Samimiyet tarafından yazılmış tüm yazılar

HİKMET ve ADALET

Davud aleyhisselâm zamanında çalışmadan, eziyet çekmeden helâl rızık isteyen bir adam vardı. O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte, Allah’tan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan helâl rızık istemekte; her akıllı ve ahmak adamın yanında, daima şöyle dua etmekteydi: “Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık, bir servet ihsan eyle! Mademki beni tembel yarattın, rızkımı da tembellik yolundan, çalışmadan, didinmeden ihsan et! Tembelim ben, varlık âleminde senin ihsan ve cömertliğinin gölgesinde  yatmış, uyumuşum. Tembeller ve zahmetsizce yaşamaya alışmış olanlar için galiba başka türlü bir rızık takdir etmişsin ki, onlara çalışmadıkları hâlde rızıkları geliyor. Kimin ayağı varsa gider rızkını arar; ayağı olmayan, çalışacak hâli bulunmayansa yanıp yakılır, durur! Bulutu yeryüzüne sürdüğün gibi rızkı da o mahzun kişinin yanına götür! Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutları ona doğru iki kat hızla sürer, götürür. Çocuğun ayağı olmadığı, henüz yürümeye başlamadığı için, anası başı ucuna kadar gelir; nimet ve ihsanlarını yağdırır. Yarabbi, Senden zahmetsizce, yorulmadan, ansızın gelecek bir rızık istiyorum. Zaten yalvarıp yakarmadan ve istekten başka bir çalışmam da yok!”

Birçok zaman sabahtan akşama, akşamdan da kuşluk çağına kadar bu duâyı eder dururdu. Halk da onun sözlerine, yersiz istek ve ısrarına güler ve: “Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını başından aldı?” derlerdi. “Rızık, zahmet çekmek ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. ‘Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin… Evlere kapılarından girin’ denmiştir. Şimdiki zamanın Hakk elçisi, buyruk sahibi ve sultanı, nice sanat ve hünerlere sahip Davut Peygamber’dir. Dostun inayetleri onu seçmiş ve bu kadar naz-ü naime sahip olduğu halde yine de çalışıyor. Mucizelerin haddi hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne gelip duruyor. Hazreti Âdem’den bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi. Her vaazında iki yüz kişi ölmekte… Güzel sesi insanları candan etmekte. Aslanlar, ceylânlar vaazına gelmekte… Ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan (aslan ve ceylanlar birbirlerinden habersiz kalırlardı)! Sesine dağlar da ses veriyor, (eşlik ediyor) kuşlar da. Onun, bunun gibi ve daha yüzlerce mucizeleri var. Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün cihetleri de kaplamış. Bunca yücelikle beraber ALLAH, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklanması çalışmasına bağlı. Bunca yücelikle beraber zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor. Hâlbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin. İşte böyle bir zavallı, ticaret yapmaksızın eteğini kârla doldurmak istiyor. Böyle bir şaşkın, gökyüzüne merdivensiz çıkarım diyor.”

Birisi alaya alıp “Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte; öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi. O ise halkın bu kınama ve alayına hiç aldırış etmez, duayı niyazı azaltmazdı bile. Sonunda şehirde böyle tanındı, boş ambarda peynir aramakta diye şöhret buldu. Bu haliyle darb-ı mesel oldu ama yine de bu istekten bu niyazdan vazgeçmedi.

Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken, birdenbire evine doğru bir sığır koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı. Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp sığırı bağladı. Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti. Derisini yüzsün diye çabucak kasabı çağırmaya gitti. Meğer o sığır kasabın imiş.

Sahibi sığırı görünce “Ey karanlıkta benim sığırımı aşıran, borçlusun bana sen. Neden onu kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi. Adam, “Ben Allah’tan rızık istiyor, kıblemi niyazımla süsleyip duruyordum. Eskiden beri edip durduğum dua müstecâb oldu. Benim rızkım idi, tutup kestim, işte cevap” dediyse de, o hışma geldi, yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu. “Ey zalim ahmak, saçma sapan lafları bırak azgın herif!” diyerek onu çeke çeke Davud Nebi’nin huzuruna kadar götürdü. “Aklını başına al, kendine gel! Bu ne çeşit dua? Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu.

Adam “Ben Hakk’a dualar etmişim, bu tazarru’ içinde nice kanlar yutmuş, zahmetler çekmişim. Yakînen biliyorum ki dua müstecâb oldu. Ey hitabı kötü olan, var, başını taşa vur” dediyse de…Davacı adam “Ey Müslümanlar, toplanın da bu herifin yavelerini (saçmalarını) duyun! Ey Müslümanlar, ALLAH için söyleyin… Dua nasıl olur da benim malımı onun yapar? Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder, mal, mülk sahibi olurdu. Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi. Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, Ey Hudâ bize mal, mülk ver diyorlar. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan, bize ihsan kapısını da aç, derler. Fakat bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi.

Halk da, “Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zalim bir adam. Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeriatte görülmüş bir şey mi? Ya paranla bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar yahut vasiyet eder (miras bırakır) yahut da gönlünden kopar da sana verir. Aksi halde bir şeye sahip olamazsın. Bu yeni şeriat hangi kitapta? Sen ya o sığırı ver, ya hapse git” demekteydi.

O, gök tarafına teveccüh etti ve dedi ki: “Yarabbi, bizim vâkıamızı Senin gayrin bilmez. Gönlüme o duayı ilham eden de, gönlümde yüzlerce ümit belirten de Sensin! İlâhî, o duayı beyhude etmedim; Yûsuf gibi rüyalar görmüş idim.” “Yûsuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü. O rüyaya itimadı olduğu için, kuyuda da onun zuhurunu bekliyordu, zindanda da. Ondan başka, ne kölelikten derdi vardı, ne ‘Züleyha meselesinde’ az çok kınanmaktan! Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı.” Yusuf’u kuyuya attıkları zaman taraf-ı Îlâhî’den nidâ geldi. “Ey yiğit, bir gün padişah olacak ve ettikleri bu cefayı yüzlerine vuracaksın.” Bu nidânın kâili gözle görünmez ama gönül, kâili eserinden tanır. O nidâdan bir kuvvet, bir rahat, bir huzur canının ta ortasına düştü. O nidâ-i Celîl sebebi ile, kuyu, Halîl üzerine olan ateş gibi gülşen oldu.  Gayri ne cefâ ki ona erişirdi, o kuvvetle neşeyle karşılar idi. Nitekim ‘Elestü bi Rabbiküm’ hitabının zevki de öyledir ve her müminin gönlünde tâ mahşere kadar devam eder. Bu sebeple ne belâya itiraz ederler ne de Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar.

Adam dedi ki: “Yâ Râbbi! Bu cürümden dolayı, o hilekâr bana kör diyor! İblisçe bir kıyas! Ben ne vakit  duayı körcesine ettim; Hâlîk’tan gayrisine ihtiyacı arz ettim? Kör, cehli dolayısıyla halktan umar; ben ise yalnız Senden! Zîrâ her müşkilin kolaylığı Sendendir. Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canımın niyazını ve ihlasını görmedi! Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Ey güzel, “Kişiyi sevdiği şey, kör ve sağır yapar.”  Bu körlük, o körlüktür. Hudâ’dan başkasına körüm ki müşâhede-i Îlâhî’de (gönül) gözüm açıktır. Aşkın muktezası da budur. Yâ Râb, Sen ki Basîr’sin, beni körlere katma! Ey Lütfunun etrafında dönüp durduğum! Yusuf-u Sıddıyk’a gösterdiğin rüya ona dayanak olduğu gibi lütfunla bana gösterdiğin rüya da hadsiz hesapsız dualarım da beyhude olmadı. Fakat halk benim sırlarımı bilmez de sözlerimi hezeyan sanır. Hakları da var. Gayb sırrını, sırları bütünüyle bilen ve ayıpları tamamıyla örtenden başka kim bilebilir?”

Hasmı dedi ki: “Ey amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana dön de doğruyu söyle! Hilekârlık ediyor ve halkı aldatmak istiyorsun; aşktan, kurbetten dem vuruyorsun. Madem ki (haram yiyecek kadar) kalbi ölmüş birisin, hangi yüzle yüzünü göklere çeviriyorsun?”

Bu hâdise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O Müslümansa, “Ey Hudâ, bu kulunu rüsvây etme! Eğer fena isem de sırrımı aşikâr etme!” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere sürmekteydi.

Vaktaki Davut Nebî dışarı geldi ve dedi: “Ahvâl nedir, nasıl oldu?

Müddei (iddia eden) dedi ki: “Ey Allah’ın nebisi, adalet! Sığırım, bu adamın evine girmiş; o da onu kesmiş. Ona sor, neden kesmiş, söylesin.”

Davut ona dedi: “Ey kerem sahibi, niçin muhteremin mülkünü telef ettin? Sakın lafı dolaştırma, delilini getir ki bu dâva halledilsin” dedi.

Dedi: “Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Hudâ’dan, helâl ve zahmetsiz bir rızık istemekte idim.  Erkek kadın, herkes feryadımı bilir; çocuklar bile macera vasf ederler idi. Kime istersen sor, derhal söyleyiversin. Bu eski abalı yoksul neler söyler idi diye halktan hem gizli sor, hem de aşikâre…

Bu cümle duadan ve figandan sonra ansızın evime bir sığır girdi. Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye… O gaybı bilen duamı kabul etti diye şükür için  hemen oracıkta onu kestim.”

Davut aleyhisselam dedi : “Bu sözleri yıka, dâvana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet bırakayım? Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Niçin mahsul alıyorsun, ekinci misin? Ey amca, kazanç elde etmeyi de ziraat gibi bil! Sen ekmedikçe ürün senin olamaz. Ektinse, ektiğini biçersin; senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’i olur. Git, müslümanın malını ver, eğri söyleme! Borç al, ver; bâtılı isteme!” dedi.

Dedi ki, “Ey Şah, zulüm sahiplerinin söylediğinin aynını söylüyorsun bana!”

Secde etti ve dedi: “Ey kalbimdeki yanışı bilen, o şu’leyi Davud’un kalbine de at! Sır ile gönlüme düşürdüğünü, onun gönlüne de düşür, ey ihsan sahibi Rabbim.”

Bu sözleri söyledikten sonra hıçkıra hıçkıra ağladı. Öyle ki, Davud’un gönlü yerinden oynadı.

Dedi ki: “Ey sığırı dâva eden, bana bugün mühlet ver ve bu dâvayı eşme. Tâ ki ben halvet tarafına gideyim, sır biliciden namazda bu ahvâli sorayım! Namazda o iltifata alışmışım; “Namaz gözümün nurudur” sırrı zuhur eder; bu benim huyumdur. Derûnî safâmdan dolayı ruhumun penceresi açılır da oradan  Hudâ’nın nâmesi vasıtasız erişir. Nâme, yağmur ve nûr madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime düşer. Penceresi olmayan ev cehennem gibidir.

Ey kul, dinin aslı, pencere açmak ve oradan tevhid ve hidayet ziyası alarak kalbi aydınlatmaktır.

Gayret baltasını o manevi pencereyi açmak için vur…”

Davut, kapıyı kapayıp acele mihraba ve duayı müstecâb tarafına gitti. Hakk ona işin hakikatini tamamıyla gösterdi de cezaya layık kimdir, kısasa layık adam hangisidir, vakıf oldu. Ertesi gün bütün hasımlar geldiler, Davud Peygamber’in huzurunda saf vurdular. Müddei yine aynı davayı tekrarladı, ağır sözler söyledi.

Davud ona dedi: “Sus, bu dâvayı bırak, sığırı bu müslümana bağışla!” dedi. Ey civan, mademki Hudâ, senin sırrını örttü; git süküt et de onun bu Settar’lığına şükret” dedi.

Adam dedi ki: “Vâveylâ, bu nasıl hüküm, ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı koymak istersin. Oysa adaletin âleme yayıldı da yer, gök güzel kokulara büründü. Kör köpeklere bile bu sitem vaki olmadı. Bu haksızlıktan taş da yarıldı, dağ da!” “Ey ahali, vakit zulüm vaktidir, gelin de görün!” diye bağırıyor; açıktan açığa ağır sözler söylüyordu.

Davud ona dedi ki: “A inatçı, malının hepsini ona bağışla. Yoksa işin çok şiddetli olur! Sana söyledim; tâ ki ona mahsus olan zulmün zahir olmasın!”

Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “Her an zulmü ziyade ediyorsun” dedi ve bir müddet kınamaya devam etti. Davud onu tekrar huzuruna çağırıp dedi ki: “Ey bahtı körleşmiş, mademki talihin yok, senin zulmün yavaş yavaş zuhura geldi. Pislenmiş olduğun halde yine başköşeyi gözetip duruyorsun ha! Senin gibi bir eşşeğe çerçöple saman bile yazık… Beyhûde feryat etme, yürü, çocukların da onun kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!”

İki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi. Onun yaptığını bilmeyen, işin iç yüzüne vakıf olmayan halk da kınamaya başladı.

Saman çöpü gibi hevâ ve heves elinde oyuncak olan, zalimi mazlumdan nasıl fark edebilir? Zalimi mazlumdan ayırt eden, zulümkâr nefsinin boynunu vurmuş kişidir. Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlumlara düşman kesilir.

Mazlumu öldürücü, zalime tapıcı avâm, pusudan köpek gibi Davud aleyhisselamın karşısına sıçradı. Ona teveccüh edip “Ey bizim üzerimize seçilmiş olan nebi-i muhtar!  Senden bu lâyık değildir, zîrâ bu açık bir zulümdür. Sebep yokken bir günahsızı kahrettin” dediler.

Dedi: “Ey dostlar, onun zamanı erişti ki, gizli olan sırrı zahir ola! Hepiniz kalkınız, tâ ki dışarıya gidelim de o gizli sırra vakıf olalım. Filân ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, birbirleriyle birleşmiştir. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplamış, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor. O latîf ağacın dibinde kan vardır. Bu uğursuz, orada efendisini öldürmüştür. Şimdiye kadar Hudâ’nın hilmi onu örttü. Fakat bu kaltaban, şükürsüzlüğünden,  efendisinin çoluk çocuğuna ne baharlarda bir şey verdi, ne bayramlarda. O  muhtaç biçarelerin hal ve hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı; eski hakları aklına bile getirmedi. Bu mel’ûn şimdi de bir sığır için onun oğlunu yere vuruyor. Günahtan perdeyi kendi kaldırdı; yoksa Hudâ, onu örttü idi.

Kâfir ve fâsık bu zarar devrinde kendi perdelerini kendileri yırtarlar. Can sırları arasında zulüm gizlidir, onu halkın önüne koyan zalimdir. Bakın bana, der; boynuzlarım var benim; açıkça görün cehennem sığırını!”

El ve ayak, isyan ve zulüm sahibine (bu dünyada da) şahitlik eder. İyi veya kötü itikadını gizleme, açığa vur diye gönlündeki şey, kendi bâtının başına dikilir. Özellikle öfke ve gıybet zamanında, sırrını en ince ayrıntısına kadar açığa çıkartır. Zulüm ve cefa: “Ey el ve ayak, beni açıkla!” diye galebe çalınca, sırrın şahidi, özellikle coşku, öfke ve kin zamanında buna nasıl dirensin?

Sırrın sancağını sahraya dikmek için böyle bir memur atayan, mahşer gününde de diğer memurları atamaya kadirdir.

Ey zulüm ve düşmanlığa on elle sarılan! Özün ortada senin, tanığa gerek yok! Zararda meşhur olmana gerek yok! Basiret ehli, ateş gibi yakıcı olan içine, özüne vakıftır. Nefsin, beni görün, ben nâr ashabındanım (ateş ehliyim), diye her an yüzlerce kıvılcım saçar. Ben, ateşin cüz’üyüm (parçasıyım), küllüme (aslıma) dönüyorum. Nur değilim ki Hazret tarafına gideyim.

Nitekim hak tanımaz bu zalim, bir sığır için bunca hilelere girişti. Hâlbuki o, efendisinden yüzlerce sığır, yüzlerce deve almıştı. Bir gün bile Hudâ’ya yüz tutup ağlamadı, inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle “Yâ Râbbi” sözü çıkmadı. “Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankârlıkta bulundum ama sen onu kâra tebdil eyle” bile demedi.

Vaktaki şehirden çıkıp o ağaca doğru gittiler, dedi ki, “Onun elini arkasına sıkıca bağlayın! Tâ ki onun günahını ve zulmünü izhar edeyim, adl bayrağını sahraya dikeyim!”

Dedi: “Bre köpek, bunun ceddini öldürmüşsün; sen kölesin, efendi olmuşsun. Efendiyi öldürüp malını götürdün… Hakk Teâla, halini âşikâr etti. Senin kadının, onun cariyesi imiş; bu efendiye o da cefa göstermiş idi. (Onunla bu kötü işi yaptın.) Ondan erkek, dişi ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır. Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı istedin, al sana şeriat!

Efendini ‘sakın yapma’ diye yalvarta yalvarta burada öldürdün. Gördüğün korkunç bir hayalden dolayı korktun… Aceleyle bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa gömdün. İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını! Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Efendiye işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.”

Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da! Halka bir velveledir düştü. Hepsi de belindeki inkâr kuşağını, zünnarlarını kestiler.

Ondan sonra hak sahibine “Gel buraya ey hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi. Aynı bıçakla o adamın da kısas edilmesini emretti.

Kim ne hile ve zulum yaparsa yapsın, ALLAH’ın ilminden, mekrinden ve adaletinden kurtulabilir mi hiç?

ALLAH’ın hilmi, bazen zâlim ve katilleri gizler ve cezasını geciktirse de, zulüm haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar.

Kan uyumaz yani gönüllere onu araştırmak, müşkülü halletmek merakı düşer. ALLAH’ın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur. “Filân ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” “Falanın durumu nasıl?” diye topraktan ekin fışkırır gibi onun bunun gönlünden meraklar fışkırır.

Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.

Mesnevi-i Şerif

KISSADAN HİSSE

Musa peygambere genç bir adam dedi ki: “Bana hayvanatın lisanını öğret! Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım. Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, su, ekmek, şan ve şeref içindir. Belki hayvanların başka bir derdi, bu dünyadan göçme zamanında başka bir tedbirleri vardır!“

Hazreti Musa: “Git, bu hevesten vazgeç! Bunun önünde sonunda pek çok tehlikesi var. İbret almayı, uyanmayı Allah’tan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil!“ dedi.

Musa aleyhisselam menettikçe adam kızıştı, üstüne düştü. Zaten kişi, men edildiği şeye karşı haris olur, büsbütün üstüne düşer!

Dedi ki: “Ey cömert Kelîmullah, beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna uygun düşmez. Bu zamanda Hakk’ın halifesi sensin. Mani olur muradımı vermezsen beni me’yus edersin.“

Musa Kelîmullah: “Yarabbi, mel’un Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor? Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem kalbi suizanla dolacak” dedi.

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ya Musa, öğret; çünkü Biz, keremimizden hiçbir duayı reddetmeyiz.”

Kudret, herkesin harcı değil… Acziyet ise Allah’ın has kulları için bir sermayedir. Eli bir şeye erişmeyen, kendini zühd ve takvaya vermiştir ki yokluk (ve fakirlik), bu yüzden daima iftihar sebebi olmuştur!

Zengin zenginliği yüzünden bu devletten uzaklaşmıştır… kudreti olduğu, sabrı terk ettiği, dilediğini yapıverdiği için!.. Âcizlik ve yoksulluk ise hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından (sabırlı olan) insana aman verir.

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ya Musa, sen onun dileğini ver de elini aç, dilediğini yapsın!“ İhtiyar ve irâde etmek, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü, felekler de ihtiyarsız dönüp durmada. Fakat dönüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü sevap da ihtiyarî olarak yapılan işe verilir, azap da! Zaten bütün âlem Allah’ı tesbih eder… Fakat irâde ve ihtiyarı olmadığından, ücreti, yaptığı tesbihten ibarettir. Erin eline kılıcı ver de, onu âcizlikten kurtar. Onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!”

Musa aleyhisselam, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “İsteğin seni mahcup eder, yüzünü sarartır. Gel, bu sevdadan vazgeç. Allah’tan kork. Şeytan, seni aldatmış, o sana ders vermiş!“ dedi. Adam, “Bari kapı dibinde yatıp duran köpekle kümes hayvanlarının dillerini öğret.” dedi. Musa aleyhisselam dedi ki: “Hadi git, istediğin oldu… (Sabah kalkınca)  ikisinin dili sana beyan olunacaktır.“

Adam, sabahleyin, tecrübe için, kapının eşiğinde beklemekteydi. Hizmetçi kadın sofra örtüsünü silkerken bir lokmacık bayat ekmek yere düştü. Horoz, ekmek parçasını hemencecik kapıverdi. Köpek dedi ki: “Sen, bize zulmettin. Buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem… Sen buğday da yiyebilirsin, arpa da, darı, mısır gibi başka şeyler de… Halbuki ben bunların hiçbirini yiyemem. Böyle olduğu halde bizim kısmetimiz olan şu bir parçacık ekmeği bile kapıyorsun!” Bu sözü duyan horoz, “Merak etme, Allah sana, buna karşılık başka şeyler verir. Bu ev sahibinin atı sakatlanacak. Yarın sabah, adamakıllı yer ve doyarsın, kederlenme! Atın ölümü, köpeklere bir bayram olacak… çalışıp çabalamadan bir hayli rızık dökülüp kalacak“ dedi.

Adam, bu sözü duyar duymaz derhal atı pazara götürüp sattı. Horozun dediği çıkmadı, köpeğe karşı mahcup vaziyette kaldı. Ertesi günü yine horoz, ekmeği kapınca köpek ağzını açtı, dedi ki: “A düzenbaz horoz… Bu yalan ne zamana kadar sürecek? Ne zamana kadar bu zulümkârlık, bu kara yüzlülük? Hani at sakatlanacak dediydin, nerde? Sözünde hiçbir doğru yok!”

İşe vakıf olan horoz ona dedi ki: “Atı sakatlandı sakatlanmasına ama başka yerde. Efendi uyanık çıktı. Atını satıp ziyandan kurtuldu. Uğrayacağı ziyanı, başkalarına yükletti. Fakat yarın katırı sakatlanıp ölecek” dedi.

O haris adam, hemencecik katırı da sattı, dertten de kurtuldu ziyandan da. Üçüncü günü köpek, horoza dedi ki: “Ey beyliği davulla ilân edilen yalancılar beyi, hani, nerede vaadin?”

Horoz, “Acele katırı da sattı. Fakat yarın kölesi ölecek. Ölünce de akrabası, yoksullara köpeklere ekmekler dağıtacaklar” dedi.

Adam, bunu duyunca köleyi de satıp ziyandan kurtuldu, yüzü parladı, neşelendi. Şükürler etmekte, âlemde üç ziyandan da kurtuldum, kümes hayvanlarıyla köpeklerin dillerini öğrendim de kötü takdirlerden kendimi kurtardım demekteydi. Ekmekten mahrum kalan köpek, üçüncü gün “Ey tek, çift atıp duran herzevekil! Yalanın, düzenin niceye bir sürecek? Sen yalandan başka bir söz söylemez misin?” dedi.

Horoz dedi ki: “Haşa… ne ben yalan söylerim, ne benim cinsimden olan öbür horozlar. Biz yalandan yunmuş, arınmışız; müezzinler gibi doğru söyler, güneşi gözetler, vakit geldi mi ki diye bekler dururuz! Üstümüze taş örtseler, bizi karanlık bir zindana kapatsalar yine içten içe güneşi gözler, vaktini haber veririz. Allah, bizi namaz vaktini bildirmek üzere Âdemoğluna hediye etmiştir. İçimizden biri yanılır da vakitsiz öterse o ötüşü ölümüne sebep olur. Vakitsiz “Haydin namaza” dememiz, kanımızı mübah eder. Kölesi öldü ölmesine de, onu alan kişinin yanında öldü. Ziyan, alan kişiye oldu. Açıkgöz efendi malını kaçırdı ama iyi bil ki kendi kanına girdi. Bir ziyana uğramak (ve o ziyanı sabırla karşılamak), birçok ziyanları defedecekti. Fakat şimdi ev sahibi ölecek. Mirasına konan feryat ve figan ederek bir öküz kesecek. Yarın, adam ölünce sana epeyce yemek düşecek. Köyde halk da, ileri gelenler de kurban etleri,  yemekler yiyecekler. Bir hayli et, koca koca ekmekler dağıtılacak.

Atın, katırın, kölenin ölümü, bu ham mağrura gelecek kazayı defedecekti, ona siper ve kalkan olacaktı. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak derdinden kaçtı da malını çoğalttı… çoğalttı ama kendi kanına girdi!

O herif de horoz ne diyecek diye kulak vermiş dinliyordu. Bunları duyunca ateşlendi… Koşa koşa Musa aleyhisselam’ın kapısına dayandı. Korkudan kapısının toprağına yüz sürmekte, Ey cömert Kelîmullah, feryadıma yetiş, demekteydi.

Musa aleyhisselam, “Yürü, kendini sat da kurtul. Mademki (satışta) usta oldun, atı, katırı ve köleyi satıp ziyandan kurtuldun, şimdi de kendini sat ve kurtul! Hadi, Müslümanlara ziyan ver, keseni, dağarcığını iki kat doldur.

Sana şimdi bahtının aynasında görünen bu kazayı, vak’a olmadan önce haber vermiştim” dedi.

Adam tekrar feryat edip dedi ki: “Ey iyi ahlâklı, lûtfet. Başıma kakma, yüzüme vurma. Ben, iyiliğe lâyık bir adam değilim, ancak öyle hareket edebilirdim… ettim de. Sen, benim liyakatsızlığıma iyi bir karşılık ver.”

Musa aleyhisselam, “Oğul, yaydan bir oktur fırladı, geri gelmesi âdet değildir. Ancak lütuf sahibi Hakk’tan dilerim, ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin. İmanını yoldaş edindin mi dirisin… imanla gittin mi ebedîsin” dedi.

Tam bu sırada adamın hali değişti, gönlü bulandı. Leğen getirdiler ama bu, yemekten meydana gelen gönül bulantısı değil ki; ölüm alâmeti! A ham betbaht, kay etmenin ne faydası var sana?

Adamcağızın ayakları birbirine dolaşıyordu. Dört kişi alıp evine götürdüler.

Zamanın Musa’sı/halifesinin öğüdünü dinlemez, küstahlık yaparsan kendini çeliği sağlam bir kılıcın üstüne atmış olursun! Kılıç, senin canını alıverir, kesmekten haya etmez. Bu da senin lâyığın olur.

Deryaya lâyık olan su kuşudur; bu nükteyi anlayıver! Allah doğruyu daha iyi bilendir.

O adam, su kuşu olmadığı halde denize girdi; boğuluyor…

Musa aleyhisselam, o seher vakti duaya başladı: “Ey kullarını seven Rabbim!  O yanılmış, şaşırmış, haddini bilmemiş, haddinden fazla ileri gitmiş. Onun imanını alma, bağışla onu! Destgîri, yardımcısı ol!“

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: “Ona imanını bağışladım. Hattâ hatırın için şimdi dirilteyim de.”

Musa Kelîmullah, “Yarabbi, bu dünya ölümlü dünyadır. Sen, onu aydınlık ve bâkî olan âhiret âleminde dirilt. Bu fani dünya, ebedi varlık dünyası değil. Sonunda yine ölecek değil mi… âriyet (geçici) dirilmede ne fayda? İlâhî! Şimdi onlara, gözlerden gizli olan ‘Ledeyna muhdarun’ yurdunda rahmet saç!“ dedi.

Mesnevi-i Şerif

VELİ

Resul-i Ekrem Sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu: “Takva sahibi bir şeyh, kavmi arasında peygamber gibidir.” Lügatte ihtiyar kimseye şeyh denir; saçı, sakalı ağarmış manasınadır. Fakat bu beyaz kılın gerçek manasını bilmen gerek! Siyah kıldan murad, onun varlık ve benliğidir; günah yüküdür. Benlik ve günah yükü kalmayınca birisinin, ister saçı sakalı siyah olsun, ister beyaz, o şeyhtir, Allah’ın has velisidir. O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır, beşeriyet vasfıdır. Saç ve baştaki kıllar değildir.

Bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Allah hası! Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa Arş’a mensup olamaz. Eğer bir kimse, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtulur da bir kısmı kalırsa şeyh değil olgun bir insan olur. İnsanlık sıfatlarından, beşeri vasıflardan bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur; mahlukata rahmet olur.

***

Veliler, ayakta iken de dönüp dolaşırken de Ashâb-ı Kehf gibi uykudadırlar. Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk ve bitkinlik gider; eziyet ve sıkıntıdan kurtulursun. İşte uyku halini, velilerin uyanıkken de duygularını taşımamaları haline bir nümune bil! Bu sebeple veliler Ashab-ı Kehf gibidirler. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar. Allah, onları, tekellüfsüz ve zahmetsiz, hatta habersiz sağa, sola çevirir. O sağa çevrilme nedir? Hayırlı iş; ef’âl-i hasene. Ya sola çevrilme nedir? O da bedene, varlığa ait işler… yemek, içmek, gezip dolaşmak gibi bedene ait meşguliyetledir.

***

Eğer velilerin kalbindeki nağmelerden bir miktar bahsedecek olsam (ten) mezarlarından (ölü) ruhlar başkaldırır.

Bilmiş ol ki veliler, vaktin İsrafilidirler. Onların nağmelerinden ölülere hayat ve neşv-ü nema hasıl olur. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar, gaflet kefeninden kurtulurlar.

***

Onlar, halkı Allah’ın haremine, has dergâhına davet eder dururlar; Hakk’a da “Yarabbi bunları kurtar!“ diye dua ederler. Bir taraftan halka, (hal ve kâlleri ile) usanmadan nasihat eder, öğüt verirler. Halk öğütlerini kabul etmedi mi de: “Yârâbbi! Rahmet kapını kapama! diye niyaz ederler.

***

Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme, kaçınma ki o sözler, dininin zâhirîdir; yani senin haline göredir.

Sıcak da söylese, soğuk da söylese, can kulağı ile dinle ki sıcaktan, soğuktan (hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından sıçrayıp kurtulasın. (Şekeri, ekmek şeklinde pişirsen, yine onda seker lezzeti olur.)

O sözlerin sıcağı, manevi hayatın baharıdır. Sıdk’ın, yakînin ve kulluğun mayasıdır.

Çünkü maneviyat bahçeleri, onun sözlerindeki gıda (nur) ile dirilir. Gönül denizi, bu cevherlerle dolar.

***

Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine, bir kâmil veliye erişir, (zahir/batîn) sohbetine dahil olursan cevher olursun. Onların muhabbetini taa canının içine dik, kalbine yerleştir. Başka muhabbete gönül verme ki ümitsizlik tarafına gitmeyesin; zulmet cihetine meyletmeyesin. Aklını başına al da bir gönüldeşten gönül gıdasını al, onunla gönlünü gıdalandır.

***

Allah erinden, velisinden başkasını ise kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu, manevi gıdanı içer, mahveder. Sözlerinin dış yüzü yolda çevik ol, der. İç yüzü, manevi yönü, özü de gevşekliğe sebep olur. Tembelleştirir. Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale gelir. Yıldırım, saf bir nurdan ibaret görünür ama göz nurunu çalmak onun hassasısdır.

***

Ey Hakk tâlibi, himayesine girmek nefs-i emmareyi öldüren mürşidin eteğini sımsıkı tut, gölgesinden ayrılma! Mürşidin eteğini sımsıkı tutmak, ondan ayrılmamak; Allah’ın sana manevi bir lütfu, bir yardımıdır.

***

Nefis, Allah velîsine yaklaşırsa, huzurunda bulunursa dili yüz arşın kısalır, kötülüğe meyli kalmaz. Ömrün, sana yüzlerce yıl mühlet verse nefis, her gün yeni bir bahane bulur, sana mâni olur. Soğuk vaatleri sıcak bir surette söyler. O öyle bir sihirbazdır ki insanı kıskıvrak bağlar.

Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lûgat, hilesi, riyası anlatılamaz ki! Nefsin sağ elinde tespih ve Kur’an vardır ama yeninde de hançer ve kılıç gizlidir. Onun mushafına, onun riyasına kanma; kendini onunla sırdaş, haldaş yapma! Seni aptes al diye havuzun kenarına getirir de havuza, suyun ta dibine atıverir! Eğer sen, nefsi zebun kılmak, onun hilelerinden kurtulmak dilersen, onu, zorla da olsa şeyh tarafına götür.

***

Velîlere uymadın, onları bekletip durdun mu, ukbada da kıyamet gününün beklenmesi sana yâr olur, bekler durursun. Hele yarın, hele öbür gün diye vaat eder, Allah’a dönmeyi erteler durursun ya… İşte bu bekleyiş, mahşerdeki beklemendir, vay sana! O uzun günde hesap için, canlar yakan güneşin altında bekler kalırsın…

Öfke ve kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur. Kendine gel de şu cehennemini söndür, çünkü o bir tuzaktır. Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem mümine “Nurun ateşimizi söndürdü” der… Elhamdülillah!

Nura sahip olmadığın halde yavaşlık, mülâyimlik gösterirsen bu kötü bir şeydir. Çünkü ateşin sönmemiştir, küllenmiştir. Aklını başına al, ateşi din nurundan başka bir şey söndürmez. Din nurunu görmedikçe emin olma… çünkü gizli ateş, bir gün olur ortaya çıkar. Nuru bir (tatlı) su bil, suya yapış… suyu elde ettin mi ateşten korkma! Ateşi su söndürür. Birkaç günceğiz o su kuşlarının (velilerin) yanına git de seni abıhayata ulaştırsınlar.

***

“Beni görene, benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu!” buyurdu Hazreti Mustafa Sallallahu aleyhi ve sellem.

Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir. İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan… hiç fark yok. Nuru, dilersen son gelenlerin mumundan gör/al, dilersen geçmişlerin mumundan.

***

Velilerin işini kendinden kıyas tutma! Aslan mânasına gelen ‘şîr’, süt manasına gelen ‘şîr’e benzer.

(Bir misal: Nefsine esir olanlarda görülen büyüklenme ve üstünlük davası gütme, nefsinden azad olan velilerde ki vakar ve kararlılığa zahiren benzese de özdeki karşılığı zulmet ile nurdur. Birinin sebebi  nefse esarettir ki zulmettir; diğerinin ki ise lütuftur, inayettir, rahmettir. Biri zulmet yayar, diğeri nur.) 

Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar da Allah’ın seçkin kullarından az kişi haberdar oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.

Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti de birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan yetmiş yıllık farkı sen gör! Bu, yer; ondan pislik çıkar; o, yer; kâmilen Allah nuru olur. Bu, yer; ondan tamamı ile kin ve haset zuhur eder; o, yer; ondan tamamı ile Allah’ın nuru husule gelir.

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır.

***

İçinde tatlı su kaynayan kum/pınar pek az bulunur; yürü, onu ara! O pınar, Allah eri/velisidir ki kendinden ayrılmış, nefsinden azat olmuş ve Allah’a vasıl olmuştur. Ondan dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. Talipliler, (el an) o sudan hayat bulmakta, neşv-ü nema olmaktadır.

***

Her devirde Peygamber yerine (varisi ve vekili olarak) bir veli vardır; bu sınama kıyamete kadar daimidir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.

Kimde iyi huy varsa/özü iyi ise devrinin büyük velisine uymuş, kurtulmuştur; kimin mayası bozuksa, ona haset etmiş, düşmanlık etmiş; kalbi paramparça olmuştur.

***

Nerede manen yoksun ve çıplak görürsen bil ki; mürşidden kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Gönlünün isteğine uymuş, o kör ve sermayesiz gönlün istediğini yerine getirmek için mürşidden firar etmiştir.

Eğer mürşidin isteğine uysaydı, kendisini de yakınlarını da manen süslemiş olurdu.

Bu kirli dünyada kim mürşidden kaçarsa, manevi devletten, mutluluktan kaçar; bunu böyle bil!

Mesnevi-i Şerif

HÜCCET

İmam-ı Ebu’l-Leys Semerkandî ‘rahmetullahi aleyh’ anlattı:

Bağdat şehrinin hali vakti yerinde olanları hacca gitmeye karar vermiş; onların hazırlandıklarını gören bir fakir ve salih dokumacı da kendi kendine şöyle demişti:

-Varayım, şunlarla ben de hacca gideyim. Onların malları varsa benim de Mevlâm var; beni besler ve bana ihsanını eksik etmez, ben de Mevlâma sığınır, onlarla birlikte giderim.

Bu niyetle hazırlığını yaptı ve kafilenin yola çıktığı gün, peşlerinden yola koyuldu. Şehrin ileri gelenleri, hac yolcularını uğurladılar. Fakir dokumacının da uzaktan kendilerini takip ettiğini gören komşularından biri, bineğini tepti ve yanına giderek sordu:

-Hayrola komşu, sen de hacca mı gidiyorsun?

Dokumacı safiyetle cevap verdi:

-Beli, ben de varayım. Rabbimin evini ziyaret edeyim inşallah, dedi. Komşusu ise onunla eğlendi:

-Bineğin yok, azığın yok, bari birkaç bin akçacığın var mı?

Dokumacı, düşünmeden tekrar cevap verdi:

-Rabbim beni besler. Allah-u Teâlâ Rezzak-ı âlemdir. Hepimiz O’nun hazinesinden yemiyor muyuz?

O ise bu sözlere güldü ve birbirlerinden ayrıldılar, dokumacı bir daha hoca olan o komşusuna görünmedi.

Mekke-i Mükerreme’ye vardılar, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ettiler, Arafat’ta vakfeye durdular, döndüler veda tavafını da yaptıktan sonra ülkelerine avdet etmek üzere Mekke şehrinden çıktılar.

Komşusu baktı ki dokumacı da hac farizasını ifa etmiş, geri dönüyor, yaklaştı ve sordu:

-Komşu vardın, beyti tavaf ettin mi?

-Şükür Allah-u Teâlâ’ya ki, benim yüzümün karasına bakmadı ve bana o şerif makamı nasip etti; geldim sağlıkla tavaf ettim, şimdi de memlekete dönüyorum.

Komşusu onunla alay etmek istedi:

-Komşu, sana da hüccet verdiler mi? Beratını aldın mı?

-Nasıl hüccet verirler?

-Beytullah’a varana, cehennemden azad olduğuna dair hüccet verirler. Bizim hüccetimiz var, deyince biçare dokumacı bu söze aldandı ve ağlayarak hemen geri döndü.

Komşusu, yaptıklarını yol arkadaşlarına anlattı, hepsi dokumacının haline gülüştüler ve onlar da yollarına devam ettiler.

Dokumacı, o hızla Harem-i şerife girdi ve Beyt-i Muazzamın kapısına başını koydu, yüzünü yerlere sürerek ağlamaya başladı ve niyazda bulundu:

-Ey Âlemlerin Rabbi olan Allahım! Ey sultan-ı kadim-i bizeval. Sen kadirsin, ganisin ve ihsanın bütün kullarına şâmildir. O kullarına, cehennemden azad olacaklarına dair hüccet vermişsin. Ben kuluna hüccet verilmedi. Yoksa ben azad olunmadım mı?

Bir yandan yalvarıyor, bir yandan da gözlerinden sel gibi yaşlar akıtıyordu. Öyle bir an geldi ki, yorgun ve bitap düştü ve kendinden geçti. Gördü ki bir kişi geldi ve:

-Kaldır başını ey miskin… Al hüccetini, var yoldaşlarına yetiş, dedi. Dokumacı dehşet içinde kaldı ve baktı ki hakikaten elinde öyle bir berat var ki kağıdı dünya kağıtlarına benzemez. Kokusundan canı mest oldu, beratı öptü başına koydu, yüzüne gözüne sürdü; itina ile koynuna yerleştirdi ve tekrar yola koyuldu. Bir süre sonra da hemşerilerine yetişti. Onlar hâlâ işin alayında idiler ve aralarında garip dokumacıyı aldattıkları için gülüşüyorlardı. Yanlarına yaklaşınca sordular:

-Hüccetini aldın mı?

-Evet aldım.

Kendisi ile alay eden komşusu ileri vardı ve:

-Görelim şunu, dedi. Dokumacı ihtiram ile koynundan çıkardığı hüccetini ona uzatırken:

-Seninki ile bir arada dursun, dedi.

Komşusu, uzattığı beratı aldı ve baktı ki ne görsün? Kâğıdı yeşil, yazısı ak nurdan, kokusu canları mest eyler. Bunu görünce bir sayha vurdu ve kendisini bineğinden aşağı attı. Aklı başından gitti; bir müddet sonra kendine geldi, dokumacının hüccetini yüzüne gözüne sürdü:

-Yazık, yazık benim geçen ömrüme, yok yere çürütmüşüm, diye ah edip ağlamaya başladı. Ah nolaydı, diyordu. Şu dokumacı komşum gibi fakir ve sadık olsaydım. Beni de böyle aldatsaydılar; tek onun eriştiği saadete ben de erişseydim.

Fakir dokumacı, sıdk-u sadakâtı berekâtı ile ne mertebeye erişmişti. Onun fakirliği ile alay edenler hacca giderken alay yollu: “Bari birkaç bin akçen var mı?” diyenler, bütün servetlerini feda etseler böyle bir saadete nail olabilirler miydi?

Her ne hal ise, hacılar Bağdat’a döndüler. Dokumacı, hoca olan komşusuna:

-Hüccetim sende kalsın, dedi. Öldüğüm zaman kefenimin arasına koyar ve beni öyle defnedersiniz.

O da, bu vasiyet üzerine hücceti sandığına koydu ve kilitledi ve ticaretle meşgul olduğundan bir başka şehre gitti. Onun Bağdat’ta bulunmadığı sırada, dokumacı vefat etti. Cenazesini kaldırdılar. Bir müddet sonra dönünce, komşusunun ölümünü öğrenerek ah-u vah etmeye başladı:

-Eyvah… Bende emaneti vardı. Vasiyetini yerine getiremedim; o ahrete gitti, hücceti bende kaldı, diye ağlayarak gelip sandığı açtı ki, hüccet yerinde yok.. Ne yapacağını şaşırmış bir halde:

-Varayım, kabrini açıp bakayım. Olur ki, birisi hücceti almış ve ona vermiştir, diyerek dokumacının kabrine gitti ve kabri açmaya teşebbüs edince, bir nida geldi:

-Bırak, kabrini açma! Biz ona hücceti veririz de, sonra yabanda mı bırakırız. Hüccet yerini ve sahibini buldu, denildi.

 O da bu nida üzerine kendinden geçti ve olduğu yere yığıldı kaldı. Bir de baktı ki, komşusu dokumacı karşıdan geliyor ve ona şöyle diyordu:

-Ey komşu! Allah senden razı olsun ki o hüccet bana geldi, münker-nekire gösterdim bana bir şey demediler. Amma ben hücceti senin sayende aldım. Eğer sen bana: “Git, hüccetini al demeseydin, ben hüccetsiz gittimdi.”

Müzekkin-Nüfus

GÜZEL KOKU

Güzel koku satanlar çarşısına varan birinin aklı başından gitti; iki büklüm oldu. Kerim ve cömert koku satıcılardan gelen ıtır kokusu, başını döndürdü, yere düştü! O, kendinden bihaber, gün ortasında, yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı. Derhal halk, başına toplandı. Herkes “Lâhavle…” çekmekte, derdine derman aramaktaydı. Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu. Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi. Birisi bileklerini, başını ovuyor; öbürüsü harareti düşsün diye samanlı ıslak balçık getiriyordu. Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyordu. Şarap mı içti, esrar mı, yoksa afyon mu yuttu, anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.

Falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı diye derhal akrabalarına haber gönderdiler. Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!

O iriyarı debbağın (dericinin) bilgili ve anlayışlı bir erkek kardeşi vardı; hemencecik koşa koşa geldi. Yenine biraz köpek pisliği almıştı; halkı aralayıp, kardeşinin yanına sokuldu.

“Ben, neden hastalandı biliyorum” dedi… “Hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır. Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir… Hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır. Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.”

Adam kendi kendine, “Onun iliğine, damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüş, tabaklığa gark olmuştur.” dedi.

Calinus da öyle demiştir: “Hastaya, neye alışkınsa onu ver! Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!”

Bu adam, köpek tersi taşımaktan pislik böceği gibi olmuştur. Pislik böceğine gülsuyundan baygınlık gelir. Bu sebeple onun ilâcı yine köpek pisliğidir… Çünkü ona alışmış, onu huy edinmiştir.

“Pisler, pislerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!

Öğütçüler, nasihat edenler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler! Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!

Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz; biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık” diye feryada başlamışlardır. “Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz… Sizin vâ’zınız iyi değil, bize iyi gelmiyor. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlarız. Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz… Öğüte hiç alışmamışız! Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir… Sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor. Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor, akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.

Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı. Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına, avucunu da burnuna götürdü. Köpek pisliğini avucuna sürmüştü…

Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler… Afsunu okuyup kulağına üfürdü… Adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!

Mayası bozuk, kötü kişilerin harekete gelmesi, canlanması da (gıybet), zina, göz süzme, kaş oynatma tarafında olur.

Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.

Mesnevi-i Şerif

ERENLER SÖZÜ

Hazret-i Kur’an ve Ehâdis-i Nebeviye’den sonra meşâyıh-ı kiram ve evliyâyı izâm ‘kaddesellahu esrarâhum’ hazeratının sözlerinden daha iyi hiçbir söz yoktur. Bunların sözü derûnî ve ilm-i ledünnidir; kesbi değildir.

Bunlar verese-i enbiyâ/peygamber varisleri, mukarreban-ı dergâh-ı kibriyâ/Hakk katına yakın olanlardır.

Erenler sözünü işiten tâliplinin gönlü rûşen olur/nurlanır. Himmetini/gayretini kavi eder/güçlendirir. Şeytan vesvesesini, dünya hırsını ve muhabbetini kalbinden çıkarır.

Cüneyd-i Bağdadi ‘kuddise sirruh’ buyurdu: “Meşayih sözleri Hakk cerirleri/askerleridir ki şeytanı kovar ve kalbi ferahlandırır, sağlamlaştırır.”

Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri ferman eder: (Ey Habibim!) Rasûllerin haberlerinden senin kalbini tesbitleyeceğimiz (sabit ve sağlam kılacağımız) her kıssayı sana kıssa ediyoruz. (Hud Sûresi/120)

İki cihan fahri Şah-ı Enbiya ‘sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem’ Efendimiz buyurur: “Salihler sözü anıldığı yerlere rahmet iner, fazl-u mağfiret yağar.”

Tezkiret-ül Evliya

GECELERDE

Ey dide nedir uyku, gel uyan gecelerde
Kevkeblerin et seyrini, seyrân gecelerde

Bak hey’et-i âlemde, bu hikmetleri seyr et
Bul Sâni’ini, ol O’na hayrân gecelerde

Çün gündüz olursun nice ağyâr ile gafil
Koy gafleti, dildârdan utan gecelerde

Gafletle uyumak ne revâ abd-i hakîre
Şefkatle nidâ eyleye Rahmân gecelerde

Cümle geceyi uyuma, Kayyûm’u seversen
Tâ hayy olasın Hayy ile ey cân gecelerde

Âşıklar uyumaz gece,  hem sen de uyuma
Gönlün gözüne görüne cânân, gecelerde

Dil, Beyt-i Hüdâ’dır, ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler o Sultân, gecelerde

Az ye, az uyu, hayretle var, fâni ol andan
Bul cân-ı bekâ, ol ona mihmân gecelerde

ALLAH için ol halka mukârin, gece gündüz
Ey Hakkı, nihân-ı aşk oduna yan gecelerde

*   *   *

Ey göz, nedir uyku, gel uyan gecelerde.
Yıldızları seyr et, seyran gecelerde.

Bak, âlemin manzarasında bu hikmetleri seyr et.
San’atkârını bul da, ol O’na hayran gecelerde.

Çünkü gündüz, nice ağyar ile gafil olursun.
Gafleti bırak da sevgiliden utan gecelerde.

Gafletle uyumak yakışır mı bu âciz kula.
Ki, şefkatle nidâ eyliyor Rahmân, gecelerde.

Bütün geceyi uyuma, Kayyûm’u seversen;
Tâ ki diri olasın; Hayy ile ey cân, gecelerde.

Âşıklar uyumaz gece, hem sen de uyuma
Gönül gözüne görünür Cânan gecelerde.

Gönül Mevlâ’nın evidir, onu temizle gayrısından.
Sarayına gelir o Sultan, gecelerde.

Az ye, az uyu, hayrete var; fani olandan vazgeç.
Ebedi olanı bul; O’na misafir ol gecelerde.

ALLAH için gece gündüz yakın ol halka.
Ey Hakkı! Gizli aşk ateşine yan gecelerde.

Marifetnâme

SAĞLAM İTİKAD

Hamd O Allah-ü Teâlâ’ya mahsustur ki, fesâhat meydânı kahramânlarının, Onun vasfında açık söz söyleyebilmeleri dar, ma’rifet sâhası yarışçılarının, Onu anlatabilmede işâret ayakları topal kalır. Akılların, idrâklerin nihâî derecesinin, Onun zâtının ve sıfatlarının marifetlerinin başlangıcından hayret ve şaşkınlıktan başka delîli yoktur. Zekî ve keskin bakışlı kimselerin, Onun azameti nûrlarının şaşaasında gözlerinin kör olması veya gözlerini kapamaktan başka yolu bulunmaz… Akla, anlayışa, hesâba, duygulara ve ölçüye gelebilen her şeyden O “teâlâ ve tekaddes” münezzehtir, berîdir, uzaktır.

Hamd, Ondan başkasına yaraşmaz. Senâ, Ondan başkasına yakışmaz. Kendine lâyık hamd ve senâyı da ancak Kendisi yapar. Onu hakkıyla vasf eden yine ancak Kendisidir. Akıl ancak yaratılmış olanlara erer. Düşünce, aklın hudûdları içerisine girenlerden haber verir. Aklın, Allah-u Teâlâ’nın celâlinin nûrlarında kanatları yanmış; düşüncenin, Onun kudsî mertebesinde gözleri dikilmiştir. Hakk’a yol bulan akıl, Onun hidâyeti ile bulmuştur. Hakk’tan haber veren düşünce, Onun inâyeti ve ikrâmı ile vermiştir. Onun fadl-ü ihsânı iledir ki, rûh Onun marifeti ile görür oldu. Onun nihâyetsiz cûdundandır ki, kalb Onun sevgisiyle yakınlığı tattı.

Hamd ve şükr o Allah-u Teâlâ ve Tekaddese’dir ki, Onu tanımak rûhun hayâtı, Onu zikr etmek rûhun rahatı, Onu bulmak ebedî sultânlık, Onun hizmetinde bulunmak, iki Cihân ni’metlerinden dahâ tatlı, Onunla bir nefes beraber olmak, yerde ve gökte olanların hepsinden daha güzeldir.

Aklın alamayacağı, düşüncenin hesap edemiyeceği kadar salât-ü selâm, tehıyyât ve berekât, bârigâh-i ulûhiyyetten, hazret-i rubûbiyyetin misâfiri, hakîkî kulluk yolunun rehberi, gayb âleminin emîni ve vahy ilimlerinin tercümânı Resul-i Kibriya’nın temiz rûhuna ve bedenine olsun ki, Onun bereketiyle rûhlar müşâhedeye kavuştu ve Onun şerefli zâtı ile kalbler ma’rifete ulaştı. Onun şer’î şerifi ile Allah-u Teâlâ’ya kulluk yolu aydınlandı. Onun sünneti ile kulluğun edepleri ortaya çıktı.

Türpuşti Risalesi

 

Tilavet

Kıssa

Sohbet

Oturdum

Zikir

Tevessül

Kaside

Ahlak ve Huşu

Acep

Dünya

Kıssalar

İçin Dışın

Nefsin Terbiyesi

Sohbet

Hayy

Merkez

Canan Eli

SohbeteT

Al Gönlümü

Kalp Tasfiyesi

Manevi Yardım

Geçer

Doğal

Celcelet