadar bile değeri yoktur… İki dünyada da gerçek huzur, ancak ve sadece kulluğunla mümkündür. Bunun dışında, hiçbiri hariç olmamak üzere başka bütün yollar ve gidişatlar birer serap ve sonu haraptan başka bir şey değildir.

*     *     *     *     *

Ey Kendisine razı olduğu şekilde kulluk yapanların kalplerine huzur ve sekineti indiren; aksi yolda ve gidişat-ta ısrar edenleri ise manevi güzelliklerle yakîn halinden mahrum eden Allah’ım! İndinde bir sinek kanadı kadar bile değeri olmayan ve razı olmadığın her yönüyle rahmetinden mahrum kalan dünyanın zehirli bal hükmünde olan debdebesi, manevi kalbimizin günahlarla kirlenmesi oranında bizlere cazip ve çekici gelse de, razı olduğun işlere yönelmekle Sana rücu yoluna sülûk etmeyen kalbi katılaşmış kimseler gibi olmaktan…

Nasıl olduğu bizce meçhul olan “ruhundan üflediğin” andan beri Sana kavuşmayı arzulayan ruhumuzu seraplarla aldatmak ve dünya oyuncağı ile kandırmaktan; istemeyerek de olsa bu hale düştüğümüzde kendimizi doğru yolda olanlardan saymaktan…

Dünyevi meşgalelerin birinden diğerine, diğerinden ötekine koşturma tasası ve telâşesi içinde bir ömür değil bin ömür tüketse bile durmak bilmeyen; bin dünya eline geçse de doymak bilmeyen ve dahi bu halinden pişmanlık hissetmeyen nefs-i emmare ve bataklığından…

Kendisinden üstün ve eşref-i mahluk olarak yarattığın insanoğlunu, kin ve kıskançlığı sebebi ile doğru yoldan uzaklaştırmak isteyen şeytan-ı aleyhi’l-lane ve tuzaklarından…

Hiç beklemediğimiz an ve mekânda gelecek olan ölüm meleğine razı olmadığın halde yakalanmaktan bizleri muhafaza eyle Allah’ım!

Sonsuz lütfûn ve kereminle!

Amin!

*    *    *    *    *

Dünya hayatının misali gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla insan ve hayvanların yediği yeryüzü bitkileri gürleşip birbirine karışıverir.

Nihayet yeryüzü güzelliğini takınıp süslendiği ve sahipleri de onun üzerinde kudret sahibi olduklarını sandıkları bir sırada,  gece veya gündüz emrimiz ona gelir de, sanki dün yerinde yokmuş, hiç şenlenmemiş gibi kökünden biçilmiş bir hale getiriverir.

Düşünen bir topluluk için âyetlerimizi işte böyle açıklıyoruz.
Ayet-i Kerime Meâlleri

“Yolcu Yolunda Gerek”

ÂLEMLER HAYAL MİDİR
AYNA MIDIR

Mektubunuzda sormuşsunuz ki: “Âlimler şöyle dediler: Hakk Sübhanehû ve Teâlâ âleme ne dâhildir (âlemin ne içindedir), ne hariçtir (ne dışındadır); ne âleme bitişiktir, ne de ayrıdır. Bu bahsin tahkiki / açıklaması nedir?

Bunun cevabı şudur: İçinde, dışında olmak; bitişik ve ayrı olmak gibi mefhumlar var olan iki şey arasında söz konusu olur. Zira iki varlıktan biri diğer varlığa göre bu hallerden uzak kalamaz. Hâlbuki sualimizle ilgili bahiste iki mevcut yoktur ki bu haller tasavvur edilsin / söz konusu olsun. Çünkü Allah-u Teâlâ vardır ve O’ndan gayrı olan şu âlem vehim ve hayaldir. Sübhan Hakkın yaratması ve sanatıyla âlem için, vehmin ve hayalin kalkması ile kalkmayacak derecede sabitlik ve sağlamlık hâsıl olmuş; ebedî azabın ve nimetin muamelesi dahi ona bağlanmıştır. Ne var ki âlemin sabitliği (sübutu) his ve vehim mertebesindedir. Hissin ve vehmin dışında âlemin bir karar kılacağı bir mahal yoktur. Yüce Hakk’ın kudretinin kemâlindendir ki: Vehim mertebesinde olan bu âleme sabit kalması hususunda gerçek varlık hükmünü / vasfını vermiştir. Fakat biri mevcuttur (gerçekten vardır) diğeri ise vehimdir (vehim düzeyinde bir varlığa sahiptir ve o halde sabit kılınmıştır.)

Bakışların noksanlığından, onun görünüşteki sabitliğine aldanarak (sürekli var olduğunu görerek) ona var demek / var olduğuna hükmetmek bu hakikati değiştirmez.

Şu halde mevcut ile vehimden ibaret olan bu âlem arasında yukarıdaki nisbetlerden hiçbiri kalmamış olur. Bu husus da, “Gerçek varlık sahibi olan, vehmi varlığa sahip olanın ne içindedir, ne de dışındadır; ne ona bitişik, ne de ondan ayrıdır” şeklinde ifade edilmiştir. Zira orada sadece mevcut vardır; mevhum olanın ne ismi vardır ne de resmi…

Evet, böyle bir şey yoktur ki, onun için bir nisbet tasavvur edilsin.

Üstte anlatılan manayı bir misalle izaha çalışalım.

Bir nokta-i cevvaleyi (sürekli dönen bir noktayı) ele alalım. O, sür’atli çevrilişinden dolayı, daire suretinde / şeklinde vehmedilir. Hâlbuki orada, yalnız nokta mevcuttur. Daire şeklinin varlığı ise vehmin dışında söz konusu değildir.

Noktanın olduğu yerde, dairenin ne ismi ne de resmi (kendisi) vardır. Burada noktanın, dairenin içinde veya dışında olduğu söylenemez. Aynı şekilde aralarında bitişmek ve ayrı olmak ta tasavvur edilemez. Zira ortada (gerçek) bir daire yoktur (veya noktanın bulunduğu yerde daire söz konusu değildir) ki onun noktaya bitişik veya ayrı olduğundan söz edilebilsin.

Önce duvarı yapalım,
Sonra boyasını, nakşını…

Burada şöyle bir şey sorulabilir: “Sübhan Hakk, (Kur’an-ı Kerîm’de) âleme kurbiyetini (yakın olduğunu) ve onu ihâta ettiğini (kuşattığını) buyurdu. Bu durumda mevcudun mevhuma kurbiyet ve ihâtası nasıl olmaktadır? Zira mevcudun bulunduğu yerde mevhumun ismi ve resmi yoktur ki orada ihata eden ve ihata edilen tasavvur edilsin…

Bunun için şu cevabı verebiliriz: “Burada yakınlık ve ihata, bir cismin diğer cisme yakınlığı ve bir cismin diğer cismi ihatası gibi değildir. Elbet bunlar, keyfiyeti (nasıl olduğu) bilinmeyen ama var olduğu malum / kesin olan nisbetlerdendir. Yakınlığı ve ihatayı, o Sübhan Zat için sabit görüp her ikisine de inanırız. Lâkin onun keyfiyetini / nasıl olduğunu bilemeyiz.

Amma daha önce nefyettiğimiz dört durum böyle değildir. Onların keyfiyeti meçhul olduğu gibi varlığı hakkında da bir bilgimiz yoktur. Zira şeriat bunların sübutunu getirmedi (var olduklarını bildirmedi) ki, “onlar vardır ama keyfiyeti meçhuldür” diyelim.

Her ne kadar Hakk Sübhanehû ve Teâlâ hakkında keyfiyeti olmayan ihata ve yakınlık manası gibi keyfiyeti bilinmeyen bir şekilde bitişiklik isnadında bulunmaya cevaz vermek mümkün olsa bile, bitişmek (ittisal) lafzı, yakınlık ve ihata lafzı gibi şeriatte gelmeyince, ‘âleme bitişiktir’ dememiz uygun olmaz.

Şöyle demek caiz olur: “Kariptir ve muhittir.”

Ayrıdır, içindedir, dışındar lafızları da aynı şekilde bitişik olmak lafzı gibi varid olmadı / şeriat onları bildirmedi.

Üstte anlatılan misalde, nokta-i cevvale mevhum daireye yakındır, onu ihata etmiştir ve onunla beraberdir diyebilir olsak da; bütün bunların keyfiyeti meçhul olarak kalır. Zira nisbet (iki şey arasındaki durum) için iki şeyin var olması gerekir. Hâlbuki ortada nokta-i cevvaleden başka bir mevcut yoktur.

Aynı şekilde; bitişik olma, ayrı olma, içinde ya da dışında olma da keyfiyyeti meçhul bir şekilde tasavvur / kabul edilebilir; her ne kadar birbirine nisbet edilen iki şey yoksa da… Çünkü iki taraf arasındaki nisbetlerin belirlenebilmesi; mevcud olmaları ile mümkündür ve bu durumda söz konusu manalar, bilgimizin sınırları dâhilinde olmuş olur. Keyfiyeti / nasıllığı meçhul olan şey ise akıl sahasının haricindedir.

Burada iki şeyin var olduğuna hükmetmek, vehme dayalı bir hüküm olduğu için hakikati ifade etmez. Bu gibi hükümler, keyfiyeti bilinmeyen şeyleri bilinen şeylere kıyaslamaya dayandığı için geçerli olmaz.  Başka bir sözle “Gayb olanı, şahid olunana kıyas etmek, bâtıldır”.

Tenbih

“Âlem, vehim ve hayaldir” sözümüz; “âlem, vehim ve hayal mertebesinde vardır” anlamındadır (yok olduğu anlamında değil). Yani, kemâl sıfatlarla muttasıf olan Kadir Zat, kâmil san’atı ile vehim mertebesinde yarattığı bu âlemi,  vehim ve hayalin ortadan kalkmasıyla kaybolmayacak ve varlığını devam ettirmesine mani olmayacak biçimde / vasfı ile muhkem kıldığı için, vehim mertebesinde olması, onun varlıkta kalmasına bir kusur teşkil etmez.

Sofestaîler (felsefeciler) ise, akılları yetmediğinden, âlemin, harici gerçeklikten yoksun sırf vehim ve hayal olduğunu ileri sürmüşlerdir. Onlara göre âlemin sabitliği / devamlı var görünmesi vehim ve hayale bağlıdır ve vehim ve hayalin değişmesiyle âlem de değişmektedir. Meselâ, vehim, bir şeyi tatlı tasavvur ettiği zaman, o şey tatlıdır; aynı şeyi, bir başka zaman acı tasavvur ettiği zaman da, o şey acı olur.

Ancak bu hizlana / dalalete düşenler, Sübhan Hakk’ın yaratmasından ve san’atından yana gafil bulunmaktadırlar; hatta inkârdadırlar. Onlar âlemin haricî bir vücuda dayandığını ve haricî bir mevcuda bağlı bulunduğunu bilmemektedirler. Bu ahmaklıkla da, eşyanın muhkem kılınması ile alakalı olan haricî hükümleri reddetmek ve uhrevî ve daimî azabı ve sevabı dahi def etmek isterler. Hâlbuki Muhbir-i Sadık Resûlullah ‘sallalahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, onların hepsini haber vermiştir.

Bir âyet-i kerîme meali: «Bunlar şeytan fırkasıdır. Dikkat edin; şeytan fırkası, hüsrana düşenlerin ta kendileridir.» (58/19)

Burada şöyle bir soru çıkabilir: “Madem ki vehim ve hayal mertebesinde de olsa âlem için sebat ve istikrar sabit kılınmış; onun hakkında ebedî olan nimet ve azap dahi sabit olmuş olunca, kendisi için mevcut / varlık lafzının kullanılması neden caiz olmuyor? Nitekim kelâm âlimlerine göre sübut ve mevcut lafızları aynı anlama gelmektedir.

Bunun için su cevabı veririm: “Bu taife-i aliyye katında, şeylerin en şereflisi, en keremlisi ve en azizi vücuddur / varlıktır. Bilirler ki: Her hayrın mebdei (başlangıcı) ve her kemâlin menşei (kaynağı) o vücuddur. Böyle nefis bir cevheri, Sübhan Hakkın gayrısına / masivasına caiz görmezler. O masiva ki, baştan ayağa, şer ve noksandır. Dolayısı ile en şerefli şeyin, en düşük şeye verilmesine razı olmazlar.

* * *

Mevhum daireye dönersek, her ne kadar hariçte sabit bir gerçekliği olmasa ve hariçte mevcut olan yalnızca nokta-i cevvale olsa da, varlığı hariçte var olan noktaya dayandığı için, onun için de -vehmi de olsa- harici bir vücud var kabul edilmektedir.

Bu durumda, daire için, “Noktanın peçesidir” demek yerinde olur. “Noktanın müşahedesine bir aynadır” da denilebilir. Noktaya delil olup ona ulaştırır…” sözü de doğru olur.

Peçe tabiri avam insanlara göredir. Şuhud ve zuhur aynası tabiri, velayet makamına münasiptir; şuhudî imana uygundur. Delil ve hidayet edici tabiri ise nübüvvet kemâlatı mertebesine münasiptir ve şuhûdi imandan üstün olan gaybi imana uygundur.

* * *

Bu itibarla bütün âlemler, şanı yüce olan ilahi isimlerin ve sıfatların zuhur (görünme) yeri olmuşlardır. O’nun şuunatının ve kemâlatının görülme yerleridir, yani: Aynaları…

O Sübhan Zat, kemâlatını (“gizli hazineyi”) saklı durumdan açığa çıkarmak, onları icmalden tafsile dökmek diledi de mahlukatı yarattı. Kendisine alâmet, isimlerine ve sıfatlarına ayna olmak üzere… Yani âlemlerin ve mahlukların her biri, O’nun varlık ve bir’liğini gösteren birer âlamet; isimlerinin ve sıfatlarının yüceliğine birer ayna gibidir.

Âlemlerin isimlere ve sıfatlara görünme yeri yani ayna olması demek, isimlerin ve sıfatların sûretlerine, gölgelerine ayna olması demektir. Âlem, isimlerin ve sıfatların kendilerine ayna değildir. Çünkü isim de, ismin sâhibi gibi; sıfat da, sıfatın sâhibi gibi hiçbir aynada görülemez.

Zât-ı ilâhînin ise bu âlemle hiçbir bağlılığı, benzerliği yoktur.

Bu bahsin de tahkiki ve daha iyi anlaşılması için bir misal:

Derin bilgili mütefennin bir kimse, saklı kemalâtını, kıymetli bilgilerini meydana çıkarmak ve onları zuhur meydanında göstermek, sergilemek ister. Bunun üzerine harfler ve sesler keşfeder. Ta ki; bu harf ve ses perdesinde kemalâtı cevelân etsin, dönüp dursun.

Bu harflerin ve seslerin, anlatılan bilgi ve manalarla hiçbir benzerliği ve beraberliği yoktur. Yalnız onların aynası gibidirler. O kıymetli bilgiler, bunlarla meydana çıkmaktadır. Bu harfler ve sesler, bu manaların kendileridir demek yanlıştır. Manalar, saflıkları üzere kalmış, hiç değişikliğe uğramamıştır. Fakat bu manalar ile harf ve sesler arasında, göstermek ve gösterilmek, anlatmak ve anlatılmak bakımından bir bağlılık vardır. Hakîkatte ise hiçbir benzerlik yoktur.

***

Âlemler (yaratılmış olan her şey), yaratılmadan önce suretler halinde ilm-i ilahide mevcud idi. Her bir varlığın veya herhangi bir şeyin ilm-i ilahideki bu haline âyân-ı sabite denir: Sâbit âynler.

Âyân, bir şeyin özü, esası, mahiyeti, hakikati, zatı manalarına gelen âyn kelimesinin çoğuludur. Sâbit âynler ise sabit hakikatler, ilm-i ilahideki sabit, değişmez hakikatler manasına gelir.

Bilâ teşbih velâ temsil (Cenab-ı Hakk’ın Zatını hiçbir şeye benzetmemekle bereber), sanki, marangoz tarafından yapılacak olan bir masanın, zihnindeki hali… Masanın zihindeki hali, onun mahiyeti, özü, ayn’ı demek olur…

Bu itibarla, var olan veya henüz var edilmemiş bir şeyin ilm-i ilahideki aslına veya vücud-u ilmisine o şeyin âyân-ı sabitesi denir.

Mahlûkların hakikatleri olan bu âyân-ı sâbiteler, vücûd kemâllerinin zılleri (esmâ ve sıfat tecellilerinin suretleri, gölgeleri)  ile bütün kötülük ve kusurların kaynağı olan yokluklardır (yokluk aynalarıdır). Yani mahlûkların hakikatleri, bütün şerler ve noksanlıkların başlangıcı, kaynağı olan yokluklardır ki, onlara o kemâlatlar aksetmiştir.

(Esmâ ve sıfat tecellilerinin gölgelerine ayna olan ‘yokluk’, zatî sıfatlardan olan Vücud yani ‘varlık’ın ilm-i ilâhîdeki zıttıdır. Bütün şerler ve noksanlıkların çıkış yeridir; kaynağıdır. Yokluk nasıl ki her kötülüğün, şerrin, fesadın kaynağı ise varlık da her hayrın, iyilik ve güzelliğin kaynağıdır.)

Her dilediğine gücü yeten Allah-u Teâlâ, bu yoklukları (ademleri), bütün lüzûmlu şeyleri ile ve ilm-i ilâhîde, bu ademlere yansıyan vücûd kemâllerinin gölgeleri ile birlikte mahlukların asılları, ayn’ları yapmıştır.

İlm-i ilâhîde, şerrin ve fesadın her biri diğerinden ayrıdır. İlm-i ilâhîde, her bir kemâl ve her bir hayr  da ayrı ayrıdır. Birbirlerinden ayrılmış olan her bir kemâl ve her bir hayr karşılarında bulunan herbir şerrin (yokluk aynasının) üzerine aks etmiş (yansımış), birbirleri ile kaynaşmıştır. Böylece, her biri şer ve fesat olan ademler, kendileri ile birleşmiş olan kemâller ile birlikte, mahlûkların asılları olmuşturlar. Böyle olmakla beraber, ademler asıl ve öz gibidir; kemâller ise, onlara giydirilmiş suretler gibidir.

Mahlûkların hakikatleri, özleri, ademler olduğu ve vücûd kemâllerinin gölgeleri bu ademleri aks yoluyla süslemiş bulunduğu için, mümkinlerin hakikatleri her kötülüğün, bozukluğun kaynağı; her çirkinliğin, kusûrun, inadın yeri olmuş; mümkinlerde yerleşmiş olan her iyilik, her kemâl ise asıl vücûddan ödünç olarak gelmiştir.

Mümkinatın eksik ve kötü sıfatları, yoklukların gereği olup Allah-u Teâlâ’nın yaratması ile var olmuşlardır. Bunlarda bulunan kemâl sıfatları dahi Hazret-i Vücud’un kemalât gölgelerinden gelen emanetlerdir ki aksetme yolu ile zahir olmuşlar ve her şeye kâdir olan Cenâb-ı Hakk’ın icadı ile var olmuşlardır.

Hayırdan sana ne isabet ederse Allah’tandır;
şerden sana ne isabet ederse, nefsindendir.
Nisa Suresi: 79

ayet-i kerimesi bu manaya şahittir.

***

Her şey zıddı ile açığa çıkar. (Siyah nokta beyaz üzerinde belli olur.) Doğal olarak, varlığın en mükemmel biçimde ortaya çıkışı sırf yokluk aynasındadır. Yokluk varlığa ayna olur; tam yokluk da tam varlığa ayna olur.

Sübhânallah!

Her kötülüğün, eksikliğin yuvası olan yokluk, vücûd hazretinin kendisinde görülmesiyle bir güzellik kazanmış, kimsenin elde edemediğine nail olmuş; bizatihi çirkin olan, dolaylı güzellik vasıtası ile güzelleşmiştir.

Bizzat şerre meyilli olan insanın kötülüğe yatkın nefsi bütün bunlar içinde yokluğa en uygun olandır. Ademe/yokluğa her şeyden daha çok yakındır. Bunun için, (manevi yolculuk ile) tam tecelliye her şeyden daha çok kavuşmaktadır. Bu nedenle de özel tecellide hepsinin üstüne çıkmış, yükseliş ve hususiyette hepsini geçmiştir.

Mektubat-ı Rabbani

YÜZ BİNLERCE

Varlığın aynası yokluktur!

Varlık, yoklukta görünebilir ancak (beyazın siyahta görünmesi gibi).

Zenginler yoksula cömertlik edebilirler.

Ekmeğin saf aynası ise açlık…

Bir yerde yokluk ve noksanlık oldu mu, bu, bütün sanatların güzelliğine ve görünmesine aynadır.

Kumaş, biçilmiş ve dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?

Hasta kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür olabilir?…

Noksanlar, kemâl vasfının aynasıdır.

***

Kim, kendi noksanını görüp anlarsa, yedeğinde dokuz at olduğu halde nefsin terbiyesi yolunda ilerler. Kendisini kâmil sanan, yüceliğin sahibi ALLAH’ın yolunda uçamaz. Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.

İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım, üstünüm” demesiydi. Mel’un olması günaha düşmekten değil üstünlük davasından idi.  Bu sebeple tövbe edemedi…

Boğaz ve tenasül hırsı da kötüdür ama üstünlük davasına nispetle acizlik kalır.

Şeytanlık, lügatte üstün olma, baş olma hırsıdır ki lânete müstahaktır.

Bu hastalık her mahlukta vardır. Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse ve gösterse bile sen onu, altında kir, çamur olan sâf su gibi bil! İmtihan kastıyla onu bir karıştırsan, hemen su bulanır, çamur rengini alır.

***

Hazreti Osman ‘aleyhimü’r-rıdvan’’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazar; vahyin ışığı kendisine vurunca, gönlüne bazı hikmet ve marifetler doğardı. Hazreti Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ de, onun içine doğanları aynen söylerdi.

O münasebetsiz, bundan o kadar sapıttı ki: “ALLAH’tan nûr alan Peygamber ne söylüyorsa, o şey benim de gönlüme doğmakta” demeye başladı. ALLAH’ın kahrı gelip çattı. Hem kâtiplikten çıktı, hem de Din’den… Kinlenip Hazreti Mustafa’ya ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ ve Din’e düşman oldu.

Hazreti Mustafa ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ “Ey inatçı …! Hani nûr sendendi? Niçin şimdi kapkara kesildin? Eğer İlahî menba ve kaynak olsaydın böyle bir küfür suyu (kin ve düşmanlık) fışkırtmaz, akıtmazdın.” dedi.

Şunun, bunun yanında namus ve haysiyeti bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı. Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu fakat şaşılacak şey ki tövbe de edemiyordu. Kibir ve küfür, o yolu, o kadar bağlamıştı ki, açıkça ah bile edemedi!

ALLAH, “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmış, indiremezler (boyun büküklükleri yoktur)” dedi. “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu.

Bu zincir ve manialar, dışımızda, haricimizde değildir; fakat bu hale uğrayan, önündeki ve ardındaki o mâniaları, perdeleri göremez olur.

Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme, benlik davası gütme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.

“Melek bile yok olmadıkça şeytandır.” 

Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye köle olayım. 

Gafil, kendini iyi ve üstün gördüğünden iblise ve ona uyanlara güler. Fakat ruh kürkünü ters giyer, içindekini dışarı vurursa din ehli görünen nice kimseler ah-u vahlar, feryatlar etmeye başlar.

Ey ayıpları örten ALLAH’ım! Perdemizi kaldırma; imtihan zamanında bize yardım eyle!

Amin!

Geceleyin sahte altın, hakiki altınla yan yanadır. Halis altın ise gündüzü bekler ve hal diliyle der ki: “Hele bir dur. Herkesin meydana çıkacağı gün(!) bir gelsin!”

Mel’un iblis, yüz binlerce yıl müminlerin, melaikenin beyiydi. Tâât ve ibadâtına mağrur olup Âdem ‘aleyhi’s-selam’ ile pençeleşti; kuşluk vakti kokmaya başlayan gübre gibi güneş üstüne vurunca, içinde gizli olan açığa çıktı.

“…Zaten kafirlerden İDİ.(2/34)” âyetini bir daha oku!

Dünya halkı, zamanın İsa’sına oldukları gibi Bâûr oğlu Bel’am’ın emrine de âmade idi. Ondan başkasının karşısında hürmetle eğilmezlerdi. Çünkü afsunu, okuyup üflemesi, hastalara şifa idi. (İçin için) kendisini beğendiği, büyük gördüğü için Musa ‘aleyhi’s-selam’ ile pençeleşmeye kalkıştı. Sonra hali, duyduğun gibi oldu (7/176. âyet).

Dünyada (hemen her devirde) yüz binlerce iblis ve bel’am vardır; gizli-açık hep bu hale düşmüşlerdir. ALLAH, diğerlerine misal olsun diye bu ikisini meşhur etti; bu ikisini darağacına çekti; ibret olsun diye yükseltti. Yoksa, Onun kahrına uğrayanlar sayılamayacak kadar çoktur!

Farz edelim ki, nazeninsin, nazlısın; ALLAH katında belli bir derecen var. ALLAH aşkına, haddini aşma! Eğer kendinden daha nazenin, ALLAH indinde senden daha makbul ve faziletli birine çatarsan, (bu halin) seni yerin yedi kat dibine kadar götürür (de bir şey anlayamazsın).

Aslan mânasına gelen ‘şîr’ kelimesi, süt manasına gelen ‘şîr’ kelimesi ile görünüşte aynıdır. İşte bütün âlem bu sebepten yol azıttılar.

Azıttılar da ALLAH’ın seçkin kullarından az kişi haberdar oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.”

Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi fakat birinden zehir hâsıl oldu, ötekinden bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti de birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var; aralarında ise yetmiş yıllık fark…

“Biri yer, ondan pislik çıkar; diğeri yer, kâmilen ALLAH nuru olur. Bu yer, ondan tamamı ile kin ve haset zuhur eder; o yer, ondan tamamı ile ALLAH’ın nuru husule gelir.”

(Nefsine esir olanlarda görülen büyüklenme ve üstünlük davası gütme, nefsinden azad olanlarda ki vakar ve kararlılığa zahiren benzese de özdeki karşılığı zulmet ile nurdur. Birinin sebebi  nefse esarettir, zulmettir; diğerinin ki ise lütuftur, inayettir, rahmettir. Biri zulmet yayar, diğeri nur.) 

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir; acı su da, tatlı su da berraktır.

Bülbül de öter, bülbülleri tuzağa çekmek isteyen avcı da…

***

Âd ve Semud kavminin hikâyeleri ne için söylenip duruyor (zannediyorsun)? Peygamberlerin nazik ve nazenin olduklarını bilmen için! Yere batma, başlarına taş yağma, bir sesle canlarının alınışı… hep bu vakalar, peygamberlerin ve o tertemiz nefislerin izz-ü şereflerini (ve onlarla cedelleşen, pençeleşenlerin ne hale düştüğünü) bildirmek içindir.

* * *

Dünya halkının günah ve fıskı, Hârut ve Mârût’a malum olunca, hiddetlerinden ellerini ısırıyorlar fakat gözleriyle kendi ayıplarını görmüyorlardı. Bir çirkinin, aynada kendisini görünce yüzünü çevirmesi, (aynaya) kızması gibi!…

Kendisini gören ve kendisini beğenen, birisinde bir suç gördü mü, içinde cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. O, bu kibre, kendini üstün görmeye Din gayreti adını takar; kendi nefsinin ne halde olduğunu görmez. Halbuki Din gayretinin asıl alâmeti odur ki; o gayret ateşinden (şefkat, merhamet ve muhabbetten) bütün bir dünya yeşerir, hayat bulur.

ALLAH; Hârût’la Mârût’a “Eğer siz, nurlanmış masumsanız, aldanmış, ziyankâr suçluları görmeyin”; Meleklere de, “Ey gökyüzünün askerleri, şükredin ki şehvetten kurtulmuşsunuz. Eğer size de şehvet versem, artık gök sizi kabul etmez. Sizdeki mâsumluğu kendinizden bilmeyin! Kendinize gelin… Mel’un şeytan, size galip gelmesin” dedi.

Mesnevi-i Şerif

***

KASAS SÛRESİ / 76-83

Muhakkak ki Karun, Musa’nın kavminden idi de onlara haddi aşıp zulm etti…

Ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları kuvvet sahibi bir topluluğa ağır gelirdi…

Hani kavmi ona dedi ki: “Şımarıp sevinme, muhakkak ki ALLAH şımarıp taşkınlık gösterenleri sevmez”. “ALLAH’ın sana verdiklerinde Ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma!… ALLAH sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et!… Arz’da fesad isteme… Muhakkak ki ALLAH ifsad edenleri sevmez!”.

Dedi ki: “O bana ancak indimdeki bir ilim üzere (bilgim ve becerim sebebi ile) verilmiştir”…

Bilmedi ki, ALLAH ondan önce kuvvetçe ondan daha şiddetli ve cem’iyyetçe daha kesretli nice nesiller helâk etmiştir…

Mücrimler, günahlarından sual edilmez.

Ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı.

Dünya hayatını dileyenler dedi ki:Keşke Karun’a verilenin misli bizim de olsaydı. Muhakkak ki o azîm bir hazz (nasib) sahibidir”.

Kendilerine ilim verilenler ise dedi ki: “Veyl olsun size!.. Îman edip salih amel yapana, ALLAH’ın mükâfatı daha hayırlıdır… Ona da ancak sabredenler kavuşturulur!”.

Nihayet onu da onun yurdunu da Arz’a geçirdik… ALLAH’ın gayrından ona yardım edecek bir topluluğu yoktu… o yardım edicilerden (de) değildi.

Dün onun mekânını temenni edenler şöyle diyerek sabahladı: “Vay, demek ki ALLAH, kullarından dilediğine rızkı genişletip yaymakta ve kısıp daraltmaktadır… Eğer ALLAH bize menn etmeseydi (lutfedip nimetlendirmeseydi) elbette bizi de hasfederdi (yere geçirirdi)… Vay, demek ki kâfirler iflah olmaz (felah bulamaz)!”.

İşte Ahiret yurdu!

Onu, Arz’da üstünlük ve fesad dilemeyenlere veririz. Âkibet (ALLAH’ın azabından sakınan) muttekîlerindir!.

Ayet-i Kerime Mealleri

 …

Hüsrana uğrayan kavimden başkası ALLAH’ın mekri’nden emin olmaz. (7/99)

Ayet-i Kerime Meali

TERAZİ

Şuayb “aleyhisselam” zamanında biri; “ALLAH, benim birçok günahımı gördüğü ve bildiği halde lûtuf ve keremi ile beni cezalandırmıyor” diyordu.

Hakk Teâlâ ona cevap olarak, gayb yolu ile Şuayb’ın kulağına buyurdu ki:

Ben bu kadar günah işledim de ALLAH keremi ile beni sorumlu tutmadı; cezalandırmadı, diyorsun. Ey doğru yolu bırakıp da çöllere düşmüş kişi! Tam tersini söylüyorsun.

Kaç kez cezalandırdım seni, haberin yok! Baştanbaşa bağlısın; ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmışsın. Duygularının, nefsanî isteklerinin esiri olmuşsun, farkında değilsin.

A kara kazan! İsin, pasın kat kat; için, yüzün berbat! Gönlünde is üstüne is, kurum üstüne kurum. Bu is ve kurum o derecede ki, nihayet gönlün, bütün (İlahî) sırlara karşı kör olmuş.

Eğer o is ve kurum, yeni bir kazana bir arpa tanesi kadar bile değse, izi, eseri apaçık görünürdü. Çünkü her şey zıttı ile görünür olur. Beyaz üstünde siyah gibi…

Kazan kapkara kesilince, isin ondaki etkisini, üzerine çaldığı kara lekeyi çabucak kim görebilir?

Demirci zenci olursa, duman onun yüzünde bir iz bırakmaz. Fakat beyaz tenli biri olursa, dumanın tesiri ile yüzü kararır. O da günahın tesirini çabucak anlar da; ‘Ya Rabbî!’ diye inlemeye başlar.

Günahta ısrar edip kötülüğü meslek haline getirince basiretini bağlamış, gönül gözüne toprak doldurmuş olur. Günahı görmez, vicdan azabını da hissetmez olur.

Tövbe etmeyi hatırına bile getirmez. Günah onun gönlüne tatlı gelir. Derken, dinden îmândan olur.

O pişman oluş ve nedametle ‘Ya Rabbî!’ deyiş ondan zâil olur; gönül aynasına beş kat pas (zulmet) oturur.

Onun demir kalbini, kaskatı olan kalbini paslar yemeye ve îmân cevherini zulmetler eksiltmeye koyulur.

Beyaz bir kâğıt üzerine yazı yazarsan, o yazı, bakınca okunur. Yazılı bir kâğıt üzerine yazarsan, yazdığın anlaşılmaz. Okunması güçleşir ve yanlış okunur. Çünkü mürekkebin siyahlığı üst üste gelince, iki yazı da (doğru) anlaşılmaz, manası körleşmiş olur. Eğer o kâğıda üçüncü kere yazı yazarsan (günah işlersen), onu kâfir kalbi gibi simsiyah edersin…”

Şuayb “aleyhisselam” bu nükteli sözleri; “ALLAH kereminden ötürü benim kusuruma bakmıyor” diyen kişiye söyleyince, Peygamber’in rûhanî nefesinden onun gönlünde güller açıldı. Onun rûhu, semâdan gelen vahyi Şuayb aleyhisselam’dan duyunca; “Günahlarımın cezasını verdi ise, belirtisi nerede?” diye sordu.

Şuayb Peygamber dedi ki: “Ya Rab! Bu adam sözümü dinlemiyor, günahlarının belirtisini istiyor.”

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: Ben kusurları örtücüyüm; işinin iç yüzünü anlamasına dair bir işaretten başka, sırlarını söylemem.

Onu muaheze etmekte olduğumun bir nişanı şudur ki: O tâatta bulunuyor; oruç tutuyor, namaz kılıyor… Lâkin namazdan, zekâttan ve başka ibadetlerden zerre kadar zevk (manevi haz) almıyor. Yüksek tâatlar ve amellerde bulunuyor, lâkin zerre miktarı neşe duymuyor. İbadeti şeklen iyi ama rûhu, manası güzel değil; cevizler çok iyi ama, içleri boş.

İbadetlerin meyve vermesi için gönülde mânevî bir zevk lâzımdır. Çekirdeğin fidan vermesi için içli olması gerektir. İçi olmayan çekirdek hiç fidan verir mi?

Cansız sûret, hayalden başka bir şey değildir.”

Mesnevi-i Şerif

HAKÎKAT NE DÎYOR

Bedenin âzâlarının her biri, kendine mahsus bir iş için yaratılmıştır ve kendine mahsus olan işi yapamaması veya yamakta zorlanması da o âzânın hastalığıdır.

Bu bakımdan elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememek veya görmenin kendisine zorlaşmasıdır…

Bunun gibi kalbin hastalığı da hangi iş için yaratılmışsa o işi yapamaması veya yapılmasının kendine zor gelmesidir. Bu iş de ilim, hikmet, mârifet, ALLAH sevgisi, ALLAH‘a ibâdet, ALLAH‘ın zikrinden zevk duymak ve ALLAH‘ın rızasını bütün arzulara tercih etmek ve bütün arzu ve âzâları ALLAH‘ın rızasına uygun kullanmaktır.

Nitekim ALLAH-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesad gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız meskenler, size ALLAH’tan, O’nun Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihad’dan daha sevimli ise, artık ALLAH’ın emrinin gelmesini bekleyin… ALLAH fasıklar kavmine hidayet etmez”.

Bu bakımdan nezdinde ALLAH‘tan daha sevimli bir şey bulunan kimse hastadır. Nitekim toprak yemeyi diğer yemeklerden fazla seven mide hasta olduğu gibi başkasını ALLAH’tan daha fazla seven kalp de hastadır.

Bu izahtan, ALLAH-u Teâlâ’nın dilediği hariç, bütün kalplerin hasta olduğu anlaşılmış olur. Ancak sahibi tarafından bilinemeyen bedenî hastalıklar olduğu gibi teşhis edilemeyen kalbî hastalıklar da vardır. Bu sebeple ondan gafil kalınır ve tedavisine bakılmaz.

Bazı hastaların acı ilaçlara tahammülü olmayıp hastalığı çekmeye devam etmeleri gibi bir kısmı da kalbin tedavisindeki zorluğu düşünerek hastalığı çekmeye devam eder. Çünkü onun ilacı, şehvetlere muhalefet etmek; onlara esir olmadan ihtiyaç kadarını karşılamaktır. Bu ise ruhun zorluk çekmesi demektir. Bu da oldukça zor ve acıdır.

Bu sebeple hastalık müzminleşti, dert ağırlaştı ve bu ilim tamamen ortadan kalktı. O derece kalktı ki kalbin tedavisi ve hatta hastalığı inkâr edilir oldu.

Halk ise dünya sevgisine ve zahiri ibâdet, bâtını âdet ve gösteriş olan amellere teveccüh etti. İşte bunlar, manevi hastalıkların esas alâmetleridir.

***

Tedavi olduktan sonra sıhhate kavuşmanın alâmetlerine gelince, tedavi edilen hastalığa bakar. Eğer cimrilik hastalığı tedavi ediliyorsa -ki bu hastalık öldürücü ve ALLAH‘tan uzaklaştırıcı bir hastalıktır- bunun tedavisi ancak cömertlik ve infâktır. Şayet cimrilikten kurtulan kişi sehâvette ileri gidip israfa kaçıyorsa bu da aynı şekilde başka bir hastalıktır. Tıpkı soğukluğu, hararet galebe çalıncaya kadar tedavi eden bir kimse durumuna düşer ki bu da hastalıktır. Aksine istenilen, hararet ile bürudet (soğukluğun) arasındaki îtidal dengesini/orta yolu elde etmektir. Bunun için sehâvette/cömertlikte, israf ile cimrilik arasında ve her ikisinden eşit uzaklıkta olmak lâzımdır.

Orta yolun/orta derecenin ne olduğunu bilmek istersen, kötü huyun gerektirdiği bir fiile/işe bak! O kötü huy, zıddı olan iyilikten daha kolay geliyor ve daha çok hoşuna gidiyorsa, sende galip olan o kötü huydur, ona daha çok yakınsın. Mesela, malı istif etmek, yoksullara ve hak edene vermekten daha sevimli ve kolay geliyorsa, bil ki galip olan cimrilik hastalığıdır. O durumda infâkta daha ileri gitmelisin!

Eğer hak etmeyen ve hakkı olmayan herhangi bir kimseye vermek, onun için saçıp savurmak senin nezdinde hakkaniyetle tutmaktan daha sevimli ve kolay ise bil ki, sende israf sıfatı galiptir. Bu durumda da imsâke/malı elinde tutmaya gayret etmelisin!

Böylece, durmadan nefsini murakabe edip fiillerin kaynağının ne olduğu ile ahlâkının ne derecede/durumda bulunduğuna delil bularak muttali olmalısın!

Mala duyduğun ilgi/alâka kesilinceye, malın dağıtılmasına ve tutulmasına meyletmeyecek raddeye varıncaya kadar devam etmelisin. Öyle ki mal senin nezdinde su gibi olmalıdır. O malı ancak -kendin ve yakınların dahil- bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacı için tutmalı veya bir muhtacın ihtiyacına sarf etmelisin. İsrafını cimriliğin üzerine veya cimriliğini de israfın üzerine tercih etmemelisin! Senin nezdinde vermek, vermemekten (konuşmak sükut etmekten…) daha sevimli olmamalıdır. (Huy ve arzularının mahkumu değil hakimi olmalı; onlar seni değil sen onları kontrol etmeli/evirip çevirmelisin.)

Diğer kötü huylar ve arzulardan da bu şekilde arınmak gerekir ki dünya ile ilgili olan bir şeyle alâka kalmamış olsun!. Nefis dünyadan alâkasını kesmiş olduğu halde göç etsin. Dünyaya iltifat etmeksizin, sebeplerine de iştiyak duymaksızın…

İşte böyle olan her kalp/kişi bu yoldan sâlim olarak ALLAH‘a ulaşır.

İşte böyle olursa, râzi ve marziyye olan nefs-i mutmainne gibi ALLAH’a rücû’ eder; Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerden olan mukarrebler zümresine katılmış olur.

***

İki taraf arasındaki gerçek itidalin/orta yolun bulunması gayet zor hatta kıldan ince, kılıçtan daha keskin olduğundan, dünyada bu sırat-ı müstakim/dosdoğru yolun üzerinde duranlar, ahirette de böyle bir köprünün üzerinden rahatlıkla geçebilirler. Taraflardan birisine meyletmeyip ortayı muhafaza eden kalpler pek az bulunur. Az da olsa bir tarafa meyleder. Bunun için kıyamette azaptan kurtulanlar pek az olur. Göz açıp yumuncaya kadar olsa da Cehennem’e uğramadan geçemez.

Nitekim ALLAH-u Teâlâ şöyle buyurdu:

Sizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur… Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra muttakileri/bilfiil korunanları kurtarırız ve zalimleri de diz üstü orada bırakırız. (19/71-72)

İstikametin güçlüğünden dolayıdır ki her gün en az yirmi defa “ALLAH’ım, bizi sırât-ı müstâkîme hidayet eyle!” diye dua etmek farz/vacip olmuştur.

***

Dosdoğru yol olan orta yol üzerinde istikamet gayet zordur. Fakat istikametin hakikatine gücü yetmese dahi onun yakınına varmak için var kuvvetiyle çalışmalıdır. Felâh ve necâtı arzu eden iyi bilmelidir ki, kurtuluş ancak sâlih amellerle mümkündür. Sâlih ameller de ancak güzel ahlâkla meydana gelir. O halde herkes ahlâk ve huylarını tahkik etmeli, onları teker teker gözden geçirmeli ve onların tedavisiyle meşgul olmalıdır.

Keremiyle bizi o müttakilerden kılmasını kerem sahibi Cenâb-ı ALLAH’tan niyaz ederiz.

İhya-i Ulumiddin

MANEVİ TEDAVİ

Hekimlerin nezdinde sabit olan şudur ki: “Hastanın hastalığı devam ettiği müddetçe, gıdalar ona yarar sağlamaz. İsterse o gıda en kıymetli ve güzel yiyeceklerden olsun… Hatta hastalığını daha da arttırır.”

Hastalıktır gelen, yemekle hastaya…

Bu sebeple hekimler öncelikle, hastalığın izalesini/tedavisini düşünürler. Bundan sonra, hastanın haline ve mizacına münasip gıdalarla, kuvvet buldurmaya çalışırlar.

İşte kalp hastalığına yakalanmış olanların durumu da böyledir.

«Kalplerinde maraz vardır.» (2/10) ayet-i kerimesi buna işaret etmektedir.

Kalplerinde maraz (manevi hastalık) olan kimseler için ibadet ve taat fayda sağlamaz (derece yükseltmez/yakîn arttırmaz/ibadet ve taattaki hakiki gaye hasıl olmaz). Hatta zarar bile verebilir. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi:

«Nice Kur’an okuyan vardır ki, Kur’an kendisine lânet okur.»

«Nice oruç tutanlar vardır ki, orucundan kendisine ancak açlık ve susuzluk kalır..»

Bu manada hadis-i şerifler pek çoktur.

Bunlar sağlam haberlerdir.

Beden tabibleri gibi kalp tabibleri de, (Zarûrât-ı Dîniyye yanında) öncelikle hastalığın izalesini/tedavi ve yok edilmesini sağlayacak hususları emrederler. Bu hastalık da, kalbin Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’dan başka şeylere olan ilgi ve alakasından/tutkunluğundan ibarettir. Hatta o hastalık, kişinin kendi nefsi ile olan bağlantısı/kendi nefsine olan düşkünlüğüdür. Zira insan neyi ister ve severse, (hakikatte) kendi nefsi için ister ve sever. Kendi çocuğunu, kendi nefsi için sevmesi gibi… Aynı şekilde mal, mevki, rütbe arzu ve hevesi dahi böyledir. Bu durumda olan kimsenin tapındığı, hakikatte, kendi nefsidir. Nefsinin istek ve arzuları (hevâsı) peşinde koşmakta ve ömrünü, onlara göre tanzim edip harcamaktadır.

[Başkasının işlediği bir günaha, nefsi terbiye olan, ALLAH için buğz eder, yapana da merhamet eder; nefsi emmare olan ise öfke eder, gazap eder.

Dinimizin bir gereği olan ağır başlılık, nefsi terbiye olanda vakar, nefsi emmare olanda ise kendini üstün görme olarak zuhur eder.

Bütün ameller böyledir…

Güneş gibi: Bir elmaya vurur; tatlanır, kurur. Yanındakine vurur; küflenir, çürür.

Namaz gibi en üstün ibadette bile nefis, kişiyi en aşağı durumlara düşürebildiğine göre diğer amellerde neler yapabilir kim bilir? O sebeple ayet-i kerimede: “Muhakkak ki kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm karşınıza çıkacaktır. Sonra gaybın da müşahede edilebilenin de Âlimi’ne döndürülürsünüz. O da size yapmakta olduklarınızı (neyi niçin yaptığınızı) haber verir.” buyurulur.]

İnsan nefsi bu bağlantı ve saplantılardan kurtulmadıkça, kurtuluşu ümit etmeye yer yoktur/kurtuluş çok zordur.

Bu hastalığı yok etme düşüncesi, kalp sahibi âlimler ve basiret sahibi hikmet ehline gereklidir.

Bir mısra:

Yeter bir işaret, varsa anlayışı şayet/
Anlayışlı olana bir işaret yeter.

Mektubat-ı Rabbani

KABİR AZABI

Kabir azabı iki kısımdır: Rûhanî ve cismanî.

Cismanî olanı herkesçe malumdur; kitaplarda kayıtlıdır.

Burada, kabir azabının ruhanî olanından bahsedeceğiz; onu da ‘kendini bilen’ anlar ancak.

‘Kendini bilen’ kimse, ruhun kendi zâtı ile var olduğunu ve kıyamı için bedene muhtaç olmadığını, ölümün onu yok etmeyeceğini ve ölümden sonra yaşamaya devam edeceğini de bilir. Yine bilir ki, ölüm, gözün, elin, ayağın, kulağın ve bütün hislerin ortadan kaldırılmasıdır; hisler (duyular) kendisinden alınınca, hanım, evlât, mal, mülk, makam, ev, hizmetçi, binek, akraba ve yakınlar; hatta yer, gök ve his ile anlaşılanların hepsi ondan alınmış olur.

Kişi eğer sevgisini onlara tahsis etmiş ve varlığını onlara adamış ise bu âlemden ayrılırken zaruri olarak azapta kalır.

Onlara tutulmayıp esir olmadan ALLAH sevgisi ile yaşamış, zikrine ünsiyet kazanmış ve dünya meşguliyetini zaruret ve mecbur olduğu kadar kabul etmişse, ölünce maşukuna kavuşur, üzücü ve kuruntu verici şeyler aradan kalkar, mesut ve mesrur olur.

Hal böyle iken, bütün arzu ve sevgisini dünyaya tahsis eden bir kimsenin dünyadan ayrılırken içine düşeceği azap ve elemi düşün! Bir de, mahbubu ve matlubu ALLAH olan, dünya ve içindekileri dost edinmeyip ancak kendine yetecek kadarını alan kimsenin, dünyadan ayrılırken kavuşacağı rahatlığı düşün!

O hâlde bu hakikati (ayrılık azabını) idrâk eden kimsenin kabir azabının dünya ehline muhakkak olacağı, kalbi ALLAH sevgisi ile dolu yaşayanların ondan azat olacağı hususunda şüphesi kalmaz.

Böyle olduğu «Dünya, müminin zindanı, kâfirin Cennetidir» hadîs-i şerifinden de anlaşılır. Çünkü mümin ölürken zindandan kurtuluyor, kâfir ise cennetinden çıkartılıyor…

***

Kabir azabının aslının dünya sevgisinden zuhur ettiği bilindiğine göre bu azabın mâsiva sevgisi ölçüsünde kimine az, kimine fazla olmakla iki türlü olduğu da bilinmiş olur. Dünyayı isteme ve sevme derecesine göre kimine çok, kimine az olur. Meselâ kalbi bu dünyaya yalnız bir cihetten bağlı olan kimsenin azabı; mal, mülk, hizmetçi, hayvan, mevki, makam, üstünlük ve bütün dünya nimetlerine sahip ve kalbi bunların hepsine bağlı olan kişininki gibi değildir. Şöyle ki, bir kimseye atlarından birinin çalındığını söyleseler, on atının çalınmasından daha az üzülür. Eğer bütün malını alsalar, malının yarısının alınmasından daha çok üzülür ve azap çeker. Bütün malının alınmasına da hanımının ve çocuklarının hırsızlar ve yağmacılar tarafından kaçırılmasından daha az üzülür.

Ölüm de malını, evlâdını, hanımını ve dünyada olan her şeyini yağma edip kendisini yalnız bırakandır.

Şu hâlde herkesin kabirdeki azabı ve rahatı dünyaya bağlılığı ve ondan kesilmesi miktarıncadır.

Bununla alâkalı olarak Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; «Muhakkak ki, dar maişet onun içindir» âyet-i kerîmesinin ne mânâya geldiğini bilir misiniz? Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân), «Allah ve Resulü daha iyi bilir» dediler. Buyurdu ki: «Kâfirin kabirdeki azabıyla ilgilidir; doksan dokuz ejderhayı ona musallat ederler. O ejderhaların ne olduğunu bilir misiniz? Onlar, doksan dokuz yılandır. Her yılanın dokuz başı vardır! Onu sokarlar, yalarlar ve üzerine üflerler. Bu, kıyamete kadar devam eder.»

Dalalette olanlar ise “Biz onun mezarına baktık, bunlardan hiçbirini görmedik. Eğer mezarda böyle şeyler olsaydı, gözümüz sağlamdır, biz de görür, hallerine vakıf olurduk” derler.

Onlar, ejderhaların, ölenin ruhunda olduğunu bilemediler; bilemezler de… Hatta bu ejderhalar, ölümden önce bile onun ruhunda idi; nefs-i emarenin sıfatlarından meydana gelmekte idi; başlarının sayısı da, kötü ahlakının dalları sayısı kadar idi… Lâkin bazı kişiler, bundan gâfil ve habersizdir.

O ejderhaların yaratıldığı şeyin aslı ise dünya sevgisidir. Başlarının sayısı da dünya sevgisi sebebi ile zuhur eden kin, haset, kibir, hırs, aldatma, hile, düşmanlık, makam sevgisi, şan, şöhret hayranlığı ve bunun gibi fena ahlâklar sayısıncadır.

Eğer sanıldığı gibi, bu ejderhalar ruhun dışında olsaydı, iş daha kolay olurdu. Zira bir an ondan ayrılmanın imkânı olabilirdi. Fakat ruhta yerleşmiş olduğundan ve kendi sıfatı haline geldiğinden ondan nasıl kaçabilir?

Bir kimsenin cariyesini sattığı sırada ona âşık olduğunu hissetmesinin verdiği ıstırap gibi ruhta bulunan ve ölüm sonrasında onu ısıran ejderhalar da dünya sevgisi ve ona hırs ile bağlanma tutkusudur. Ancak bütün bunlar gizli ve örtülüdür.

Doksan dokuz ejderha, ölümden önce de kendinde olup acısını duymaması onlardan haberi olmadığı için değil maşukla beraber olunca, aşkın kendisi rahata sebep olduğu içindir; ayrılık vaktinde ise ıstırap ve azap başlar.

Rahata sebep olan dünya sevgisi aynı zamanda azaba da sebeptir. Makam sevgisi ejderha gibi, mal sevgisi yılan gibi, saray ve ev sevgisi akrep gibi kalbini sokar ve kemirir. Kalanları da bunun gibidir…

Cariyeye âşık olanın, ayrılık zamanında, bu dertten kurtulması için kendini suya, ateşe atmayı veya bir akrep tarafından sokularak derdinden kurtulmayı istemesi gibi kabirde azap çeken de, bu dünyadaki akrep ve yılanlar tarafından ısırılarak kabir azabından kurtulmayı ister. Zira bu acılar bedene olmaktadır ve dışardan gelmektedir. Ruhundaki ejderhaların acısı ise içtedir ve çok daha şiddetlidir.  

Hakikatte herkes, kendi azabını buradan götürmektedir ve bu azap onların ruhları içerisinde müessir olur. Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki; “Bu ceza, yaptıklarınızın size iadesinden başka bir şey değildir”.

Ve yine bunun için ALLAH-u Teâlâ buyurur: “Eğer ilm-i yakın ile bilseydiniz, elbette Cehennemi görürdünüz.” Ve yine bunun için buyurdu: “Elbette Cehennem, kâfirleri kuşatıcıdır.” “Cehennem onları ihata edicidir. Onlarla beraberdir” buyurdu da “Onları ihata edecek” buyurmadı.

***

Eğer denirse; “Şeriatın zahirinden anlaşılan, o ejderhaların baş gözü ile görülebileceğidir. Halbuki ruhun içerisinde olan ejderhalar zahir gözle görülür cinsten değildir.”

Bunun cevabı ise şudur: Bu ejderhalar görülebilir ama ölüler tarafından… Bu dünyada olanlar, onları görmeye kâdir değildir.  Çünkü o âleme mahsus şeyler, bu dünya gözü ile görülemez.

Bu ejderhalar, ölülere hayal ve temsili olarak da görünmezler. Bu dünyadakiler bu dünyadakileri gördüğü gibi, o âlemdekiler de oradakileri görür.

Hususen çok kimseler uykuda yılanın kendini soktuğunu görür, (korkunç bir rüyadan sonra bazıları, saçlarını ağartacak kadar dehşeti yaşar ama) yanında oturanın bundan haberi bile olmaz. Çünkü bu yılan uyuyan içindir; acısı da ona mahsustur; uyanık olan için değildir. Uyanık olanın bu yılanı görmemesi, diğerinin acısından, azabından bir şey eksiltmez.

Bir kimseyi rüyada yılan sokarsa, bir düşmandan sıkıntı göreceğine, düşmanı ona karşı zafer bulacağına işaret eder. Gerçekte ise onu yılan ısırmamıştır.  Buna rağmen acı ve ıstırap duymaktadır. İşte o ıstırap, ruhta olmakta, kalpte yaşanmaktadır. Fakat bu, dünya hayatından (bu âlemden) bir şeyle temsil edilecekse, işte o yılandır, akreptir.

Düşmanı kendisine galip gelince “Zaten rüyasını görmüştüm” der. Sonra da, “Keşke beni gerçekten yılan soksaydı da, düşmanım arzusuna kavuşmasaydı” der. Çünkü bu azap ve ıstırap onun kalbine, yılanın bedenine verdiğinden daha fazla acı vermektedir. Şu hâlde “Bu yılan yoktur; onun yarası ve eziyeti de hayalîdir” dersen, büyük hata etmiş olursun.

Şu da var ki, ona hayal veya rüya denmesinin bir sebebi de çabuk uyanıp ondan kurtulduğu içindir. O halde devamlı kalsa, kimse ona hayal veya rüya demezdi. İşte azap çeken ölü de bunun gibidir. Azapta çok uzun müddet kalıyor; sonu bir türlü gelmiyor.

Şer’i bilgilerde ifade edilen yılan ve ejderhalar kabirde beklemiyor ki, baş gözü ile herkes onları görsün ve baş gözü ile şahit olunan şeyler olsunlar. (Öyle olsa idi imtihan diye bir şey kalmazdı.) Ancak, bazı kimselere, uyku halinde bu âlemden uzaklaştırılarak yılan ve akrepler arasında azap içindeki ölüyü gösterdikleri de olmuştur,

Başkalarına uykuda, rüya âleminde vâki olan bu gibi haller, Peygamber ve velilere uyanık iken de vâki olur. Çünkü onların bu dünya ile meşguliyetleri, o âlemi müşahede etmelerine mani olmaz.

Bu kadar uzun anlatmaktan maksadımız, baş gözü ile mezara bakıp da bir şey göremeyenlerin, kabir azabını inkâr ettikleri içindir. Bu da, öbür dünyanın işlerini anlamamalarından; o âlemi bu âlem gibi zannedip ikisini birbiriyle kıyaslamalarındandır.

***

Eğer kabir azabı, kalbin bu dünyaya bağlanması sebebiyle ise, hiç kimse ondan kurtulamaz. Çünkü kadın, evlât, mal ve mevkii olup ta bunlara meyil ve sevgi bağlamayan yoktur. O hâlde kabir azabı herkese olması ve hiçbir ferdin bundan kurtulmaması gerekir, denirse; cevabında deriz ki: Durum anlatıldığı gibi değildir. Öyle insanlar vardır ki, dünyadan geçmiş, dünyada lezzet alacakları ve rahat bulacakları yerleri kalmamıştır; ölümü arzularlar. Derviş meşrep [fakîr] müslümanların çoğu böyledir.

Zengin insanlar ise ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu şeyleri severler ama Allah-u Teâlâ’ya olan sevgileri daha fazladır. Onlar için de kabir azabı yoktur. Bunlar şu kimseye benzer ki, sevdiği bir şehir vardır; o şehirde de sevdiği bir sarayı vardır. Ancak reis olmayı, saltanatı, köşk ve bağları onlardan daha çok sever. Padişahın emri ile ona başka bir şehrin reisliği verilse, bulunduğu yer ve saraydan ayrılmak ona zor gelmez. Zira sarayının ve şehrinin sevgisinden daha çok olan reislik sevgisi, diğer sevgileri siler, onlardan eser bırakmaz.

O hâlde, Peygamberler, veliler ve zâhidlerin kalbi, kadına, evlâda, şehre ve vatana yakınlık duysa, iltifat etseler de, ALLAH’a olan sevgileri onlardan daha çoktur ve O’na kavuşmanın lezzeti, diğerlerini siler, yok eder. Bu lezzet ise ölüm ile tam hâsıl olur ve kabir azabından emin kılar.

Dünya arzularına bağlanıp kendini dünyaya tamamı ile kaptıranlar, bu azaptan kurtulamaz. Böyle olanların çokluğu o kadar fazladır ki, Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Sizden gideceği yer o [Cehennem] olmayan kimse yoktur. Bu öyle bir iştir ki, hükmü Rabbinin katında kesinleşmiştir. Sonra, müttakî olanları ondan kurtarırız. Zalimleri ise dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz».

***

Îman üzere ölen ama kalbinde dünyevi sevgi ve bağlantılar baskın olan kimseler, bir müddet azap çekerler. Dünyadan uzun zaman (yıllarca) ayrı kaldıkları için, dünya lezzetini unutmaya; kalpte olan ALLAH sevgisi tekrar zuhur etmeye başlar. Bu kimsenin durumu bir sarayı diğerinden yahut bir şehri diğer bir şehirden veya bir kadını diğer bir kadından daha çok seven fakat ötekini de seven kimseye benzer. Onu en çok sevdiğinden ayırıp diğer sevdiğine mecbur bırakırlarsa, ayrılık ıstırabını çeker; bir zaman sonra buna alışır, diğerini unutur. İşte kalpte var olan sevginin aslı, uzun zamandan sonra tekrar zuhur etmeye, coşmaya başlar.

Fakat ALLAH-u Teâlâ’yı sevmeyen, o azapta ebedi kalır. Zira onların bütün sevgisi, ayrıldıkları nesneye idi ve daima O’ndan uzak kalmayı istiyor ve yaşıyorlardı. Onları azaptan kurtaracak olan sebebin zerresi dahi içlerinde yoktu. Artık hangi bahane ile kurtulabilirler? Kâfirlerin ebedi azapta kalmalarının sebeplerinden biri de budur.

İnsanlardan bazıları da sadece dilleriyle, «Ben ALLAH-u Teâlâ’yı severim yahut dünyadan daha çok severim» derler. Belki dünyadaki bütün insanların görüşü de budur. Fakat bunun bir mihenk taşı ve miyarı [ölçüsü, sağlaması] vardır ki, durum onunla anlaşılabilir ancak. Bu da şöyledir: Bir kimseye nefsi veya çok sevdiği biri, ALLAH-u Teâlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı bir şey emretse, eğer kendini Dinî ölçülere uymaya meyletmiş ve istekli görür ve onu yerine getirirse, onun ALLAH-u Teâlâ’ya olan sevgisi nefsinden de, dünyadan da, sevdiklerinden de daha fazla demektir. Nitekim iki kimseyi seven ama birini diğerinden daha çok seven kimse, aralarında bir ihtilâf/zıtlık çıktığı zaman kendini daha çok sevdiğinin tarafında bulur ve onu daha çok sevdiğini bununla da anlar. Hal böyle olmayınca, sadece dil ile söylemekte fayda yoktur. Çünkü yalan olur.

Bunun için Peygamber Efendimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “La ilahe illallah diyen kimse, kendisini ALLAH-u Teâlâ’nın azabından korumuş olur. Bu, dünya işlerini, din işlerine tercih etmelerine kadar devam eder. Dünyayı dine tercih edip de, La ilahe illallah dedikleri vakit, ALLAH-u Teâlâ onlara: Yalan söylüyorsunuz. Bundan sonra La ilahe illallah demeniz yalan olur, der.”

O hâlde, buradan, (velâyet nuru ile bakan) basiret sahiplerinin batınî müşahede ile kabir azabından kimlerin kurtulacağını nasıl gördükleri anlaşılmış olur. Ve yine insanların çoğunun kurtulamayacağını, fakat tıpkı dünyaya bağlılıklarının farklı olması nispetinde azaplarının da müddet ve şiddet bakımından farklı olduğu anlaşılmış olur.

***

Aldanmış ve nefsine mağrur olmuşlardan bir grup vardır ki: «Eğer kabir azabı bu ise biz bundan eminiz. Çünkü bizim dünya ile alâkamız yoktur. Onun varlığıyla yokluğu bize göre aynıdır» derler.  

Bu iddia boştur ve gerçek dışı bir iddiadır. Tecrübe etmeyince anlaşılamaz. Eğer her şeyini hırsız alır götürür yahut kendisi için kıymetli olan itibarı ve makamı arkadaşına geçer yahut kendi yanındaki sevenleri ondan yüz çevirir ve onu zemmederler de kalbine bunlardan hiç tesir gelmezse ve başkasının malı çalınmış yahut başkasının sevdiği şey elinden çıkmış gibi kabul ederse, işte o zaman bu iddia doğru olur.

Malı çalınmayınca ve sevenleri ondan yüz çevirmeyince, işin hakikati anlaşılmaz. Ya da nefsinin itibar düşkünü olmadığını iddia edip de düşük işlerde çalışmaktan kaçanın nefsindeki üstünlük davası o zaman kendini göstermeye başlar.

O hâlde kabir azabından kurtulmak isteyen, dünyadan hiçbir şeyle zaruret miktarından fazla alâkalanmamalı; ihtiyaç ve mecburiyet kadar istek ve irtibatı kalmalıdır.

Demek ki, mideye yemek doldurmak isteği onu boşaltmak isteği kadar/gibi olmalıdır. Çünkü her ikisi de lâzımdır, ihtiyaçtır, mecburidir. Diğer hususlar/arzular da bu minval üzere olmalı ve zaruret miktarını aşmamalıdır.

Kalp bu bağlardan, arzu ve şehvetlere esaretten kurtulamazsa, ibâdetlere ve ALLAH-u Teâlâ’yı zikre devamla kalpte zikri hâkim kılmaya çalışmalıdır. Böylece zikir, dünya sevgisini bastırsın, silsin.

Bununla birlikte Şer’i şerife uymak ve Hakk’ın emirlerini nefsin havâsı üzerinde tutmaya çalışmakla bu mananın hâsıl olmasına gayret etmeli ve kendinden delilini görmelidir. Eğer nefsi ona itaat eder duruma geliyor ve Din’in emirlerini her şeyin üzerinde tutuyorsa, o zaman kabir azabından kurtulduğuna inanabilir. Eğer hâl, anlatıldığı gibi olmazsa, kabir azabı kendi bedenine muhakkak değer; ALLAH’ın inayeti erişip azabını af etmesi hariç.

Kimya-yı Saadet

“SUSAN KURTULUR”

Dilin alanı pek geniştir. Onun sahasının ne sonu, ne de sınırı vardır. Hayır da dilin geniş alanına girer, şer de… Bu bakımdan dilin ucunu bırakıp onun dinginini ihmâl eden bir kimseyi, şeytan sürükler götürür. Onu yıkılmak üzere olan bir yar’ın kenarına sevk eder. Böylece onu ebedî bir felâkete girmeye mecbur eder; zira insanlar cehenneme ancak dilleriyle ekip biçtiklerinden dolayı atılırlar. Dilinin şerrinden ancak şeriatın gemiyle gemlenen bir kimse kurtulur. Dilini dünya ve âhirette kendisine fayda verecek konularda çalıştıran, dünya ve âhirette sonucundan korktuğu şeylerden uzaklaştıran bir kimse dilin şerrinden kurtulur.

Dilin nerede iyi ve nerede kötü olduğu, keyfiyetinin bilinmesi pek güç ve herkes tarafından bilinmeyen bir durumdur. Bilen bir kimsenin de ona göre amel etmesi, gayet ağır ve zordur. Onun tehlikesinden kurtuluş ise ancak susmakla mümkündür. Bunun için dinimiz susmayı övmüş ve susmaya teşvik etmiştir.

Muaz b. Cebel Hz. Peygamber’e ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Biz söylediklerimizden sorumlu muyuz?’ diye sordu. Hz. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ şöyle cevap verdi: “Ey Cebel’in oğlu! İnsanları burunları üzerine ateşe sürükleyen dillerinin mahsulünden başka ne olabilir?”

Abdullah es-Sakafi ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bana sığınacağım birşey söyle!’ deyince, cevap olarak şöyle buyurdu: ‘Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol!’ ‘Ya Rasûlullah! Benim için en tehlikeli şey nedir?’ diye sordum. Dilini tutarak ‘Budur’ dedi.

Rivayet edildi ki Muaz ‘aleyhimü’r-rıdvan’ “Ey Allah’ın Rasûlü! Amellerin hangisi daha faziletlidir?’ dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dilini çıkardı. Sonra üzerine parmağını koydu.

Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz. Kalbi de dili doğru olmadıkça doğru olmaz. Komşusunun şerrinden emin olmadığı bir kimse cennete giremez.

Kim selâmette kalmayı seviyorsa, sükûttan ayrılmasın.

Ademoğlu sabahladığı zaman tüm azaları dile hatırlatıcı oldukları halde sabahlarlar ve derler ki: ‘Bizim hakkımızda Allah’tan kork! Zira sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Eğer sen inhiraf edersen, biz de inhiraf eder, haktan ayrılırız’.

Hz. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ şöyle buyurmuştur:

Bedende hiçbir âzâ yok ki Allah katında dilden şikayetçi olmasın.

Muhakkak ki ademoğlunun yanlışlıklarının çoğu dilindedir.

Size ibadetin en kolayını ve beden için en rahatını haber vereyim mi? Susmak ve güzel ahlâktır.

Ebû Hüreyre, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

Her kim, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır söylesin veya sükût etsin.

Allah o kuldan razı olsun ki, konuşup ganimet sahibi olur veya susup selâmette kalır.

Berra b. Âzib’den şöyle rivayet ediliyor: Bir göçebe Hz. Peygamberin huzurunâ geldi ve dedi ki: ‘Beni öyle bir ibadete muttali et ki cennete girmeme vesile olsun!’ Hz. Peygamber de ‘sallallahu aleyhi ve sellem’  şöyle buyurdu: Aç kimseye yedir, susuza içir! Emr-i bi’l-mâruf yap! Münkeri yasakla! Eğer gücün buna yetmiyorsa -hayır hariç- dilini tut! Hayır hariç, dilini tut! Böyle yapmakla şeytanı mağlûp edersin.

Allah-u Teâlâ her konuşanın dilinin yanındadır. Bu bakımdan ne söylediğini bilen kişi Allah’tan korksun!

Müslüman kimseyi susmuş ve vakur gördüğünüz zaman ona yaklaşınız! Çünkü o, hikmeti telkin eder.

Muhammed b. Ka’b’dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ şöyle buyurmuştur:

Bu kapıdan ilk içeriye giren cennet ehlinden bir kişidir.

Bunun üzerine Selman’ın oğlu Abdullah, kapıdan girdi. Ashab-ı kiramdan bir grup Abdullah’ın yanına gittiler. Ona hâdiseyi anlattılar ve dediler ki: ‘Bu sevaba nail olmana vesile olabileceğini umduğun amelini bize haber ver!’ Bunun üzerine Abdullah dedi ki: ‘Ben muhakkak zayıf bir kimseyim. Allah’tan umduğum en kuvvetli amelim, göğsümün selâmeti ve fuzulî konuşmayı terk etmemdir’.

Ebû Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: Hz. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ bana şöyle dedi.

-Sana, bedenine hafif, mizanda ağır bir ameli öğreteyim mi?

-Evet, ya Resûlullah! Öğret!

-O amel susmak, güzel ahlâk ve seni ilgilendirmeyeni terk etmektir.

Mü’min bir kimsenin dili, kalbinin arkasındadır. Konuşmak istediği zaman kalbiyle o şeyi düşünür, sonra diliyle onu geçiştirir; münafığın dili kalbinin önündedir. Bir şeyi kastettiğinde diliyle söyler, kalbiyle düşünmez.

Çok konuşan bir kimsenin, düşüşü çok olur. Düşüşü çok olan bir kimsenin günahları çoğalır. Günahları çok olan bir kimsenin ise her şeyden daha fazla lâyıkı ateştir.

Ebubekir Sıddîk ‘aleyhimü’r-rıdvan’ ağzına küçük taşları koyar, onlarla nefsini konuşmaktan menederdi. Kendisi diline işaret ederek şöyle demiştir: ‘Beni tehlikeli yerlere sokan budur!

Hz. Ömer ‘aleyhimü’r-rıdvan’ şöyle demiştir: ‘Seni ilgilendirmeyen şeyleri kurcalama! Düşmanından uzaklaş! Emin olan hariç, kavminden olan dostundan bile uzak dur! Emin de ancak Allah’tan korkan bir kimse demektir. Fâcir bir kimse ile arkadaşlık yapma ki ondan fısk ve fücûr öğrenmeyesin! Onu sırrına muttali etme, işlerinde Allah’tan korkanlarla istişare et!’

Abdullah b. Mes’ud ‘aleyhimü’r-rıdvan’ der ki: ‘Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim, uzun hapsetmeye dilden daha fazla müstehak olan hiçbir şey yoktur!’.

Hasan Basrî şöyle demiştir: ‘Dilini korumayan bir kimse dinini hakkıyla bilmiş değildir’.

Soru: Susmanın bu büyük faziletlerinin sebebi nedir?

Cevap: Sebebi dil âfetinin çokluğudur. O âfetler; yanlışlık, yalan, gıybet, kovuculuk, riya, münafıklık, küfür, fâhiş konuşmak, cedel yapmak, nefsi temize çıkarmak, bâtıla dalmak, başkasıyla kavga etmek, fuzulî konuşmak, hakîkati tahrif etmek, hakîkate ilâvelerde bulunmak veya hakikatten eksiltmek, halka eziyet etmek veya halkın namusuna saldırmaktır.

İşte bu âfetler çoktur. Bunlar dile ağır gelmezler. Kalpte bunların halâveti (cazibesi) vardır. Nefis ve şeytan insanı bunlara itelemektedir. Bunlara dalan bir kimse diline az zaman hâkim olup da sevdiğinde dilinin dizginini bırakır, sevmediğinde dilini tutabilir. Çünkü böyle yapmak, ilmin çetinliklerindendir. Bu bakımdan konuşmaya dalmakta tehlike vardır, susmakta ise selâmet… Bunun için susmanın fazileti oldukça büyüktür. Susmakta -bu faziletle beraber- himmetin derli toplu bulunması, vakarın devam etmesi, fikir, zikir, ibadet için boşalmak, dünya hakkında konuşmanın mesuliyetinden selâmette kalmak ve âhirette hesabını vermekten kurtulmak gibi iyi hasletler vardır. Nitekim Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

(İnsan) hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden (bir melek) hazır bulunmasın. (Kâf/18)

***

Konuşma ise dört kısımdır. Bir kısmı katıksız zararlı, başka bir kısmı katıksız faydalı, diğer bir kısmı hem zararlı, hem faydalı, dördüncü kısmı ise ne zararlı, ne de faydalıdır. Katıksız zarar olan kısımda mutlaka susmak gerekir. Hem zararlı, hem faydalı olanın  faydası, zararını karşılayamaz. İçinde ne fayda, ne de zarar olan konuşma ise fuzûlî konuşmadır. Zamanın zayi edilmesi de zararın ta kendisidir. Bu bakımdan elimizde dördüncü bir kısım kalıyor. O halde konuşmanın dörtte üçü düştü, dörtte biri kaldı. Bu dörtte birin içinde de tehlike vardır; zira bu kısım içine riyanın inceliklerinden nefsi temize çıkarmak, yapmacık ve fuzûlî konuşmak gibi günah olan şeyler karışır. Öyle bir şekilde karışır ki idrâk edilmesi pek güçtür. Bu nedenle insanoğlu böyle bir konuşma ile kendisini tehlikeye atmış olur. Kim dil âfetlerinin inceliklerini bilirse, kesinlikle anlar ki, Hz. Peygamber’in ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ bu hususta söylediği en keskin ve şaşmaz sözü şu hadis-i şeriftir: “Susan kurtulur.”

İhya-i Ulumiddin

ELEST ÜLKESİ

Ölümün görünüşü ölüm, iç yüzü ise diriliktir; görünüşte bir tükenmedir, hakikatte ise ebediliktir. Çocuğun rahimden doğması bir göçmedir; fakat cihanda ona yeni bir hayat vardır.

Hayru’l-beşer Efendimiz: “Dünyadan göçüp giden kişinin ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur. Elindekini kaçırdığından dolayıdır yüzlerce acıya düşüşü” buyurdu.

“Neden her devletin, her nimetin mahzeni olan ölüme gereken değeri vermedim? Şaşkınlığımdan bütün ömrümce, hayallerimi kıble/gâye edindim, onlar da ecel gelince kaybolup gittiler” diye kendi kendine söylenip acınırlar.

Hiçbir ölü, öldüğüne yanmaz, azığın azlığına hayıflanır. Yoksa ölen, bir kuyudan kurtulmuş; ovaya, devlete ve ferahlığa kavuşmuştur. Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçmüştür.

Hâsılı “Elest Ülkesi”nin kadrini bilesin diye dünya önce gelmiştir. Buradan kurtulup oraya vardın mı, ebed şeker hanesinde şükreder durursun. Dersin ki: “Sanki orada toprak elemişim. Bu tertemiz âlemden kaçıp duruyormuşum. Keşke bundan önce ölseydim de o balçıkta çektiklerim daha az olsaydı.”

Bu sebeptendir ki, o her şeye vakıf Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’:

“Her kim ölür de, ruhu bedenini bırakıp giderse, öldüğünden, göçtüğünden hayıflanmaz, hasrete düşmez. Ancak taksiratından (günahlarından), fırsatı kaçırdığından (ömrünü boşa geçirdiğinden) hasrete düşer.

Ölen, keşke bundan önce ölseydim de kurtulsaydım, der. Kötüyse, kötülüğü az olurdu; iyiyse, iyilik yurduna daha önce gelirdi…” buyurmuştur.

***

Herkesin ölümü kendi rengindendir. Düşmana düşmandır ölüm, dosta dost.

Ey (ölümden kaçan) can, aklını başına devşir! Ölümden korkup kaçarsın ya… Doğrucası sen kendinden korkmaktasın. Gördüğün ölümün yüzü değil, (ölüm aynasında) kendi çirkin (manevi) yüzündür.

Ölüm, kimin nazarında tehlikeyse “Kendinizi tehlikeye atmayın!” emri onadır.

Fakat birisinin nazarında ölüm, hakikat kapısının açılışından ibaret olursa, ona: “Haydin, çabuk olun!” hitabı gelir.

***

Ey gördüğü ölüm olanlar, uzaklaşın…

Ey gördüğü dirilme olanlar, çabuk olun!

Ey lütuf görenler, ferahlanın, sevinin…

Ey kahır görenler, bu bir belâdır, gamlanın!

Mesnevi-i Şerif

DİNİN İHYASI

İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, Allah’ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir. Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır.

Allah’ın mârifetine, insanoğlu, ancak kalbiyle  hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz.

O halde Allah’ı bilen, Allah’a yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalptir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir. Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, Allah’ın gayrisinden boş olmalıdır.

Allah’ın gayrisiyle dolu olduğu zaman Allah’tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. Allah’a yaklaşmakla saîd olan da kalptir. Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur.

Hakikatte Allah’a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir.

Allah’a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir? Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir.

Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin nûrlu veya karanlık olmasından ileri gelir. Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır.

Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Nefsini tanıdığı zaman muhakkak Rabbini tanımıştır. İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştır. Kendi nefsini tanımadığı zaman da Rabbini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez. Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır. Çünkü Allah-u Teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer.

Allah’ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, Kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan Allah’ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder; esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â’lâ-i illiyyîn’e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez, demektir.

Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse Allah-u Teâlâ’nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur: “Şu, Allah’ı unuttular da Allah da bu yüzden onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın… İşte onlar fasıkların ta kendileridir. (Haşr/19)”

Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâlikler yolunun esasıdır.

***

Bundan sonra bilmiş ol ki; kusurları alabildiğine gizleyen ve ayıpları en iyi şekilde bilen Allah-u Teâla’ya (kalben) yönelmekle günahlardan tevbe etmek, sâlikler yolunun başlangıcı, kurtuluşa erenlerin ana sermayesi, mürîdlerin ilk adımı, şüpheli şeylere meyledenlerin istikâmet bulmalarının anahtarı ve babamız Hz. Adem ‘aleyhisselam’ ile diğer Peygamberlere ‘aleyhimüsselam’ uymanın esasıdır.

Evladın atalara uyması ne güzeldir. Ademoğlunun kusur işleyip günahkâr olması, şaşılacak bir şey değildir. Bu bir tabiattır.

Babasına benzeyen haddi aşmış sayılmaz. Yani kusur işlemek, babadan kalma bir mirastır. Evlât babaya benzeyebilir, fakat benzeyiş her yönü ile olmalıdır. Baba, kırdığını sardığı ve yıktığını yaptığı gibi, evlât da aynı yolu tutmalı; hem müsbet ve hem de menfi yönden ona tabi olmalıdır.

Nitekim, Adem ‘aleyhisselam’dan zelle sadır olduğu zaman pişman oldu, onun ateşi ile yandı ve tevbekâr oldu. Yalnız kusurda Adem ‘aleyhisselam’ı örnek alıp da tevbe ve pişmanlıkta ona uymayanlar, ayakları sürçmüş kimselerdir.

Hata insanın yaratılışında mevcuttur. Hatasız insan olmaz. Ancak hemen tevbe etmek, pişman olmak lazımdır.

Hiç kusur işlememek, meleklerin vasfı; hiç iyilik yapmamak da şeytanların hususiyetidir. Kötülük işledikten sonra iyiliğe yönelmek de insanlara mahsus ve onlar için zaruridir.

Yalnız iyilikle uğraşan Allah katında mukarreb bir melek, yalnız kötülük için çalışan şeytan; düştüğü kötülükte hayra yönelen ise insandır. O halde, insanın hamuruna iki huy karıştırılmış, bu iki tabiat ona arkadaş edilmiş olduğu için ya meleğe, ya Adem’e veya şeytana benzer. Kusurdan tevbe eden, şerden sonra hayra yönelen, Adem ‘aleyhisselam’ın evladı olduğunu ispatlar; kusur ve isyanda ısrar eden ise kendini şeytana uymakla tescil ettirmiş olur.

Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir; zira şer, hayırla beraber Adem ‘aleyhisselam’ın çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştır.

İnsanı şerden iki ateşten biri kurtarır (arındırır): Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi!

İhya-i Ulumiddin

GENEL ve ÖZEL TERBİYE

Her türlü benzerlik ve eksiklikten münezzeh olan Allah-u Teâlâ, kullarının terbiye ve ıslah olmalarını dilemiş ve emretmiştir.

Allah-u Teâlâ’nın bu manadaki ’emr’i iki çeşittir. Birincisi, Nebîler ve Resûller aracılığıyla gerçekleşir ve özeldir. Gayesi, kulları, kendi tercihleriyle imtihan etmek ve kurtuluşa davet edip götürmektir.

Eğer insanlar kendi tercihleriyle ve gönüllü olarak bu ’emr’e tabi olup gereğini yerine getirirlerse yani maddi ve manevi hükümlere uyarlarsa, istenen yerine gelir ve gaye hasıl olmuş olur.

Şayet uymazlar ve gereğini yerine getirmezlerse, ikinci tür Emr, onları bu hükümlere uymaya zorlar veya uymamanın cezasına…

Bu ikinci ’emr’in uygulanmamasının ihtimali yoktur. Evrende ve insanlarda yürürlükte olan hadiseler, bu ’emr’in gereğidir.

“Başınıza gelenler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır; pek çoğunu da affeder.” ayeti bu manayadır.

Allah-u Teâlâ’nın ’emr’inin herhangi bir zaman ve mekânda geçerli ve yürürlükte olmamasına da ihtimal yoktur.

“Bir şeyi irade ettiğinde O’nun emri ancak ona “Kün/Ol” demesidir. O da olur. Her şeyin melekutu/hükümranlığı yed’inde olan Subhan’dır. O’na rücu’ ettirileceksiniz.” (36/82-83)

Şu kadarı var ki, Resûllere tabi olmak ve (Varis-i Resûl olan) Evliya’yı izlemek, hem nefsin kemale ermesini ve hem de ilahi hükümlere uyulmasını kolaylaştırdığı / sağladığı için Allah-u Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak Enbiya göndermiş ve Evliya’yı da vesile kılmıştır.

Eğer bu yolla yani özele hitap eden hükümlere uymakla davete icabet edilir ve gereği yerine getirilirse ne âlâ!

Zaten istenen de budur.

Bunu seçip seçmemek ve gereğini yapıp yapmamak kulların tercihlerine ve serbest iradelerine bırakılmıştır.

Kabul etmeyip isyan ederler veya kabul edip ihmal ederlerse ikinci ’emr’ devreye girer ve iki dünyada da gereğini yerine getirmekten geri durmaz.

Hakikât derecesine erişenler yani ilahi hükümlere riayet edip isyan etmeyenler ise hem beden kafesinde rahat ederler; hem de beden kafesinden kurtulduktan sonra yüceler âlemine yükselerek Enbiyâ ve Velîlerin ruhlarıyla birlikte bitimsiz zevk ve safaya kavuşurlar.

Aşağı âlemde kalan akraba ve yakınları ve bütün ehl-i iman için dua ederler ve imkân oldukça da yardım yapmaktan geri durmazlar.

***

Melekler tümüyle hakikât mertebesindedirler çünkü hem tabiat zindanında tutuklu değillerdir hem de unsurlar giysisini giymemişlerdir. “Emrolundukları işte ALLAH’a isyan etmezler ve kendilerine emredileni yerine getirirler” ayet-i kerimesinde buyrulduğu üzere, ALLAH’ın emirlerini zorlanmaksızın yerine getirmeleri ve isyan etmemeleri, tertemiz olduklarının en açık kanıtıdır.

Aynı şekilde Resuller, Nebiler, Kutuplar, Evtadlar, Abdallar, Nakipler ve Necipler gibi batınî âlemde tasarrufta bulunan büyük zatların tümü hakikât mertebesindedir.

Bunların dışında her memleket ve her beldede, istidat ve kapasitesi ayarında hakikat mertebesine erişen kimseler bulunur. Ancak bunlar da pek nadir olurlar.

Zübdetü’l-Hakaik