Samimiyet tarafından yazılmış tüm yazılar

Kudsî Hadis

KUDSî HADİS

Rahman Rahim Allah’ın adı ile..

Allah’a hamd olsun;
seçmiş olduğu kullara da selâm…

SORU: Mektup ve risalelerinizde; kalbî zuhurun, arşa ait zuhurdan sadece bir lem’a (parıltı, ışık hüzmesi) olduğunu ve külli manada faziletin, arşa bağlı zuhurda bulunduğunu yazmışsınız.

Halbuki, bir kudsî hadiste şöyle buyuruldu:

«Beni ne yerim aldı, ne semam; lâkin, bir mümin kulumun kalbi beni alır..»

Bu kudsî hadise göre; kalbe ait zuhurun daha fazla ve faziletli olması lâzım gelir…

El-CEVAP: Ey Muhib!

Bu suâlin cevabı bir mukaddimeye (kalbin tarifi ile ilgili ön açıklamaya) bağlıdır.

Bilmelisin ki,

Kalb sözcüğü ile velayet erbabı, insanın emir âleminden olan hakikat-ı camiasını kastederler.

Nübüvvet dilindeki ‘sahibine salât ve selâm olsun’ kalb ise bir et parçasından ibaret olup bedenin salâhı onun salâhına, fesadı da, onun fesadına bağlıdır.

Üstteki mana bir hadis-i nebevide şöyle anlatıldı:

«Âdemoğlunun cesedinde bir et parçası vardır ki, o salâha kavuştuğu takdirde tüm ceset salâha kavuşur. O fesada vardığı takdirde, bütün ceset fesada varır. Dikkat ediniz; o et parçası kalbdir.»

Bizim sözünü ettiğimiz kalbin genişliği, velayet erbabının kullanımına bağlıdır. Bayezid-i Bistamî ve Cüneyd-i Bağdadî bu manada kalbin genişliğinden haber verip arşı ve içindekileri, kalbin azameti yanında küçük sanmışlardır.

Kalbin darlığı ise nübüvvet dilindeki kullanımına bağlıdır. Bu manada, kalbin darlığı o derecededir ki, bir parçanın dahi onda yeri yoktur.

Bu parça, o kadar küçüktür ki, ondan daha küçüğü yoktur; eşyanın en küçüğüdür.

Bu manada kalbin darlığı bazı vakitlerde o dereceye varır ki, bölünmez derecede küçük olan parça ile kıyaslansa, bu küçük parça, nazarda, kalbin yanında yer ve sema tabakaları kadar bir büyüklük ifade eder.

Üstte anlatılan mana, aklın algılama sınırlarının ötesindedir. Sakın şüpheye düşenlerden olmayasın.

Bu mukaddimeyi anladıktan sonra bilesin ki;

Hakikat-ı camiaya bağlı olan zuhur; hiç şüphe edilmesin ki, arşa bağlı zuhura nisbetle bir lem’a gibidir. Bu manada fazilet ve üstünlük arşa aittir.

Bayezid-i Bistamî’nin ve Cüneyd-i Bağdadî’nin “Kalb, her şeyden geniştir” manasındaki sözleri ve arşı ve içindekileri, o kalbin yanında küçük bir şey olarak görmüş olmaları; bir şeyin örneğini, o şeyin aslı ile karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.

Nitekim onlar, arşın ve içindekilerin numunesini, kalbin camiiyeti karşısında küçük bir şey olarak görmüşlerdir. O gördüklerine de, arşın hakikatları olarak hükmetmişlerdir.

Bu iştibahın (karışıklığın) menşeini bu Fakir mektuplarında ve risalelerinde mükerrer olarak yazmıştır. (Numunenin aslı gibi görülmesi)

Hadis-i kutside geçen kalb kelimesi ise nübüvvet lisanına uygundur. Ondan murat, et parçasıdır. Tam zuhur dahi, oradadır. Mücerred Zat-ı Ehadiyet’in aynalığı dahi ona bırakılmıştır.

Arşa gelince… her ne kadar onda aslın zuhuru olan tam zuhurdan yana bol nasip var ise de; amma o makamda sıfatların imtizacı (asılla karışımı) vardır. Hakikatte, sıfatlar, Hazret-i Zat’ın zılâli (gölgesi gibi) olduğundan, arşa olan zuhur zıllıyet şaibesinden hali olamaz.

Bu mana icabı olarak, arşın, insana ait olan -sırf asla ait (O’nun Zâtı ile alakalı)- zuhurlardan yana beklentileri vardır.

Bu muamelenin merkezi insandır.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Hadis-i şeriften anlaşılan manaya göre, kalb geniştir: amma sen, onun darlığını anlatmaktasın.”

Bunun için verilecek cevap şudur: “Kalbin darlığı, ancak Sübhan Hakkın gayrını alamamasından ötürüdür. Onun genişliği ise kıdem nurlarının onda zuhuru itibarı iledir. Bunda zıtlık yoktur.”

Fakir, bazı risalelerinde kalbi şu ibarelerle anlattı: “Dar ama en geniş; yalın ama en yaygın; en az ama en çok…”

Burada bir başka soru dahi şöyle sorulabilir: “Fazilete hak kazanan, hakikat-ı camiadır; zira o, emir âlemindendir. Belirtilen et parçası ise halk âlemindendir. Bu dahi unsurlardan (toprak, hava, ateş, su) mürekkeptir; bu fazilete nereden nail oldu?”

Bunun için dahi şu cevabı veririz:

“Halk âleminin emir âlemi üzerine meziyyeti (üstünlüğü) vardır ama bunu anlamaya avam halkın idrâki yetişmez. Hatta havassın pek çoğu dahi bunu idrâk edemez. Bu mana, merhum büyük oğluma yazılan tarikat beyanındaki mektupta anlatılmıştır. Bir tereddüd olursa, oradan şifa aransın!”

***

Şimdi o et parçasının beyanını dinle..

Yani: Hakikatini..

Bilesin ki,

Kalp, avam için dört unsurun terkibinden hâsıl olan bir et parçasıdır. Havas için, hatta havassın da havassı için, on cüz’ün terekkübünden suretlenen bir et parçasıdır: Seyrü sülük, cezbe, tasfiye, tezkiye ve kalbin temkine erip nefsin itminanı hatta Yüce Sultan Hakkın sırf fazlı kereminden sonra…

O on cüz’ün dördü anasırdandır, bir tanesi nefs-i mutmainneden olup beş cüz’ü ise emir âlemindendir.

Bu parçalar arasında tezat (zıtlık) ve tebayün (farklılık) var iken, Vacib’ül-vucud Yüce Mukaddes Hakkın kudreti ile bu tezat ve tebayün sureti zail olup gitmiş; aralarında şaşılacak derecede bir birlik (cem’iyyet) ve hey’et-i vahdaniye meydana gelmiştir.

Bu muamelenin oluşunda, en büyük cüz, toprak unsurudur. Tek olarak oluşan bu birlik (hey’et-i vahdaniye) de cüz-ü arzîye (toprak unsuruna) benzemiş, orada istikrar bulmuş (yerleşmiştir).

Bir şiir:

Toprak ol ki gül bitsin sende;
Gül odur ki, toprakta yetişir.

***

Ey Kardeş,

Velayet erbabının ilmi bu ilimlere ve marifetlere ulaşamaz. Zira bunlar, nübüvvet kandilinin nurlarından iktibas edilmiştir. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyet…

Bir âyet-i kerime meali:

«Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve.. Allah büyük fazlın sahibidir.» (62/4)

Halil İbrahim a.s. itminanını istediği kalb işte bu et parçasıdır. Zira onun cami olan hakikati mütemekkin (temkine ermiş), nefsi dahi mutmainne idi. Nitekim, temkin ve itminan, nübüvvetin ilk mertebesi olan velayet mertebesinde hâsıl olur. Onun erbabına salât ve selâm… Nübüvvet şanına münasib olan ise, (emir âleminden olan) cami hakikatin tagallübü (dönüşmesi) değil, (on cüzden oluşan) o et parçasının tagallübü ve çırpınmasıdır. Zira böyle bir şey (cami hakikatin) tagallübü, avamın nasibidir.

Hatem’ür-risalet Resûlullah S.A. efendimizin: «Allah’ım, ey kalbleri döndüren, kalbimi taatın üzere sabit eyle..» münacaatında, taleb ettiği kalb sebatı ise bu et parçasının sebatıdır.

Fakat «Kalb takallübü.. kalplerin çevrilmesi» ile alakalı bazı hadis-i şeriflerdeki kalp kelimesi ile hem cami hakikate şamil mana hem de ümmetin haline göre et parçası kastedilmesi mümkündür.

***

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Bu et parçası: «..Mümin kulumun kalbi Beni alır..» manasına gelen kudsî hadisteki şeref ile müşerref olduktan ve Yüce Mukaddes Hazret-i Zat’a aynalık etmeye hak kazandıktan sonra, onda takallüb ve çırpınma nasıl tasavvur edilebilir? Hatta itminana ne ihtiyacı vardır?

Üstteki soruya şu cevabı verebiliriz: “Zuhur, her ne mikdar tamam olur ve şüun, sıfat şaibesinden ne mikdar halâs olur ise, cehl ve hayret, idraksizlik ve bulamamak gibi haller o kadar ziyade ve bol olur. Bu zuhurun ve vüs’atın olmasına rağmen, çok kere; cehlin ve hayretin kemal derecede olduğundan, Yaratıcı’nın varlığına delil ister. Şu mana için ki: Avam gibi, yaratıcının varlığına delilsiz ve taklidsiz yakin hâsıl olmaz.

Bu sebeple takallüb ve çırpınmak onun haline münasib, itminan talebi dahi zarurî olur. Bu Fakir, bazı risalelerinde şöyle yazdı: “Yakin sahibi olan arif rücu sonunda (halk âlemine döndükten sonra) istidlale (delil arayışına) ihtiyaç duyar. Bu makamda dahi malum oldu ki: O, husulün ve vusulün kendisinde dahi delile ihtiyaç duyabilir.

Bu makam, nübüvvet mertebesi kemalâtı haline muvafıktır. Onun sahibine salât, selâm ve tahiyyat.. Diğeri ise, velayet haline münasiptir.

Böyle bir kalbin sahibi, (insanları) davet için âleme rücu vaki olduğu (geri döndüğü) zaman, kalbinin sıkıntısı, çırpınması, takallübü, televvünü daha ziyade ve daha fazla olur. Vusulün kendisinde olsa dahi cehl ve hayret sebebi ile delile muhtaç olduğuna göre firkat zamanında hayli hayli istidlale muhtaç olur ki; eriştiği deliller sebebi ile kısmen de olsa teselli ve itminan hâsıl olur.

Şöyle de diyebiliriz: Bu devlet kendisinden bir kaç zaman gizlendikten, firkat (ayrılık) nişanıyla nişanlandıktan sonra, onun için daima mustarib ve üzüntülü bir durumda bulunması, devamlı olarak, gamlı ve mahzun olması hak (doğal) olur.

Nitekim Resûlullah S.A. efendimiz hüzünlü idi; daima düşünceli idi.

***

Kalp kelimesinin bu iki türlü kullanılışı arasındaki bazı farkları beyan edeceğimizden akıl kulağı ile dinlenmesi gerek.

Bilesin ki, âlem-i emirden olan o hakikat-ı camia için ancak tasfiye ve tezkiyeden sonra devam vasıflı tam temkin hâsıl olur. Ama o et parçası böyle değildir. Zira bunun itminanı, havas (dış duyular) ve idrâke bağlıdır. Bir şey, havas (duyular) ile idrâk edilmedikçe, (tereddütten kurtulup) ıstıraptan çıkılamaz. Bu mana icabı olarak, Halil a.s. şöyle yalvardı:  «Rabbim, bana göster; ölüleri nasıl diriltiyorsun?.» (2/260)

İki manadaki kalb arasında bulunan ikinci fark şöyledir:

Hakikat-ı camia zikirle tesirlenir (zikirden etkilenir). Zikir kemale ulaşınca, zikirle ittihad eder (birleşir) ve onunla bir cevher olur. Avarif’ül-maarif adlı eserin sahibi, Allah sırrının kudsiyetini artırsın; bu üstün makam için ‘en yüce maksat’ der ve şu tabiri kullanır: Zikr-i Zat..

Et parçası olan kalp ise böyle değildir. Zira onun zikre yolu yoktur ki tesirine girip bir cevher olsun… Bundan yana uzaktır. Bilakis onda zikredilenin zuhuru zıllıyetle değil asaletledir (gölgesel olarak değil aslî olarak zuhuru söz konusudur). Zikrin yükseleceği en son nokta da zikrin dehlizine (giriş yerine) kadardır.

Üçüncü farka gelelim. Şöyle ki:

Hakikat-ı camia, nihayetin nihayetine ulaştığı, has velayetten dahi bol nasibe nail olduğu zaman, eğer matlub için aynalık olma durumu da kendisine hâsıl olur ise kendisinde zahir olan, matlubun zılli olur; aynı değil. Tıpkı, bir şeyi gösteren ayna gibi.. Zira onda zahir olan bir şahsın kopyasıdır (görüntüsüdür); kendisi değil. Amma, et parçası olan kalb böyle değildir. Zira onda zahir olan -aynanın hilafına- matlubun aynıdır; zilli değil. Bu mana icabı olarak, kudsî hadiste söyle buyuruldu:

«…Beni mümin kulumun kalbi alır.»

Bu muamele, fikir sınırlarının ötesindedir.

Sakın ha, burada hulul (Allah’ın kalbe girdiğini) ve temekkün (oraya yerleştiğini) tahayyül edesin; zira böyle bir şey küfür ve zındıklık olur. Akl-ı meaş (dünyalık akıl), bir şeyin bizzat kendisinin bir başka şeyde zuhur ettiği halde o şeyin içine girmediğini ve içine yerleşmediğini kabul etmese de… Bu, aklın kusurundandır; gaibi (görünmeyen âlemin ölçülerini) hazıra (görünen âlemin ölçülerine) kıyas etmekten kaynaklanır.

Sakın kâsırlardan (sığ düşüncelilerden) olmayasın..

Dördüncü farka gelelim…

Şöyle ki:

Hakikat-ı camia (her şeyi özünde toplayan kalp), emir âlemindendir; et parçası ise, halk âlemindendir. Hatta halk âleminden ve emir âleminden olan onun birer parçasıdır. Ama halk, onun en büyük parçasıdır; emir ise, onun en küçük parçasıdır. Bu iki cüz’ün (parçanın) bir araya gelmesinden, vahdanî bir heyet hâsıl olmuştur. Böylece, hayrete düşüren bir hal almıştır.

Her ne kadar o hayrete düşüren hali ile halk âlemi ile emir âlemine mugayir (aykırı) olanlardan hiç biri ile (kendine has terkibi sebebi ile) münasebeti ve benzerliği yok ise de, yine de o halk âleminden sayılır. Zira, arza bağlı parça bu muamelede umde (direk) sayılır. Toprağın tevazuu da, onun yükselmesine sebeptir.

Beşinci farka gelince:

Hakikat-ı camianın vüs’atı (genişliği), eşya suretlerinin onda zuhuru (görünmesi) itibarına göredir. Tazyikinden (sıkışmasından) sonra inkişaf eden et parçasının vüs’atı ise namütenahi sınırı olmayan matlubu alması itibarına göredir. Bu tazyik (sıkıştırma), dehlizinin tazyikidir. Şunun için ki o: Matluptan başkasının oraya girmesine manidir (engel olmaktadır). Hatta zikrin dahi, mezkûrun perdelerine ulaşmasına mani olur. Böylece o mukaddes haremin çevresinde, zılliyet şaibesi diye bir şey bırakmaz.

Şu da bir başka mana..

Birincisinin genişliğinde keyfiyet şaibesi olduğundan, keyfiyeti olmayan varlığa ayna olmaya lâyık (uygun) değildir. İkincisinin, keyfiyeti olmayan zattan nasibi olduğundan ona keyfiyeti olan sığmaz (keyfiyeti olanı içine almaz).

Asıl şaşılacak durum şu ki: (İnsanları) davet için rücu ettikten (geriye döndükten) sonra bu kalbe, zulmet (karanlık) ve perde gelmiştir. Bu mana icabı olarak, Seyyid’ül-beşer Resûlullah S.A. efendimiz şöyle buyurdu: «Kalbime ağırlık gelir (veya perde..)»

Bu farkı daha ne kadar anlatalım?
Toprak nereede, Rabb’ül-erbab nerede?

***

Ey Kardeş!

Sakın ha, olmaya ki, bu: «M u d ğ a..» tabiri ile anlatılan kalbi önemsiz bir et parçası olarak tahayyül etmeyesin. Zira o, nefis bir cevherdir. Onda, halk âleminin sırları ve hazineleri gizlenmiştir. Emir âleminin dahi, defineleri ve sırları gömülmüş (saklanmıştır).

Üstelik bu kalp, hey’et-i vahdaniyesine bağlı olarak has bir muameleye tabi tutulmuş; onun on cüz’ü tasfiye, tezkiye, cezbe, sülük, fena ve beka ile pak ve temiz kılınmış, mâsivayla taallukatı (ilişkinin) kirlerinden arındırılımıştır. Meselâ: Kalb takallübden (devamlı değişmeden) kurtulup temkin mertebesine ulaşmıştır. Nefis dahi emmare olmaktan çıkıp itminan fezasına ermiştir. Ateşe bağlı olan parçası dahi azgınlıktan, inattan, tuğyandan alınmıştır. Toprağa bağlı unsurdan dahi, düşüklük ve hasisliği çıkmıştır.

Üstte anlatılan kıyas devam ettirilebilir. Hülâsa; ifrat ve tefrit cinsinden olan her sıfat, onun bütün cüzlerinden kalkmıştır. Bütün bunlardan halâs olup kendisine itidal gelmiştir, işte bundan sonra onun cüzleri, sırf fazilet ve kerem suyu ile terkib edilip muayyen bir şahıs haline gelmiştir. Bu şahsa da İnsan-ı Kâmil ismi verilmiştir. Bu şahsın, vücud merkezinin hulâsası olan (varlığının özünü teşkil eden) kalbine de: «M u d g a.. (et parçası.)» tabiri kullanılmıştır. İşte o mudganın hakikati budur. İbare ölçüsüne göre, dedikodu kisvesinde, ibare mikyasına göre bu manalar zuhur etmiştir.

Emir Sübhan Allah’ındır.

***

Burada nakısın biri şöyle bir soru sorabilir: “Her insan, bu on cüzden mürekkeptir (bir araya gelmiştir). Bu cüzlerin terekkübünden, onun için bir hey’et-i vahdaniye vardır zaten?”

Bu soruya şu cevabı veririz: “Evet, her insan bu cüzlerden mürekkeptir. Lâkin bu cüzler, pak ve temiz olmuş değildir. Cezbe ve sülük yolu ile masiva kirlerinden halâs olmamıştır. Haliyle İnsan-ı kâmil cüzleri böyle değildir. Zira onlar, fena ve beka ile pak ve nazif olmuştur. Nitekim bu mana daha önce anlatıldı.

Bu cüzler, her insanda birbirinden farklı olduğundan ve her unsurun da kendi altında birbirinden farklı unsurları ve halleri bulunduğundan zarurî olarak, onun hey’et-i vahdaniyeden nasibi olmaz. Eğer bir hey’eti var ise, o da hakikî değil; itibarîdir. Amma, insan-ı kâmilin cüzleri böyle değildir. Zira o, temayüz (farklılaşma) ve tebayün (ayrı ayrı olma) vasfından çıktıktan sonra, imtizaç ederek karma bir durum almış; birbirine zıt halleri, birbirine uymayan hükümleri ondan ayrıldıktan (ortadan kalktıktan) sonra, tek bir hüküm üzerine karar kılmıştır. Böyle olunca da, hey’et-i vahdaniye (tek bir hey’et) onda zarurî olarak hakikat olmuş; itibarî olmamıştır. Tıpkı muhtelif ilâçlardan meydana gelen bir macun gibi.. Onların parçaları bir araya gelip bazısı bazısına karıştıktan sonra, onun için bir hey’et sabit olmuş; ayrı ayrı olan hükümler dahi ondan gitmiştir. Böylece, onun için tek hüküm arız olmuştur. Bu manayı anla!

En iyi bilen Sübhan Allah’tır.

***

Ey Kardeş,

O et parçası (Mudga) için tesbit edilen bütün bu kemalât, ancak: «kâbe kavseyn / iki yayın birleşimi» (53/9) mealine gelen âyet-i kerime ile anlatılan makamdadır.

Burada her ne kadar zuhur eden (zahirde görünen), sureti teşkil eden gölge değil, öz zât olsa da belki zuhur eden şeyde zuhur yerinin vasfının bulunduğu vehmine kapılmak mümkün olabilir. Fakat aynada zuhur eden (görünen) şahıs aynanın vasfından arınmış değildir. Bu bakımdan yayın iki ucu arası (iki gavs) söz konusudur.

Anlatılan makamın daha ötesinde ise «ev ednâ / daha da yakın» (53/9) âyet-i kerimesi ile anlatılan makam vardır. Burası öyle bir makamdır ki, orda (aynada) zuhur eden (zahir olan), zuhur yerinin (görünenin) hiçbir vasfını almamıştır. Orada (öz Zât üzeriene) zaid (fazladan) bir şey dahi tahayyül edilemez. Bu makamda iki yay (iki yayın aralığı) da söz konusu değildir. Orada tek bir vasıftan başka bir şey tasavvur edilemez. Zira anlatılan «.. daha da yakın..» makamına münasib olan da budur.

Bu makamın muamelesi «.. iki yayın birleşimi..» âyet-i kerimesi ile anlatılan makamın muamelesine mugayirdir (zıttır). İmkân âlemi yapraklarını çevirmek gerekir ki; yükleri (ağırlıkları, manaları): «.. iki yayın birleşimi..» makamından «.. daha da yakın..» makamına taşımalı…

***

Kelâmımızda işaret, remz, beşaret (müjde) ve hazineler vardır.

İlham eden Allah’tır.

Allah-ü Teâla, Efendimiz Muhammed’e ve ashabına salât, selâm ve bereket ihsan eylesin.

Mektubat-ı Rabbani

KAZÂ ve KADER

Rahman Rahim ALLAH’ın adı ile…

Hamd, kazâ ve kader sırlarını havas kullarına açan; doğru ve orta yoldan sapmaları mümkün olduğu için de avamdan saklayan ALLAH’adır.

Salât ve selâm, kendisi ile hüccet-i baliğanın (kesin delilin) ikmâl olduğu (tamamlandığı) ve gelişi ile isyan yoluna sapanların özürlerinin kesildiği Zat’adır! Çok hayır sahibi ve takva ehli ashâbına da; ki onlar, kadere imân edip kazâya râzı olmuşlardır.

***

Kazâ ve kader, kendisinde, hem hayret ettirici ve hem de dalalete düşürücü işlerin / sırların pek çok olduğu meselelerdendir.

(Bu sebeple) bunlara nazar edenlerin pek çoğunda, bâtıl vehim ve hayaller ağır basmış, galip gelmiştir.

Bazısı, kulların isteyerek yaptığı işlerde sırf cebir (tercih hakkı olmaksızın yapmaya mecbur) olduğuna kâil olmuş; bazısı da, işlerin Sübhan ALLAH ile olan bağını yok saymış; irade ile yapılan işlere O’nun karışmadığı vehmine kapılmıştır.

Diğer bir tâife ise itikadda orta yolu tutmuş; ifrat ve tefriti (aşırılığın iki ucunu) terk edip ara yolu tercih etmiş olan fırka-i naciye’dir ki: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. ALLAH onlardan, seleflerinden ve haleflerinden razı olsun!

İmam-ı Azam’dan rivayet edildiğine göre; kendisi İmam-ı Cafer-i Sadık’a sordu:

“Ey Resulûllah’ın torunu; Allah-u Teâlâ, işleri kullarına bırakmış mıdır?

İmam-ı Cafer-i Sadık:

“Allah-u Teâlâ, Rübûbiyyetini (Rablığını, bütün varlığı kuşatan hâkimiyyetini, mâlikiyyetini, idare ve terbiyesini) kullarına bırakmaktan münezzehtir; çok çok yücedir.

İmam-ı Azam: “Onları bu işe zorlamış mıdır?

İmam-ı Cafer-i Sadık: “Hâşâ ki, Allah-u Teâlâ, onları bir işe zorlayıp da sonra kendilerine azap etsin. O, bundan, çok uzak; çok çok adaletlidir.

İmâm-ı Âzam: “O halde bu durum nasıldır?

İmâm-ı Cafer-i Sadık: “İkisi arası, ikisinin arası… Ne cebir vardır; ne de işi kullara bırakmak… Ne zoraki yaptırma vardır; ne de işi onlara havale etmek…

Bu sebeple Ehl-i Sünnet der ki: Kulların iradesine bağlı fiillerin meydana gelmesi, yaratılma ve icad cihetinden Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve takdiri iledir; kesb (çalışıp kazanmak) cihetinden de kulların kudreti ve iradesiyledir.

Kulun (iradî) fiili, Yüce Allah’ın takdir ve kudretine nisbet edildiği zaman, halk edilen (yaratılan); kulun kudretine nisbet edildiği zaman ise kesb edilen (çalışıp kazanılan) olur. Yani iradeye bağlı fiiller, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile yaratılır, kulun kudreti ile kazanılır.

Ama Ehl-i Sünnet’ten olan Eş’arî, bu mânâda farklı bir görüşe gitmiş ve kulların fillerinin meydana gelmesinde ihtiyarın (tercih etme ve seçmenin) dahli olmadığını; Sübhan Allah’ın, fiilleri, onların ihtiyar etmesinin hemen akabinde yarattığını ve iradî fiilin meydana gelmesinde, hadis kudretin tesirinin olmadığını kabul etmiş/ içtihat etmiştir. Bu görüş, cebre yakın olduğu için de ona: Cebr-i mutavassıt (Orta cebir) ismi verilmiştir.

Üstad Ebu İshak Îsfirainî; hadis (yaratılmış) kudretin, fiilin aslına (meydana gelmesine) tesir ettiğine ve fiilin meydana gelmesinin, iki müessirin (Külli Kudret ile yaratılmış cüz’i kadretin) muhtelif cihetlerden bir araya gelmeleri ile olduğuna; Kadı Ebu Bekir Bakılanı ise; hadis kudretin, fiilin meydana gelmesine değil vasfına (günah veya sevap, taat veya isyan oluşuna) tesir ettiğine kâil olmuştur.

Bu zayıf kulun indinde seçilen görüş ise: Hadis kudretin, fiilin hem aslına ve hem de vasfına, yani ikisine birden tesir ettiğidir. Çünkü: asla tesir etmeden vasfa tesir eder demenin bir manası yoktur. Çünkü: vasıf, işin iyi veya kötü olması, asla bağlı olan yani işin yapılması ile meydana gelen eserdir; aslın sonucudur.

Ancak vasfın meydana gelmesi, aslın meydana gelmesinde gerekli olan tesire ek olarak zaid bir tesire (ikinci bir kuvvete) muhtaçtır.

(İşin meydana gelmesi başkadır, hayır veya şer olması başkadır. Bu sebeple, işin hayır veya şer olması için, zaid bir kuvvetin te’sîri lâzımdır demek yanlış olmaz.)

Eş’ari’ye aykırı gelse de, tesire kâil olmanın, hadis kudretin etki ettiğini savunmanın bir mahzuru yoktur. Çünkü kudretteki tesir de Allah-u Teâlâ’nın icadı, yaratması iledir. Kudretin kendisinin olduğu gibi…

Bu sebeple hadis kudretin tesir ettiği görüşü, doğruya en yakın olandır.

Eş’arî’nin görüşü, hakikatte cebir dairesine yakındır. Zira ona göre, fiilin meydana gelmesinde ihtiyarın tesiri olmadığı gibi hadis kudretin dahi tesiri söz konusu değildir.

Ancak şu kadar var ki: Cebriye’ye göre, fiilin fâile (işin işleyene) bağlanması, hakikî değil mecazidir (yani kulda irade ve kudret yoktur; fiili, ALLAH-u Teâlâ, kulun eliyle yapmakta, yaratmaktadır). Eş’arî’ye göre ise fiilin faile bağlanması, tesiri olmasa da, hakikidir; çünkü kulun istemesi, fiilin yaratılmasına tesir değil sebep olmaktadır. Bu vechile kulun fiili, hakikaten kula nisbet edilip bağlanır. İsterse kulun kudreti bir nebze tesir edici olsun; isterse de irade veya kudret, fiilin ortaya çıkmasına sadece sebep olsun!

(Kuldaki kudret, fiillerin meydana gelmesi için sebeptir. Allah-u Teâlâ’nın âdetinde böyledir: cüz’i irâde ve kudretin dahli veya tesiri olmadan fiil meydana gelmemektedir. Kullar, meydana gelmesini istedikleri fiillere tercihlerini ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerinin hemen akabinde Allah Subhânehu o fiilleri yaratır. Bu sebeple kulun irâde ve kudreti fiilin meydana gelmesinde merkez olmuş olur.

Kula ait bu kudret, ister fiilin yaratılmasına kısmen tesir etsin isterse de yaratılmasına sebep olsun, o fiil, kulun kudretine hakiki anlamda nisbet edilir yani o işi kul yaptı denir.)

Hak mezhebinden / görüşünden batıl mezhebinin ayrıldığı yer de burasıdır. Fiilin hakikaten faile ait olduğunu nefyedip mecazî olarak ona nisbet eylemek: Apaçık hakikatlerin inkârı olup katıksız küfürdür.  

‘Temhid’ adlı eserin yazarı der ki; Cebriye’den şöyle diyenler vardır: “Fiil, kuldan, zahiren ve mecazendir; hakikatte onun bir gücü yoktur. Kul, bir ağaç gibidir, rüzgâr onu oynatırsa oynar. Kul dahi ağaç gibi mecburdur.”

Bu söz küfürdür; böyle itikad eden de kâfir olur.

Yine Cebriye’nin şu sözü de böyledir: “Kulların iyi veya kötü fiilleri, hakikatte onlara ait değildir. Bütün bu fiillerin gerçek fâili Sübhan ALLAH’tır.”

Bu sözler de küfürdür.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Fiillerde kulun kudreti ve seçme hakkının tesiri olmadığı görüşüne giden Eş’arî’ye göre, fiillerin hakikaten kula nisbet edilmesinin mânâsı nedir?

El-Cevap: “Her ne kadar kudretin fiillerde tesiri yok ise de; ancak Sübhan Allah onu (irade etme ve kudreti) fiillerin meydana gelmesine sebep kılmıştır. Şöyle ki; kulların yapmayı istedikleri fiillere ihtiyar ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerini takiben, Allah-u Teâlâ, âdeti üzere o fiilleri yaratır. Bu veçhile hadis kudret, fiillerin meydana gelmesi için şekli bir sebep olmuş olur. Böylece ve âdet yerini bulsun diye, fiillerin meydana gelmesinde, irade ve kudretin dahli olmuş olur. Zira o olmadan âdet yerini bulmaz. İsterse, onun fiillerde tesiri olmasın.

Anlatılan bu sebep dolayısı ile fiiller kullara hakiki olarak bağlanır. İşte, Eş’arî mezhebi için, nihayet tashih budur. Bundan başka edilen kelâmın üzerine, etraflıca ve derin düşünmek gerek (neyi kastettiklerini ve ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için)…

Bilesin ki, Ehl-i sünnet vel-cemaat kadere iman etmişlerdir. Kader: Hayrı, şerri, acısı ve tatlısı ile Sübhan Allah’tandır. Kaderin mânâsı İhdas ve icattır (meydana getirme ve yaratmadır). Malumdur ki, Allah-u Teâlâ’dan başka Muhdis ve Mucid yoktur.

Bu mânâda bir âyet-i kerime meali: «Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Ona ibadet ediniz.» (6/102)

Mutezile (Kaderiye) ise (günümüzde farklı isimler altında görüş beyan etseler de), kaza ve kaderi inkâr etmiş ve sanmışlardır ki: Kulların fiilleri, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olmaktadır. Bunun için de şöyle derler: “Eğer Allah-u Teâlâ, bir şerri takdir etse; sonra da onun üzerine azab etse; bu bir zulüm olmuş olur.”

Asıl bu söz, onların cehaleti ve zulmüdür: Zira kazâ (bir işin olması veya olmaması ile ilgili hüküm); kuldan kudret ve ihtiyarı kaldırmaz. Çünkü ALLAH hükmetti ki; kul bu fiili, ihtiyarı ile yapacak… veya terk edecek!

Şöyle ki: Allah-u Teâlâ’nın kazâsı bir işin olması yönünde gerçekleşirse o iş zorunlu olur; olmaması yönünde gerçekleşirse o iş imkânsız olur. Şayet işin zorunlu olması (kazâsı) seçimle olmasına aykırı olsaydı, bu durumda Allah-u Teâlâ’nın iradesi (Subuti sıfatlarından olan İrade) de söz konusu olmazdı.

Netice olarak kazâ, tercih hakkının olmasını zaruri kılar ki, hüküm vermek gerçekleşsin.

Yani, Yüce Yaratıcı’nın Sıfat ve fiilleri ile de onların görüşleri iptal edilmiş olur. Çünkü O, her daim dilediğini irade eden ve her daim dilediğini yerine getirendir. Aksi halde, ezelde olacağını bildiği her şeyi yaratmaya mecbur; olmayacağını bildiği şeylerde ise memnu’ olurdu ki bu, onun Sıfat ve Fiillerini iptaldir ki küfürdür.

Şu mânâ da gizli değildir: “Kul, tam manası ile aciz ve zayıf bir varlık olmasına rağmen kendi fiillerini yapmakta tam manası ile kudret sahibidir” düşüncesine kâil olmak; tam bir anlayışsızlık ve sefihliktir.

Bu sebeple Maveraünnehir (Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer) alimleri, onların (Mutezile’nin) sapıtmış oldukları üzerinde şiddetle durmuş hatta “Mecusîler onlardan hal bakımından daha iyidir” demişlerdir. Çünkü onlar bir (tek) şerik iddia ederler. Mutezile ise o kadar şerik iddia eder ki; saymakla bitmez…

***

Cebriye’ye gelince; onlar da zanneder ki: kula ait hiçbir fiil yoktur. Kulların hareketi ve fiilleri, cemadatın (cansız varlıkların) hareketi gibi olduğu için de; hem kudretleri ve hem de ihtiyarları yoktur.

Bu sebeple kullar, ne hayırdan sevap alabilirler, ne de şerden günah kazanabilirler.

Kâfirler ve asiler dahi mazurdurlar; sorumlu değildirler. Çünkü: Fiillerin hepsi ALLAH’tandır. Kul ise bu mânâda fiili yapmaya mecburdur.

Bu görüş dahi küfürdür.

(Halbuki: İnsanın iradesi dışında fiilleri olduğu gibi iradesine bağlı filleri de muhakkaktır: Elin, irade dışı titremesinin yanında irade ile hareket etmesi gibi).

Onlar, bütün fiilleri irade dışı elin titremesi kabilinden kabul ettikleri için, “Mâsiyet (işlediği günah), âsiye (isyan eden, günah işleyene) zarar vermez; dolayısı ile azab yoktur” demektedirler ve bu görüşleri ile mel’un Mürcie mezhebine uymaktadırlar.

Bu manada Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” den şöyle rivayet edildi: «Mürcie, yetmiş peygamberin dili ile lânete uğramıştır.»

Kat’i esaslar da bu mezhebi nefyetmektedir.

Bu mânâda şu âyet-i kerimeler kesin delildir:

«Yapmış olduklarına karşılık olmak üzere…» (37/17)

«İsteyen iman etsin; isteyen inkâr…» (18/29)

Daha başkaları da vardır.

***

Bilesin ki, insanlardan pek çoğu, himmetleri zayıf ve niyetleri kusurlu olduğu için yaptıklarına (veya yapmadıklarına) mazeret bulmak ve hesaba çekilmekten kurtulmak için cebri görüşü benimserler. Bazen kulun hakikaten ihtiyarı olmayıp fiilin ona bağlanmasının mecaz olduğuna hükmederler; bazen de ihtiyarın, cebri gerektirecek kadar çok zayıf olduğuna…

Bununla kalmaz; bazı sofiyenin bu manadaki kelamlarını da tekrar ederler: “Gerçek fail tektir. Ancak O’dur. Kulun kudretinin fiillerde asla tesiri yoktur. Onun hareketleri cemadatın hareketleri gibidir.

Hatta kulun gerek kendisi, gerekse de sıfat ve fiilleri, şu âyet-i kerimedeki mana gibidir:

«Onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz, onu su sanır. Oraya vardığı zaman da, bir şey bulamaz. Yanında ALLAH’ı bulmuştur.» (24/39)

Apaçık hakikatlere mecaz manalar yüklemek, ancak, sözde ve fiillerde tembellik ve gevşekliğini artırır.

***

Bu bahsin tahkikinde deriz ki:

İşin hakikatini en iyi bilen ALLAH’tır.

Eğer hakikaten seçme hakkı kul için sabit ve gerçek olmasaydı; Allah-u Teâlâ, zulmü kullara bağlamazdı. Oysa ALLAH-u Teâlâ, Kur’an’ın birçok ayetinde, zulmü kullara isnat eyledi.

Hem seçim hakları olmayan hem de fiillerin meydana gelişini sağlayacak tesirde kudretleri bulunmayanlara, zulüm neden isnat edilsin?

Kulların kudretinin tesir etmeyip yalnız İlahi kudrete zemin oluşturduğunu kabul edecek olsak bile, bu durum da onların zalim olmalarını gerektirmez.

Şu da var ki, seçim hakları olmadığı halde kullara, ALLAH tarafından azap edilmesi, yine de zulüm olmaz. Zira ALLAH, mutlak Malik’tir. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.

Amma zulmün kullara nisbet edilmesi, onların ihtiyarının sabit olduğunu; fiillerin meydana gelişinde kudretlerinin tesir ettiğinin  (Kur’an’daki) delilidir.

Fiillerin kullara ait olmasının mecaz olduğunu ileri sürmek de doğru değildir; çünkü, mecaz anlama, sadece, gerçek anlamın mümkün olmadığı yerde gidilebilir.

İhtiyarın zayıf olması kavline gelince…

Kastedilen, Yüce Allah’ın ihtiyarına nisbetle zayıf olduğu ise bunda niza yoktur; sınırsız doğrudur.

Veya fiillerin meydana gelişinde müstakil / bağımsız olmadığı kastedilmiş ise; bu da doğrudur.

Amma kastedilen, fiillerin meydana gelmesinde ihtiyarın / kulun tercihinin dahli olmadığı ise, kabulü mümkün değildir. Kabulünün neden mümkün olmadığı ise tafsilatı ile izah edildi.

Bilinmesi gerekir ki: Allah-u Teâlâ, kullarına, takatları ve güçleri yettiği kadar teklif yapmış; mahlukatın zaafı / zayıflığı dolayısı ile onlara olan teklifini, emir ve yasaklarını hafif tutmuş ve hatta daha da hafifletmiştir.

Bu mânâda Allah-u Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurdu: «ALLAH, sizin için hafifletmek ister; çünkü insan zâif yaratılmıştır.» (4/27)

Sübhan Allah; Hâkim, Râuf, Rahim’dir. Rahmet, Re’fet (merhamet, ve yücelik), Hikmet sahibidir. Kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri teklif edip emretmesi, Uluhiyet şanına yakışmaz.

Bu veçhile, kulun gücünün yetmeyeceği büyük kayayı kaldırma gibi işleri kuluna teklif etmedi. Kolay olanı teklif etti. Namaz gibi: Ki bu: Kıyam, rükû, sücud ve kolaya gelen kıraatten ibarettir. Bütün bunlar kolaydır; hem de son derece.

Oruç dahi, aynı şekilde son derece kolaydır.

Zekât dahi böyledir. Malın kırkta birinin verilmesini takdir etti. Malın hepsini veya yarısını takdir etmedi. Ta ki: Kula ağırlık olmaya.

Yine O, re’fetinin kemalindendir ki, aslını yapmak zor olduğu takdirde onun yerine geçen başka bir şey emretti.

Şöyle ki:

Abdestin yerine teyemmümü geçerli kıldı.

Ayakta namaz kılmaya güç yetmeyen için, oturarak namaz kılmayı; oturduğu yerde namaz kılamayanın, yan yatarak kılmasını; rükûa ve secdeye güçleri yetmeyenler için ise ima ederek kılmalarını…

Şer’i hükümlerde bunlardan başka daha pek çok kolaylık vardır. Ki bunlar: İbret nazarı ile bakanlara gizli değildir. İbret ve insafla bakıldığı zaman bütün şer’i tekliflerin son derece kolay ve sühuletli olduğu görülür.

Yine aynı şekilde bakanlar, teklif sahasının, Sübhan Hakk’ın kullarına kemaliyle rahmet ettiğinin açık göstergesidir: (Sayısız nimetlerin helal olup çok cüz’i olanların haram kılınması gibi…)

Anlatılan tekliflerin hafif olduğunu doğrulayan bir diğer delil de: Avamdan bazılarının, emredilen vazifelerin daha da arttırılmasını temenni etmesidir. Bazılarının farz orucu, bazılarının ise farz namazların arttırılmasını temenni etmesi gibi; bu temenniler çoktur.

İşte bu, ibadetlerin kemâliyle hafif olduğunun fıtri delilidir.

Hükümlerin yerine getirilmesinde kolaylık bulamamak, zorlanmak, ancak nefsanî zulmetlerin varlığından, Sübhan Allah’a düşmanlığa saplanan nefs-i emmarenin hevâsından neş’et eden tabiat zorluklarından ve zulmet karanlıklarındandır.

Anlatılan mânâlar üzerine, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:

«Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi.» (42/13)

«..O (namaz), huşû ehli müstesna, elbette herkese ağır gelir..» (2/45)

Hükümlerin ve ibadetlerin yerine getirilmesinde; nasıl ki zahirî hastalıklar zorluğa sebep olur ise, batinî hastalıklar dahi aynı şekilde zorluğa sebep olur.

Şer-i Şerif ise nefs-i emmârenin âdetlerini ve onun boş arzularını iptal için gelmiştir. Zira nefsin arzusu ve şeriata tâbi olmak, birbirinin zıttıdır; biri diğerini zayıflatır, köreltir. 

Bu sebeple, zorluk olması, nefsanî hevânın varlığının delili; zorluğun derecesi, nefsanî hevânın derecesinin delilidir. Eğer nefsanî hevâ zâil olur ise; zorluk da tamamen ortadan kalkar.

***

Gelelim, ihtiyarın nefyi ve zaafında söylenen sofiyenin kelâmına…

Eğer onların kelâmı, şer’î hükümlere uygun değil ise; aslâ itibarı yoktur. Hüccet (delil) bilinip uyulmaz. Asıl hüccet bilinip uyulmaya uygun olan, alimlerin kavlidir, görüşüdür. Ehl-i sünnetten olan alimlerin…

Sofiyenin kelâmından, bunların görüşüne uygun düşen olursa; o makbul sayılır; onlara muhalif düşenler ise kabul edilmez.

Bu arada şunu da deriz ki: Halleri istikamet üzere olan sofiye, şeriatı kıl kadar dahi olsa aşmazlar; ne hallerde, ne amellerde, ne sözlerde, ne ilimlerde, ne de mârifetlerde… Şunu bilirler ki: Şeriata aykırı bir şey, haldeki hastalıktan ve ondaki karışıklıktan meydana gelir. Eğer hal doğru olsaydı; söz de şeriata aykırı düşmezdi.

Hülâsa: Şeriata aykırı olan, zındıklığa (dinsizliğe) delil ve ilhada (dinden çıkmış olmaya) alâmettir.

Bu babda şu da vardır ki: Halin galebesiyle ve vaktin sarhoşluğunda keşiften neşet eden şeriata aykırı kelâm, mâzur sayılır; bu keşif sahih olmadığı gibi taklit etmeye de uygun değildir. Bununla birlikte, sözü zahir manasından alınıp düzeltilerek başka manaya çevrilmesi uygun düşer; sarhoşların sözlerinin zahirden alınıp başka manalara hamledilmesi; o sözlere başka manalar yüklenilmesi gibi…

***

İşbu makamdan bize müyesser olan budur; Sübhan ALLAH’ın yardımı ve ihsan buyurduğu başarı ile.

ALLAH’a hamd olsun; seçmiş olduğu kullarına selâm…

Mektubat-ı Rabbani