Samimiyet tarafından yazılmış tüm yazılar

KISSADAN HİSSE

Musa peygambere genç bir adam dedi ki: “Bana hayvanatın lisanını öğret! Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım. Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, su, ekmek, şan ve şeref içindir. Belki hayvanların başka bir derdi, bu dünyadan göçme zamanında başka bir tedbirleri vardır!“

Hazreti Musa: “Git, bu hevesten vazgeç! Bunun önünde sonunda pek çok tehlikesi var. İbret almayı, uyanmayı Allah’tan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil!“ dedi.

Musa aleyhisselam menettikçe adam kızıştı, üstüne düştü. Zaten kişi, men edildiği şeye karşı haris olur, büsbütün üstüne düşer!

Dedi ki: “Ey cömert Kelîmullah, beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna uygun düşmez. Bu zamanda Hakk’ın halifesi sensin. Mani olur muradımı vermezsen beni me’yus edersin.“

Musa Kelîmullah: “Yarabbi, mel’un Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor? Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem kalbi suizanla dolacak” dedi.

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ya Musa, öğret; çünkü Biz, keremimizden hiçbir duayı reddetmeyiz.”

Kudret, herkesin harcı değil… Acziyet ise Allah’ın has kulları için bir sermayedir. Eli bir şeye erişmeyen, kendini zühd ve takvaya vermiştir ki yokluk (ve fakirlik), bu yüzden daima iftihar sebebi olmuştur!

Zengin zenginliği yüzünden bu devletten uzaklaşmıştır… kudreti olduğu, sabrı terk ettiği, dilediğini yapıverdiği için!.. Âcizlik ve yoksulluk ise hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından (sabırlı olan) insana aman verir.

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ya Musa, sen onun dileğini ver de elini aç, dilediğini yapsın!“ İhtiyar ve irâde etmek, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü, felekler de ihtiyarsız dönüp durmada. Fakat dönüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü sevap da ihtiyarî olarak yapılan işe verilir, azap da! Zaten bütün âlem Allah’ı tesbih eder… Fakat irâde ve ihtiyarı olmadığından, ücreti, yaptığı tesbihten ibarettir. Erin eline kılıcı ver de, onu âcizlikten kurtar. Onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!”

Musa aleyhisselam, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “İsteğin seni mahcup eder, yüzünü sarartır. Gel, bu sevdadan vazgeç. Allah’tan kork. Şeytan, seni aldatmış, o sana ders vermiş!“ dedi. Adam, “Bari kapı dibinde yatıp duran köpekle kümes hayvanlarının dillerini öğret.” dedi. Musa aleyhisselam dedi ki: “Hadi git, istediğin oldu… (Sabah kalkınca)  ikisinin dili sana beyan olunacaktır.“

Adam, sabahleyin, tecrübe için, kapının eşiğinde beklemekteydi. Hizmetçi kadın sofra örtüsünü silkerken bir lokmacık bayat ekmek yere düştü. Horoz, ekmek parçasını hemencecik kapıverdi. Köpek dedi ki: “Sen, bize zulmettin. Buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem… Sen buğday da yiyebilirsin, arpa da, darı, mısır gibi başka şeyler de… Halbuki ben bunların hiçbirini yiyemem. Böyle olduğu halde bizim kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile kapıyorsun!” Bu sözü duyan horoz, “Merak etme, Allah sana, buna karşılık başka şeyler verir. Bu ev sahibinin atı sakatlanacak. Yarın sabah, adamakıllı yer ve doyarsın, kederlenme! Atın ölümü, köpeklere bir bayram olacak… çalışıp çabalamadan bir hayli rızık dökülüp kalacak“ dedi.

Adam, bu sözü duyar duymaz derhal atı pazara götürüp sattı. Horozun dediği çıkmadı, köpeğe karşı mahcup vaziyette kaldı. Ertesi günü yine horoz, ekmeği kapınca köpek ağzını açtı, dedi ki: “A düzenbaz horoz… Bu yalan ne zamana kadar sürecek? Ne zamana kadar bu zulümkârlık, bu kara yüzlülük? Hani at sakatlanacak dediydin, nerde? Sözünde hiçbir doğru yok!”

İşe vakıf olan horoz ona dedi ki: “Atı sakatlandı sakatlanmasına ama başka yerde. Efendi uyanık çıktı. Atını satıp ziyandan kurtuldu. Uğrayacağı ziyanı, başkalarına yükletti. Fakat yarın katırı sakatlanıp ölecek” dedi.

O haris adam, hemencecik katırı da sattı, dertten de kurtuldu ziyandan da. Üçüncü günü köpek, horoza dedi ki: “Ey beyliği davulla ilân edilen yalancılar beyi, hani, nerede vaadin?”

Horoz, “Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek. Ölünce de akrabası, yoksullara köpeklere ekmekler dağıtacaklar” dedi.

Adam, bunu duyunca köleyi de satıp ziyandan kurtuldu, yüzü parladı, neşelendi. Şükürler etmekte, âlemde üç ziyandan da kurtuldum, kümes hayvanlarıyla köpeklerin dillerini öğrendim de kötü takdirlerden kendimi kurtardım demekteydi. Ekmekten mahrum kalan köpek, üçüncü gün “Ey tek, çift atıp duran herzevekil! Yalanın, düzenin niceye bir sürecek? Sen yalandan başka bir söz söylemez misin?” dedi.

Horoz dedi ki: “Haşa… ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan yunmuş, arınmışız; müezzinler gibi doğru söyler, güneşi gözetler, vakit geldi mi ki diye bekler dururuz! Üstümüze taş örtseler, bizi karanlık bir zindana kapatsalar yine içten içe güneşi gözler, vaktini haber veririz. Allah, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdemoğluna hediye etmiştir. İçimizden biri yanılır da vakitsiz öterse o ötüşü ölümüne sebep olur. Vakitsiz “Haydin namaza” dememiz, kanımızı mübah eder. Kölesi öldü ölmesine de, onu alan kişinin yanında öldü. Ziyan, alan kişiye oldu. Açıkgöz efendi malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına girdi. Bir ziyana uğramak (ve o ziyanı sabırla karşılamak), birçok ziyanları defedecekti. Fakat şimdi ev sahibi ölecek. Mirasına konan feryat ve figan ederek bir öküz kesecek. Yarın, adam ölünce sana epeyce yemek düşecek. Köyde halk da, ileri gelenler de kurban etleri,  yemekler yiyecekler. Bir hayli et, koca koca ekmekler dağıtılacak.

Atın, katırın, kölenin ölümü, bu ham mağrura gelecek kazayı defedecekti, ona siper ve kalkan olacaktı. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak derdinden kaçtı da malını çoğalttı… çoğalttı ama kendi kanına girdi!

O herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu. Bunları duyunca ateşlendi… Koşa koşa Musa aleyhisselam’ın kapısına dayandı. Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey cömert Kelîmullah, feryadıma yetiş, demekteydi.

Musa aleyhisselam, “Yürü, kendini sat da kurtul. Mademki (satışta) usta oldun, atı, katırı ve köleyi satıp ziyandan kurtuldun, şimdi de kendini sat ve kurtul! Hadi, Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.

Sana şimdi bahtının aynasında görünen bu kazayı, vak’a olmadan önce haber vermiştim” dedi.

Adam tekrar feryat edip dedi ki: “Ey iyi ahlâklı, lûtfet. Başıma kakma, yüzüme vurma. Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi bir karşılık ver.”

Musa aleyhisselam, “Oğul, yaydan bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir. Ancak lütuf sahibi Hakk’tan dilerim, ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin. İmanını yoldaş edindin mi dirisin… imanla gittin mi ebedîsin” dedi.

Tam bu sırada adamın hali değişti, gönlü bulandı. Leğen getirdiler ama bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil ki; ölüm alâmeti! A ham betbaht, kay etmenin ne faydası var sana?

Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu. Dört kişi alıp evine götürdüler.

Zamanın Musa’sı/halifesinin öğüdünü dinlemez, küstahlık yaparsan kendini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne atmış olursun! Kılıç, senin canını alıverir, kesmekten haya etmez. Bu da senin lâyığın olur.

Deryaya lâyık olan su kuşudur; bu nükteyi anlayıver! Allah doğruyu daha iyi bilendir.

O adam, su kuşu olmadığı halde denize girdi; boğuluyor…

Musa aleyhisselam, o seher vakti duaya başladı: “Ey kullarını seven Rabbim!  O yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş. Onun imanını alma, bağışla onu! Destgîri, yardımcısı ol!“

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ona imanını bağışladım. Hattâ hatırın için şimdi dirilteyim de.”

Musa Kelîmullah, “Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık ve bâkî olan âhiret âleminde dirilt. Bu fani dünya, ebedi varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet (geçici) dirilmede ne fayda? İlâhî! Şimdi onlara, gözlerden gizli olan ‘Ledeyna muhdarun’ yurdunda rahmet saç!“ dedi.

Mesnevi-i Şerif

VELİ

Resul-i Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Takva sahibi bir şeyh, kavmi arasında peygamber gibidir.” Lügatte ihtiyar kimseye şeyh denir; saçı, sakalı ağarmış manasınadır. Fakat bu beyaz kılın gerçek manasını bilmen gerek! Siyah kıldan murad, onun varlık ve benliğidir; günah yüküdür. Benlik ve günah yükü kalmayınca birisinin, ister saçı sakalı siyah olsun, ister beyaz, o şeyhtir, Allah’ın has velisidir. O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır, beşeriyet vasfıdır. Saç ve baştaki kıllar değildir.

Bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Allah hası! Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa Arş’a mensup olamaz. Eğer bir kimse, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtulur da bir kısmı kalırsa şeyh değil olgun bir insan olur. İnsanlık sıfatlarından, beşeri vasıflardan bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur; mahlukata rahmet olur.

***

Veliler, ayakta iken de dönüp dolaşırken de Ashâb-ı Kehf gibi uykudadırlar. Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk ve bitkinlik gider; eziyet ve sıkıntıdan kurtulursun. İşte uyku halini, velilerin uyanıkken de duygularını taşımamaları haline bir nümune bil! Bu sebeple veliler Ashab-ı Kehf gibidirler. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar. Allah, onları, tekellüfsüz ve zahmetsiz, hatta habersiz sağa, sola çevirir. O sağa çevrilme nedir? Hayırlı iş; ef’âl-i hasene. Ya sola çevrilme nedir? O da bedene, varlığa ait işler… yemek, içmek, gezip dolaşmak gibi bedene ait meşguliyetledir.

***

Eğer velilerin kalbindeki nağmelerden bir miktar bahsedecek olsam (ten) mezarlarından (ölü) ruhlar başkaldırır.

Bilmiş ol ki veliler, vaktin İsrafilidirler. Onların nağmelerinden ölülere hayat ve neşv-ü nema hasıl olur. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar, gaflet kefeninden kurtulurlar.

***

Onlar, halkı Allah’ın haremine, has dergâhına davet eder dururlar; Hakk’a da “Yarabbi bunları kurtar!“ diye dua ederler. Bir taraftan halka, (hal ve kâlleri ile) usanmadan nasihat eder, öğüt verirler. Halk öğütlerini kabul etmedi mi de: “Yârâbbi! Rahmet kapını kapama! diye niyaz ederler.

***

Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme, kaçınma ki o sözler, dininin zâhirîdir; yani senin haline göredir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese, can kulağı ile dinle ki sıcaktan, soğuktan (hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından sıçrayıp kurtulasın. (Şekeri, ekmek şeklinde pişirsen, yine onda seker lezzeti olur.)

O sözlerin sıcağı, manevi hayatın baharıdır. Sıdk’ın, yakînin ve kulluğun mayasıdır.

Çünkü maneviyat bahçeleri, onun sözlerindeki gıda (nur) ile dirilir. Gönül denizi, bu cevherlerle dolar.

***

Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine, bir kâmil veliye erişir, (zahir/batîn) sohbetine dahil olursan cevher olursun. Onların muhabbetini taa canının içine dik, kalbine yerleştir. Başka muhabbete gönül verme ki ümitsizlik tarafına gitmeyesin; zulmet cihetine meyletmeyesin. Aklını başına al da bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır.

***

Allah erinden, velisinden başkasını ise kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu, manevi gıdanı içer, mahveder. Sözlerinin dış yüzü yolda çevik ol, der. İç yüzü, manevi yönü, özü de gevşekliğe sebep olur. Tembelleştirir. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale gelir. Yıldırım, saf bir nurdan ibaret görünür ama göz nurunu çalmak onun hassasısdır.

***

Ey Hakk tâlibi, himayesine girmek nefs-i emmareyi öldüren mürşidin eteğini sımsıkı tut, gölgesinden ayrılma! Mürşidin eteğini sımsıkı tutmak, ondan ayrılmamak; Allah’ın sana manevi bir lütfu, bir yardımıdır.

***

Nefis, Allah velîsine yaklaşırsa, huzurunda bulunursa dili yüz arşın kısalır, kötülüğe meyli kalmaz. Ömrün, sana yüzlerce yıl mühlet verse nefis, her gün yeni bir bahane bulur, sana mâni olur. Soğuk vaatleri sıcak bir surette söyler. O öyle bir sihirbazdır ki insanı kıskıvrak bağlar.

Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lûgat, hilesi, riyası anlatılamaz ki! Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır ama yeninde de hançer ve kılıç gizlidir. Onun mushafına, onun riyasına kanma; kendini onunla sırdaş, haldaş yapma! Seni aptes al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir! Eğer sen, nefsi zebun kılmak, onun hilelerinden kurtulmak dilersen, onu, zorla da olsa şeyh tarafına götür.

***

Velîlere uymadın, onları bekletip durdun mu, ukbada da kıyamet gününün beklenmesi sana yâr olur, bekler durursun. Hele yarın, hele öbür gün diye vaat eder, Allah’a dönmeyi erteler durursun ya… İşte bu bekleyiş, mahşerdeki beklemendir, vay sana! O uzun günde hesap için, canlar yakan güneşin altında bekler kalırsın…

Öfke ve kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır. Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem mümine “Nurun ateşimizi söndürdü” der… Elhamdülillah!

Nura sahip olmadığın halde yavaşlık, mülâyimlik gösterirsen bu kötü bir şeydir. Çünkü ateşin sönmemiştir, küllenmiştir. Aklını başına al, ateşi din nurundan başka bir şey söndürmez. Din nurunu görmedikçe emin olma… çünkü gizli ateş, bir gün olur ortaya çıkar. Nuru bir (tatlı) su bil, suya yapış… suyu elde ettin mi ateşten korkma! Ateşi su söndürür. Birkaç günceğiz o su kuşlarının (velilerin) yanına git de seni abıhayata ulaştırsınlar.

***

“Beni görene, benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu!” buyurdu Hazreti Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem.

Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan… hiç fark yok. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör/al, dilersen geçmişlerin mumundan.

***

Velilerin işini kendinden kıyas tutma! Aslan mânasına gelen ‘şîr’, süt manasına gelen ‘şîr’e benzer.

(Bir misal: Nefsine esir olanlarda görülen büyüklenme ve üstünlük davası gütme, nefsinden azad olan velilerde ki vakar ve kararlılığa zahiren benzese de özdeki karşılığı zulmet ile nurdur. Birinin sebebi  nefse esarettir ki zulmettir; diğerinin ki ise lütuftur, inayettir, rahmettir. Biri zulmet yayar, diğeri nur.) 

Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar da Allah’ın seçkin kullarından az kişi haberdar oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.

Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti de birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar; o, yer; kâmilen Allah nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile kin ve haset zuhur eder; o, yer; ondan tamamı ile Allah’ın nuru husule gelir.

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.

***

İçinde tatlı su kaynayan kum/pınar pek az bulunur; yürü, onu ara! O pınar, Allah eri/velisidir ki kendinden ayrılmış, nefsinden azat olmuş ve Allah’a vasıl olmuştur. Ondan dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. Talipliler, (el an) o sudan hayat bulmakta, neşv-ü nema olmaktadır.

***

Her devirde Peygamber yerine (varisi ve vekili olarak) bir veli vardır; bu sınama kıyamete kadar daimidir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.

Kimde iyi huy varsa/özü iyi ise devrinin büyük velisine uymuş, kurtulmuştur; kimin mayası bozuksa, ona haset etmiş, düşmanlık etmiş; kalbi paramparça olmuştur.

***

Nerede manen yoksun ve çıplak görürsen bil ki; mürşidden kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Gönlünün isteğine uymuş, o kör ve sermayesiz gönlün istediğini yerine getirmek için mürşidden firar etmiştir.

Eğer mürşidin isteğine uysaydı, kendisini de yakınlarını da manen süslemiş olurdu.

Bu kirli dünyada kim mürşidden kaçarsa, manevi devletten, mutluluktan kaçar; bunu böyle bil!

Mesnevi-i Şerif

HÜCCET

İmam-ı Ebu’l-Leys Semerkandî ‘rahmetullahi aleyh’ anlattı:

Bağdat şehrinin hali vakti yerinde olanları hacca gitmeye karar vermiş; onların hazırlandıklarını gören bir fakir ve salih dokumacı da kendi kendine şöyle demişti:

-Varayım, şunlarla ben de hacca gideyim. Onların malları varsa benim de Mevlâm var; beni besler ve bana ihsanını eksik etmez, ben de Mevlâma sığınır, onlarla birlikte giderim.

Bu niyetle hazırlığını yaptı ve kafilenin yola çıktığı gün, peşlerinden yola koyuldu. Şehrin ileri gelenleri, hac yolcularını uğurladılar. Fakir dokumacının da uzaktan kendilerini takip ettiğini gören komşularından biri, bineğini tepti ve yanına giderek sordu:

-Hayrola komşu, sen de hacca mı gidiyorsun?

Dokumacı safiyetle cevap verdi:

-Beli, ben de varayım. Rabbimin evini ziyaret edeyim inşallah, dedi. Komşusu ise onunla eğlendi:

-Bineğin yok, azığın yok, bari birkaç bin akçacığın var mı?

Dokumacı, düşünmeden tekrar cevap verdi:

-Rabbim beni besler. Allah-u Teâlâ Rezzak-ı âlemdir. Hepimiz O’nun hazinesinden yemiyor muyuz?

O ise bu sözlere güldü ve birbirlerinden ayrıldılar, dokumacı bir daha hoca olan o komşusuna görünmedi.

Mekke-i Mükerreme’ye vardılar, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiler, Arafat’ta vakfeye durdular, döndüler veda tavafını da yaptıktan sonra ülkelerine avdet etmek üzere Mekke şehrinden çıktılar.

Komşusu baktı ki dokumacı da hac farizasını ifa etmiş, geri dönüyor, yaklaştı ve sordu:

-Komşu vardın, beyti tavaf ettin mi?

-Şükür Allah-u Teâlâ’ya ki, benim yüzümün karasına bakmadı ve bana o şerif makamı nasip etti; geldim sağlıkla tavaf ettim, şimdi de memlekete dönüyorum.

Komşusu onunla alay etmek istedi:

-Komşu, sana da hüccet verdiler mi? Beratını aldın mı?

-Nasıl hüccet verirler?

-Beytullah’a varana, cehennemden azad olduğuna dair hüccet verirler. Bizim hüccetimiz var, deyince biçare dokumacı bu söze aldandı ve ağlayarak hemen geri döndü.

Komşusu, yaptıklarını yol arkadaşlarına anlattı, hepsi dokumacının haline gülüştüler ve onlar da yollarına devam ettiler.

Dokumacı, o hızla Harem-i şerife girdi ve Beyt-i Muazzamın kapısına başını koydu, yüzünü yerlere sürerek ağlamaya başladı ve niyazda bulundu:

-Ey Âlemlerin Rabbi olan Allahım! Ey sultan-ı kadim-i bizeval. Sen kadirsin, ganisin ve ihsanın bütün kullarına şâmildir. O kullarına, cehennemden azad olacaklarına dair hüccet vermişsin. Ben kuluna hüccet verilmedi. Yoksa ben azad olunmadım mı?

Bir yandan yalvarıyor, bir yandan da gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu. Öyle bir an geldi ki, yorgun ve bitap düştü ve kendinden geçti. Gördü ki bir kişi geldi ve:

-Kaldır başını ey miskin… Al hüccetini, var yoldaşlarına yetiş, dedi. Dokumacı dehşet içinde kaldı ve baktı ki hakikaten elinde öyle bir berat var ki kağıdı dünya kağıtlarına benzemez. Kokusundan canı mest oldu, beratı öptü başına koydu, yüzüne gözüne sürdü; itina ile koynuna yerleştirdi ve tekrar yola koyuldu. Bir süre sonra da hemşerilerine yetişti. Onlar hâlâ işin alayında idiler ve aralarında garip dokumacıyı aldattıkları için gülüşüyorlardı. Yanlarına yaklaşınca sordular:

-Hüccetini aldın mı?

-Evet aldım.

Kendisi ile alay eden komşusu ileri vardı ve:

-Görelim şunu, dedi. Dokumacı ihtiram ile koynundan çıkardığı hüccetini ona uzatırken:

-Seninki ile bir arada dursun, dedi.

Komşusu, uzattığı beratı aldı ve baktı ki ne görsün? Kâğıdı yeşil, yazısı ak nurdan, kokusu canları mest eyler. Bunu görünce bir sayha vurdu ve kendisini bineğinden aşağı attı. Aklı başından gitti; bir müddet sonra kendine geldi, dokumacının hüccetini yüzüne gözüne sürdü:

-Yazık, yazık benim geçen ömrüme, yok yere çürütmüşüm, diye ah edip ağlamaya başladı. Ah nolaydı, diyordu. Şu dokumacı komşum gibi fakir ve sadık olsaydım. Beni de böyle aldatsaydılar; tek onun eriştiği saadete ben de erişseydim.

Fakir dokumacı, sıdk-u sadakâtı berekâtı ile ne mertebeye erişmişti. Onun fakirliği ile alay edenler hacca giderken alay yollu: “Bari birkaç bin akçen var mı?” diyenler, bütün servetlerini feda etseler böyle bir saadete nail olabilirler miydi?

Her ne hal ise, hacılar Bağdat’a döndüler. Dokumacı, hoca olan komşusuna:

-Hüccetim sende kalsın, dedi. Öldüğüm zaman kefenimin arasına koyar ve beni öyle defnedersiniz.

O da, bu vasiyet üzerine hücceti sandığına koydu ve kilitledi ve ticaretle meşgul olduğundan bir başka şehre gitti. Onun Bağdat’ta bulunmadığı sırada, dokumacı vefat etti. Cenazesini kaldırdılar. Bir müddet sonra dönünce, komşusunun ölümünü öğrenerek ah-u vah etmeye başladı:

-Eyvah… Bende emaneti vardı. Vasiyetini yerine getiremedim; o ahrete gitti, hücceti bende kaldı, diye ağlayarak gelip sandığı açtı ki, hüccet yerinde yok.. Ne yapacağını şaşırmış bir halde:

-Varayım, kabrini açıp bakayım. Olur ki, birisi hücceti almış ve ona vermiştir, diyerek dokumacının kabrine gitti ve kabri açmaya teşebbüs edince, bir nida geldi:

-Bırak, kabrini açma! Biz ona hücceti veririz de, sonra yabanda mı bırakırız. Hüccet yerini ve sahibini buldu, denildi.

 O da bu nida üzerine kendinden geçti ve olduğu yere yığıldı kaldı. Bir de baktı ki, komşusu dokumacı karşıdan geliyor ve ona şöyle diyordu:

-Ey komşu! Allah senden razı olsun ki o hüccet bana geldi, münker-nekire gösterdim bana bir şey demediler. Amma ben hücceti senin sayende aldım. Eğer sen bana: “Git, hüccetini al demeseydin, ben hüccetsiz gittimdi.”

Müzekkin-Nüfus

GÜZEL KOKU

Güzel koku satanlar çarşısına varan birinin aklı başından gitti; iki büklüm oldu. Kerim ve cömert koku satıcılardan gelen ıtır kokusu, başını döndürdü, yere düştü! O, kendinden bihaber, gün ortasında, yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı. Derhal halk, başına toplandı. Herkes “Lâhavle…” çekmekte, derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi. Birisi bileklerini, başını ovuyor; öbürüsü harareti düşsün diye samanlı ıslak balçık getiriyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyordu. Şarap mı içti, esrar mı, yoksa afyon mu yuttu, anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.

Falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı diye derhal akrabalarına haber gönderdiler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!

O iriyarı debbağın (dericinin) bilgili ve anlayışlı bir erkek kardeşi vardı; hemencecik koşa koşa geldi. Yenine biraz köpek pisliği almıştı; halkı aralayıp, kardeşinin yanına sokuldu.

“Ben, neden hastalandı biliyorum” dedi… “Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir… Hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.”

Adam kendi kendine, “Onun iliğine, damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüş, tabaklığa gark olmuştur.” dedi.

Calinus da öyle demiştir: “Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!”

Bu adam, köpek tersi taşımaktan pislik böceği gibi olmuştur. Pislik böceğine gülsuyundan baygınlık gelir. Bu sebeple onun ilâcı yine köpek pisliğidir… Çünkü ona alışmış, onu huy edinmiştir.

“Pisler, pislerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!

Öğütçüler, nasihat edenler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!

Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz; biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır. “Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz… Sizin vâ’zınız iyi değil, bize iyi gelmiyor. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlarız. Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz… Öğüte hiç alışmamışız! Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir… Sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor, akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.

Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı. Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına, avucunu da burnuna götürdü. Köpek pisliğini avucuna sürmüştü…

Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler… Afsunu okuyup kulağına üfürdü… Adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!

Mayası bozuk, kötü kişilerin harekete gelmesi, canlanması da (gıybet), zina, göz süzme, kaş oynatma tarafında olur.

Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.

Mesnevi-i Şerif

ERENLER SÖZÜ

Hazret-i Kur’an ve Ehâdis-i Nebeviye’den sonra meşâyıh-ı kiram ve evliyâyı izâm ‘kaddesellahu esrarâhum’ hazeratının sözlerinden daha iyi hiçbir söz yoktur. Bunların sözü derûnî ve ilm-i ledünnidir; kesbi değildir.

Bunlar verese-i enbiyâ/peygamber varisleri, mukarreban-ı dergâh-ı kibriyâ/Hakk katına yakın olanlardır.

Erenler sözünü işiten tâliplinin gönlü rûşen olur/nurlanır. Himmetini/gayretini kavi eder/güçlendirir. Şeytan vesvesesini, dünya hırsını ve muhabbetini kalbinden çıkarır.

Cüneyd-i Bağdadi ‘kuddise sirruh’ buyurdu: “Meşayih sözleri Hakk cerirleri/askerleridir ki şeytanı kovar ve kalbi ferahlandırır, sağlamlaştırır.”

Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri ferman eder: (Ey Habibim!) Rasûllerin haberlerinden senin kalbini tesbitleyeceğimiz (sabit ve sağlam kılacağımız) her kıssayı sana kıssa ediyoruz. (Hud Sûresi/120)

İki cihan fahri Şah-ı Enbiya ‘sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem’ Efendimiz buyurur: “Salihler sözü anıldığı yerlere rahmet iner, fazl-u mağfiret yağar.”

Tezkiret-ül Evliya

GECELERDE

Ey dide nedir uyku, gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini, seyrân gecelerde

Bak hey’et-i âlemde, bu hikmetleri seyr et
Bul Sâni’ini, ol O’na hayrân gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil
Koy gafleti, dildârdan utan gecelerde

Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde

Cümle geceyi uyuma, Kayyûm’u seversen
Tâ hayy olasın Hayy ile ey cân gecelerde

Âşıklar uyumaz gece,  hem sen de uyuma
Gönlün gözüne görüne cânân, gecelerde

Dil, Beyt-i Hüdâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o Sultân, gecelerde

Az ye, az uyu, hayretle var, fâni ol andan
Bul cân-ı bekâ, ol ona mihmân gecelerde

ALLAH için ol halka mukârin, gece gündüz
Ey Hakkı, nihân-ı aşk oduna yan gecelerde

*   *   *

Ey göz, nedir uyku, gel uyan gecelerde.
Yıldızları seyr et, seyran gecelerde.

Bak, âlemin manzarasında bu hikmetleri seyr et.
San’atkârını bul da, ol O’na hayran gecelerde.

Çünkü gündüz, nice ağyar ile gafil olursun.
Gafleti bırak da sevgiliden utan gecelerde.

Gafletle uyumak yakışır mı bu âciz kula.
Ki, şefkatle nidâ eyliyor Rahmân, gecelerde.

Bütün geceyi uyuma, Kayyûm’u seversen;
Tâ ki diri olasın; Hayy ile ey cân, gecelerde.

Âşıklar uyumaz gece, hem sen de uyuma
Gönül gözüne görünür Cânan gecelerde.

Gönül Mevlâ’nın evidir, onu temizle gayrısından.
Sarayına gelir o Sultan, gecelerde.

Az ye, az uyu, hayrete var; fani olandan vazgeç.
Ebedi olanı bul; O’na misafir ol gecelerde.

ALLAH için gece gündüz yakın ol halka.
Ey Hakkı! Gizli aşk ateşine yan gecelerde.

Marifetnâme

SAĞLAM İTİKAD

Hamd O Allah-ü Teâlâ’ya mahsustur ki, fesâhat meydânı kahramânlarının, Onun vasfında açık söz söyleyebilmeleri dar, ma’rifet sâhası yarışçılarının, Onu anlatabilmede işâret ayakları topal kalır. Akılların, idrâklerin nihâî derecesinin, Onun zâtının ve sıfatlarının marifetlerinin başlangıcından hayret ve şaşkınlıktan başka delîli yoktur. Zekî ve keskin bakışlı kimselerin, Onun azameti nûrlarının şaşaasında gözlerinin kör olması veya gözlerini kapamaktan başka yolu bulunmaz… Akla, anlayışa, hesâba, duygulara ve ölçüye gelebilen her şeyden O “teâlâ ve tekaddes” münezzehtir, berîdir, uzaktır.

Hamd, Ondan başkasına yaraşmaz. Senâ, Ondan başkasına yakışmaz. Kendine lâyık hamd ve senâyı da ancak Kendisi yapar. Onu hakkıyla vasf eden yine ancak Kendisidir. Akıl ancak yaratılmış olanlara erer. Düşünce, aklın hudûdları içerisine girenlerden haber verir. Aklın, Allah-u Teâlâ’nın celâlinin nûrlarında kanatları yanmış; düşüncenin, Onun kudsî mertebesinde gözleri dikilmiştir. Hakk’a yol bulan akıl, Onun hidâyeti ile bulmuştur. Hakk’tan haber veren düşünce, Onun inâyeti ve ikrâmı ile vermiştir. Onun fadl-ü ihsânı iledir ki, rûh Onun marifeti ile görür oldu. Onun nihâyetsiz cûdundandır ki, kalb Onun sevgisiyle yakınlığı tattı.

Hamd ve şükr o Allah-u Teâlâ ve Tekaddese’dir ki, Onu tanımak rûhun hayâtı, Onu zikr etmek rûhun rahatı, Onu bulmak ebedî sultânlık, Onun hizmetinde bulunmak, iki Cihân ni’metlerinden dahâ tatlı, Onunla bir nefes beraber olmak, yerde ve gökte olanların hepsinden daha güzeldir.

Aklın alamayacağı, düşüncenin hesap edemiyeceği kadar salât-ü selâm, tehıyyât ve berekât, bârigâh-i ulûhiyyetten, hazret-i rubûbiyyetin misâfiri, hakîkî kulluk yolunun rehberi, gayb âleminin emîni ve vahy ilimlerinin tercümânı Resul-i Kibriya’nın temiz rûhuna ve bedenine olsun ki, Onun bereketiyle rûhlar müşâhedeye kavuştu ve Onun şerefli zâtı ile kalbler ma’rifete ulaştı. Onun şer’î şerifi ile Allah-u Teâlâ’ya kulluk yolu aydınlandı. Onun sünneti ile kulluğun edepleri ortaya çıktı.

Türpuşti Risalesi

 

Tilavet

 

Kıssa

 

Oturdum

 

Tevessül

 

Kaside

 

Kıssalar

 

İçin Dışın

 

Sohbet

 

Hayy

 

Merkez

 

Doğal

Kudsî Hadis

KUDSî HADİS

Rahman Rahim Allah’ın adı ile..

Allah’a hamd olsun;
seçmiş olduğu kullara da selâm…

SORU: Mektup ve risalelerinizde; kalbî zuhurun, arşa ait zuhurdan sadece bir lem’a (parıltı, ışık hüzmesi) olduğunu ve külli manada faziletin, arşa bağlı zuhurda bulunduğunu yazmışsınız.

Halbuki, bir kudsî hadiste şöyle buyuruldu:

«Beni ne yerim aldı, ne semam; lâkin, bir mümin kulumun kalbi beni alır..»

Bu kudsî hadise göre; kalbe ait zuhurun daha fazla ve faziletli olması lâzım gelir…

El-CEVAP: Ey Muhib!

Bu suâlin cevabı bir mukaddimeye (kalbin tarifi ile ilgili ön açıklamaya) bağlıdır.

Bilmelisin ki,

Kalb sözcüğü ile velayet erbabı, insanın emir âleminden olan hakikat-ı camiasını kastederler.

Nübüvvet dilindeki ‘sahibine salât ve selâm olsun’ kalb ise bir et parçasından ibaret olup bedenin salâhı onun salâhına, fesadı da, onun fesadına bağlıdır.

Üstteki mana bir hadis-i nebevide şöyle anlatıldı:

«Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o salâha kavuştuğu takdirde tüm ceset salâha kavuşur. O fesada vardığı takdirde, bütün ceset fesada varır. Dikkat ediniz; o et parçası kalbdir.»

Bizim sözünü ettiğimiz kalbin genişliği, velayet erbabının kullanımına bağlıdır. Bayezid-i Bistamî ve Cüneyd-i Bağdadî bu manada kalbin genişliğinden haber verip arşı ve içindekileri, kalbin azameti yanında küçük sanmışlardır.

Kalbin darlığı ise nübüvvet dilindeki kullanımına bağlıdır. Bu manada, kalbin darlığı o derecededir ki, bir parçanın dahi onda yeri yoktur.

Bu parça, o kadar küçüktür ki, ondan daha küçüğü yoktur; eşyanın en küçüğüdür.

Bu manada kalbin darlığı bazı vakitlerde o dereceye varır ki, bölünmez derecede küçük olan parça ile kıyaslansa, bu küçük parça, nazarda, kalbin yanında yer ve sema tabakaları kadar bir büyüklük ifade eder.

Üstte anlatılan mana, aklın algılama sınırlarının ötesindedir. Sakın şüpheye düşenlerden olmayasın.

Bu mukaddimeyi anladıktan sonra bilesin ki;

Hakikat-ı camiaya bağlı olan zuhur; hiç şüphe edilmesin ki, arşa bağlı zuhura nisbetle bir lem’a gibidir. Bu manada fazilet ve üstünlük arşa aittir.

Bayezid-i Bistamî’nin ve Cüneyd-i Bağdadî’nin “Kalb, her şeyden geniştir” manasındaki sözleri ve arşı ve içindekileri, o kalbin yanında küçük bir şey olarak görmüş olmaları; bir şeyin örneğini, o şeyin aslı ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.

Nitekim onlar, arşın ve içindekilerin numunesini, kalbin camiiyeti karşısında küçük bir şey olarak görmüşlerdir. O gördüklerine de, arşın hakikatları olarak hükmetmişlerdir.

Bu iştibahın (karışıklığın) menşeini bu Fakir mektuplarında ve risalelerinde mükerrer olarak yazmıştır. (Numunenin aslı gibi görülmesi)

Hadis-i kutside geçen kalb kelimesi ise nübüvvet lisanına uygundur. Ondan murat, et parçasıdır. Tam zuhur dahi, oradadır. Mücerred Zat-ı Ehadiyet’in aynalığı dahi ona bırakılmıştır.

Arşa gelince… her ne kadar onda aslın zuhuru olan tam zuhurdan yana bol nasip var ise de; amma o makamda sıfatların imtizacı (asılla karışımı) vardır. Hakikatte, sıfatlar, Hazret-i Zat’ın zılâli (gölgesi gibi) olduğundan, arşa olan zuhur zıllıyet şaibesinden hali olamaz.

Bu mana icabı olarak, arşın, insana ait olan -sırf asla ait (O’nun Zâtı ile alakalı)- zuhurlardan yana beklentileri vardır.

Bu muamelenin merkezi insandır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Hadis-i şeriften anlaşılan manaya göre, kalb geniştir: amma sen, onun darlığını anlatmaktasın.”

Bunun için verilecek cevap şudur: “Kalbin darlığı, ancak Sübhan Hakkın gayrını alamamasından ötürüdür. Onun genişliği ise kıdem nurlarının onda zuhuru itibarı iledir. Bunda zıtlık yoktur.”

Fakir, bazı risalelerinde kalbi şu ibarelerle anlattı: “Dar ama en geniş; yalın ama en yaygın; en az ama en çok…”

Burada bir başka soru dahi şöyle sorulabilir: “Fazilete hak kazanan, hakikat-ı camiadır; zira o, emir âlemindendir. Belirtilen et parçası ise halk âlemindendir. Bu dahi unsurlardan (toprak, hava, ateş, su) mürekkeptir; bu fazilete nereden nail oldu?”

Bunun için dahi şu cevabı veririz:

“Halk âleminin emir âlemi üzerine meziyyeti (üstünlüğü) vardır ama bunu anlamaya avam halkın idrâki yetişmez. Hatta havassın pek çoğu dahi bunu idrâk edemez. Bu mana, merhum büyük oğluma yazılan tarikat beyanındaki mektupta anlatılmıştır. Bir tereddüd olursa, oradan şifa aransın!”

***

Şimdi o et parçasının beyanını dinle..

Yani: Hakikatini..

Bilesin ki,

Kalp, avam için dört unsurun terkibinden hâsıl olan bir et parçasıdır. Havas için, hatta havassın da havassı için, on cüz’ün terekkübünden suretlenen bir et parçasıdır: Seyrü sülük, cezbe, tasfiye, tezkiye ve kalbin temkine erip nefsin itminanı hatta Yüce Sultan Hakkın sırf fazlı kereminden sonra…

O on cüz’ün dördü anasırdandır, bir tanesi nefs-i mutmainneden olup beş cüz’ü ise emir âlemindendir.

Bu parçalar arasında tezat (zıtlık) ve tebayün (farklılık) var iken, Vacib’ül-vucud Yüce Mukaddes Hakkın kudreti ile bu tezat ve tebayün sureti zail olup gitmiş; aralarında şaşılacak derecede bir birlik (cem’iyyet) ve hey’et-i vahdaniye meydana gelmiştir.

Bu muamelenin oluşunda, en büyük cüz, toprak unsurudur. Tek olarak oluşan bu birlik (hey’et-i vahdaniye) de cüz-ü arzîye (toprak unsuruna) benzemiş, orada istikrar bulmuş (yerleşmiştir).

Bir şiir:

Toprak ol ki gül bitsin sende;
Gül odur ki, toprakta yetişir.

***

Ey Kardeş,

Velayet erbabının ilmi bu ilimlere ve marifetlere ulaşamaz. Zira bunlar, nübüvvet kandilinin nurlarından iktibas edilmiştir. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet…

Bir âyet-i kerime meali:

«Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Halil İbrahim a.s. itminanını istediği kalb işte bu et parçasıdır. Zira onun cami olan hakikati mütemekkin (temkine ermiş), nefsi dahi mutmainne idi. Nitekim, temkin ve itminan, nübüvvetin ilk mertebesi olan velayet mertebesinde hâsıl olur. Onun erbabına salât ve selâm… Nübüvvet şanına münasib olan ise, (emir âleminden olan) cami hakikatin tagallübü (dönüşmesi) değil, (on cüzden oluşan) o et parçasının tagallübü ve çırpınmasıdır. Zira böyle bir şey (cami hakikatin) tagallübü, avamın nasibidir.

Hatem’ür-risalet Resûlullah S.A. efendimizin: «Allah’ım, ey kalbleri döndüren, kalbimi taatın üzere sabit eyle..» münacaatında, taleb ettiği kalb sebatı ise bu et parçasının sebatıdır.

Fakat «Kalb takallübü.. kalplerin çevrilmesi» ile alakalı bazı hadis-i şeriflerdeki kalp kelimesi ile hem cami hakikate şamil mana hem de ümmetin haline göre et parçası kastedilmesi mümkündür.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Bu et parçası: «..Mümin kulumun kalbi Beni alır..» manasına gelen kudsî hadisteki şeref ile müşerref olduktan ve Yüce Mukaddes Hazret-i Zat’a aynalık etmeye hak kazandıktan sonra, onda takallüb ve çırpınma nasıl tasavvur edilebilir? Hatta itminana ne ihtiyacı vardır?

Üstteki soruya şu cevabı verebiliriz: “Zuhur, her ne mikdar tamam olur ve şüun, sıfat şaibesinden ne mikdar halâs olur ise, cehl ve hayret, idraksizlik ve bulamamak gibi haller o kadar ziyade ve bol olur. Bu zuhurun ve vüs’atın olmasına rağmen, çok kere; cehlin ve hayretin kemal derecede olduğundan, Yaratıcı’nın varlığına delil ister. Şu mana için ki: Avam gibi, yaratıcının varlığına delilsiz ve taklidsiz yakin hâsıl olmaz.

Bu sebeple takallüb ve çırpınmak onun haline münasib, itminan talebi dahi zarurî olur. Bu Fakir, bazı risalelerinde şöyle yazdı: “Yakin sahibi olan arif rücu sonunda (halk âlemine döndükten sonra) istidlale (delil arayışına) ihtiyaç duyar. Bu makamda dahi malum oldu ki: O, husulün ve vusulün kendisinde dahi delile ihtiyaç duyabilir.

Bu makam, nübüvvet mertebesi kemalâtı haline muvafıktır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyat.. Diğeri ise, velayet haline münasiptir.

Böyle bir kalbin sahibi, (insanları) davet için âleme rücu vaki olduğu (geri döndüğü) zaman, kalbinin sıkıntısı, çırpınması, takallübü, televvünü daha ziyade ve daha fazla olur. Vusulün kendisinde olsa dahi cehl ve hayret sebebi ile delile muhtaç olduğuna göre firkat zamanında hayli hayli istidlale muhtaç olur ki; eriştiği deliller sebebi ile kısmen de olsa teselli ve itminan hâsıl olur.

Şöyle de diyebiliriz: Bu devlet kendisinden bir kaç zaman gizlendikten, firkat (ayrılık) nişanıyla nişanlandıktan sonra, onun için daima mustarib ve üzüntülü bir durumda bulunması, devamlı olarak, gamlı ve mahzun olması hak (doğal) olur.

Nitekim Resûlullah S.A. efendimiz hüzünlü idi; daima düşünceli idi.

***

Kalp kelimesinin bu iki türlü kullanılışı arasındaki bazı farkları beyan edeceğimizden akıl kulağı ile dinlenmesi gerek.

Bilesin ki, âlem-i emirden olan o hakikat-ı camia için ancak tasfiye ve tezkiyeden sonra devam vasıflı tam temkin hâsıl olur. Ama o et parçası böyle değildir. Zira bunun itminanı, havas (dış duyular) ve idrâke bağlıdır. Bir şey, havas (duyular) ile idrâk edilmedikçe, (tereddütten kurtulup) ıstıraptan çıkılamaz. Bu mana icabı olarak, Halil a.s. şöyle yalvardı:  «Rabbim, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun?.» (2/260)

İki manadaki kalb arasında bulunan ikinci fark şöyledir:

Hakikat-ı camia zikirle tesirlenir (zikirden etkilenir). Zikir kemale ulaşınca, zikirle ittihad eder (birleşir) ve onunla bir cevher olur. Avarif’ül-maarif adlı eserin sahibi, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; bu üstün makam için ‘en yüce maksat’ der ve şu tabiri kullanır: Zikr-i Zat..

Et parçası olan kalp ise böyle değildir. Zira onun zikre yolu yoktur ki tesirine girip bir cevher olsun… Bundan yana uzaktır. Bilakis onda zikredilenin zuhuru zıllıyetle değil asaletledir (gölgesel olarak değil aslî olarak zuhuru söz konusudur). Zikrin yükseleceği en son nokta da zikrin dehlizine (giriş yerine) kadardır.

Üçüncü farka gelelim. Şöyle ki:

Hakikat-ı camia, nihayetin nihayetine ulaştığı, has velayetten dahi bol nasibe nail olduğu zaman, eğer matlub için aynalık olma durumu da kendisine hâsıl olur ise kendisinde zahir olan, matlubun zılli olur; aynı değil. Tıpkı, bir şeyi gösteren ayna gibi.. Zira onda zahir olan bir şahsın kopyasıdır (görüntüsüdür); kendisi değil. Amma, et parçası olan kalb böyle değildir. Zira onda zahir olan -aynanın hilafına- matlubun aynıdır; zilli değil. Bu mana icabı olarak, kudsî hadiste söyle buyuruldu:

«…Beni mümin kulumun kalbi alır.»

Bu muamele, fikir sınırlarının ötesindedir.

Sakın ha, burada hulul (Allah’ın kalbe girdiğini) ve temekkün (oraya yerleştiğini) tahayyül edesin; zira böyle bir şey küfür ve zındıklık olur. Akl-ı meaş (dünyalık akıl), bir şeyin bizzat kendisinin bir başka şeyde zuhur ettiği halde o şeyin içine girmediğini ve içine yerleşmediğini kabul etmese de… Bu, aklın kusurundandır; gaibi (görünmeyen âlemin ölçülerini) hazıra (görünen âlemin ölçülerine) kıyas etmekten kaynaklanır.

Sakın kâsırlardan (sığ düşüncelilerden) olmayasın..

Dördüncü farka gelelim…

Şöyle ki:

Hakikat-ı camia (her şeyi özünde toplayan kalp), emir âlemindendir; et parçası ise, halk âlemindendir. Hatta halk âleminden ve emir âleminden olan onun birer parçasıdır. Ama halk, onun en büyük parçasıdır; emir ise, onun en küçük parçasıdır. Bu iki cüz’ün (parçanın) bir araya gelmesinden, vahdanî bir heyet hâsıl olmuştur. Böylece, hayrete düşüren bir hal almıştır.

Her ne kadar o hayrete düşüren hali ile halk âlemi ile emir âlemine mugayir (aykırı) olanlardan hiç biri ile (kendine has terkibi sebebi ile) münasebeti ve benzerliği yok ise de, yine de o halk âleminden sayılır. Zira, arza bağlı parça bu muamelede umde (direk) sayılır. Toprağın tevazuu da, onun yükselmesine sebeptir.

Beşinci farka gelince:

Hakikat-ı camianın vüs’atı (genişliği), eşya suretlerinin onda zuhuru (görünmesi) itibarına göredir. Tazyikinden (sıkışmasından) sonra inkişaf eden et parçasının vüs’atı ise namütenahi sınırı olmayan matlubu alması itibarına göredir. Bu tazyik (sıkıştırma), dehlizinin tazyikidir. Şunun için ki o: Matluptan başkasının oraya girmesine manidir (engel olmaktadır). Hatta zikrin dahi, mezkûrun perdelerine ulaşmasına mani olur. Böylece o mukaddes haremin çevresinde, zılliyet şaibesi diye bir şey bırakmaz.

Şu da bir başka mana..

Birincisinin genişliğinde keyfiyet şaibesi olduğundan, keyfiyeti olmayan varlığa ayna olmaya lâyık (uygun) değildir. İkincisinin, keyfiyeti olmayan zattan nasibi olduğundan ona keyfiyeti olan sığmaz (keyfiyeti olanı içine almaz).

Asıl şaşılacak durum şu ki: (İnsanları) davet için rücu ettikten (geriye döndükten) sonra bu kalbe, zulmet (karanlık) ve perde gelmiştir. Bu mana icabı olarak, Seyyid’ül-beşer Resûlullah S.A. efendimiz şöyle buyurdu: «Kalbime ağırlık gelir (veya perde..)»

Bu farkı daha ne kadar anlatalım?
Toprak nereede, Rabb’ül-erbab nerede?

***

Ey Kardeş!

Sakın ha, olmaya ki, bu: «M u d ğ a..» tabiri ile anlatılan kalbi önemsiz bir et parçası olarak tahayyül etmeyesin. Zira o, nefis bir cevherdir. Onda, halk âleminin sırları ve hazineleri gizlenmiştir. Emir âleminin dahi, defineleri ve sırları gömülmüş (saklanmıştır).

Üstelik bu kalp, hey’et-i vahdaniyesine bağlı olarak has bir muameleye tabi tutulmuş; onun on cüz’ü tasfiye, tezkiye, cezbe, sülük, fena ve beka ile pak ve temiz kılınmış, mâsivayla taallukatı (ilişkinin) kirlerinden arındırılımıştır. Meselâ: Kalb takallübden (devamlı değişmeden) kurtulup temkin mertebesine ulaşmıştır. Nefis dahi emmare olmaktan çıkıp itminan fezasına ermiştir. Ateşe bağlı olan parçası dahi azgınlıktan, inattan, tuğyandan alınmıştır. Toprağa bağlı unsurdan dahi, düşüklük ve hasisliği çıkmıştır.

Üstte anlatılan kıyas devam ettirilebilir. Hülâsa; ifrat ve tefrit cinsinden olan her sıfat, onun bütün cüzlerinden kalkmıştır. Bütün bunlardan halâs olup kendisine itidal gelmiştir, işte bundan sonra onun cüzleri, sırf fazilet ve kerem suyu ile terkib edilip muayyen bir şahıs haline gelmiştir. Bu şahsa da İnsan-ı Kâmil ismi verilmiştir. Bu şahsın, vücud merkezinin hulâsası olan (varlığının özünü teşkil eden) kalbine de: «M u d g a.. (et parçası.)» tabiri kullanılmıştır. İşte o mudganın hakikati budur. İbare ölçüsüne göre, dedikodu kisvesinde, ibare mikyasına göre bu manalar zuhur etmiştir.

Emir Sübhan Allah’ındır.

***

Burada nakısın biri şöyle bir soru sorabilir: “Her insan, bu on cüzden mürekkeptir (bir araya gelmiştir). Bu cüzlerin terekkübünden, onun için bir hey’et-i vahdaniye vardır zaten?”

Bu soruya şu cevabı veririz: “Evet, her insan bu cüzlerden mürekkeptir. Lâkin bu cüzler, pak ve temiz olmuş değildir. Cezbe ve sülük yolu ile masiva kirlerinden halâs olmamıştır. Haliyle İnsan-ı kâmil cüzleri böyle değildir. Zira onlar, fena ve beka ile pak ve nazif olmuştur. Nitekim bu mana daha önce anlatıldı.

Bu cüzler, her insanda birbirinden farklı olduğundan ve her unsurun da kendi altında birbirinden farklı unsurları ve halleri bulunduğundan zarurî olarak, onun hey’et-i vahdaniyeden nasibi olmaz. Eğer bir hey’eti var ise, o da hakikî değil; itibarîdir. Amma, insan-ı kâmilin cüzleri böyle değildir. Zira o, temayüz (farklılaşma) ve tebayün (ayrı ayrı olma) vasfından çıktıktan sonra, imtizaç ederek karma bir durum almış; birbirine zıt halleri, birbirine uymayan hükümleri ondan ayrıldıktan (ortadan kalktıktan) sonra, tek bir hüküm üzerine karar kılmıştır. Böyle olunca da, hey’et-i vahdaniye (tek bir hey’et) onda zarurî olarak hakikat olmuş; itibarî olmamıştır. Tıpkı muhtelif ilâçlardan meydana gelen bir macun gibi.. Onların parçaları bir araya gelip bazısı bazısına karıştıktan sonra, onun için bir hey’et sabit olmuş; ayrı ayrı olan hükümler dahi ondan gitmiştir. Böylece, onun için tek hüküm arız olmuştur. Bu manayı anla!

En iyi bilen Sübhan Allah’tır.

***

Ey Kardeş,

O et parçası (Mudga) için tesbit edilen bütün bu kemalât, ancak: «kâbe kavseyn / iki yayın birleşimi» (53/9) mealine gelen âyet-i kerime ile anlatılan makamdadır.

Burada her ne kadar zuhur eden (zahirde görünen), sureti teşkil eden gölge değil, öz zât olsa da belki zuhur eden şeyde zuhur yerinin vasfının bulunduğu vehmine kapılmak mümkün olabilir. Fakat aynada zuhur eden (görünen) şahıs aynanın vasfından arınmış değildir. Bu bakımdan yayın iki ucu arası (iki gavs) söz konusudur.

Anlatılan makamın daha ötesinde ise «ev ednâ / daha da yakın» (53/9) âyet-i kerimesi ile anlatılan makam vardır. Burası öyle bir makamdır ki, orda (aynada) zuhur eden (zahir olan), zuhur yerinin (görünenin) hiçbir vasfını almamıştır. Orada (öz Zât üzeriene) zaid (fazladan) bir şey dahi tahayyül edilemez. Bu makamda iki yay (iki yayın aralığı) da söz konusu değildir. Orada tek bir vasıftan başka bir şey tasavvur edilemez. Zira anlatılan «.. daha da yakın..» makamına münasib olan da budur.

Bu makamın muamelesi «.. iki yayın birleşimi..» âyet-i kerimesi ile anlatılan makamın muamelesine mugayirdir (zıttır). İmkân âlemi yapraklarını çevirmek gerekir ki; yükleri (ağırlıkları, manaları): «.. iki yayın birleşimi..» makamından «.. daha da yakın..» makamına taşımalı…

***

Kelâmımızda işaret, remz, beşaret (müjde) ve hazineler vardır.

İlham eden Allah’tır.

Allah-ü Teâla, Efendimiz Muhammed’e ve ashabına salât, selâm ve bereket ihsan eylesin.

Mektubat-ı Rabbani