Hatem’ür-risalet “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Sizden biriniz iftar ettiği vakit, hurma ile iftar etsin; zira o berekettir.”
Hurmanın bereket oluşu, onun ağacı olan Nahle, câmiiyyet (cem edici) vasfı ve mu’tedil sıfatlar üzere yaratılmış olmasındandır; tıpkı insan gibi… Bu sebeple, Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, hurma ağacına, “Âdemoğlunun ammesi” (amcası veya halası) ismini verdi. Buyurdu ki: “Ammeniz olan hurma ağacına kerem ediniz. Zira o, Âdem’in çamurunun bakiyesinden (arta kalanından) yaratıldı.”
Nahle ağacının meyvesi olan hurma ile iftar eden, kendisinden (ve kendisi gibi çok çeşitleri câmi) bir parça ile iftar etmiş, hurmanın câmiyyet hakikati de iftar edenin hakikatinden bir cüz/parça olmuş olur. Onu yiyen, câmiyyet vasfı olan hurmanın hakikatına derc’edilmiş olan gayri mütenahi kemâlatı cem etmiş olur.
Anlatılan mana, onun diğer zamanlarda yenmesi ile hâsıl olur ise de; iftar vaktinde, fani lezzetler ve mani şehvetlerden yana boş olunduğu için tesiri daha ziyade, bu mananın zuhuru daha tam ve kâmil olur.
Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin, «İnsanın hurma ile sahur yapması ne güzeldir» buyurmasındaki mana ise hurmanın, sadece gıda yönü ile değil yiyen kişinin hakikatini de tamamlayıcı olması yönüyle olup ne zaman ki bu faide iftar vaktinde ele geçmezse; telafisi için hurma ile sahur yapmaya teşvik içindir.
Hurmanın yenmesindeki bir başka faide de, diğer bütün gıdaların (özünün) onun özünde bulunması ve bu camiiyyeti itibarı ile bereketinin taa iftar vaktine kadar devam etmesidir.
Bu mezkür gıdanın (zahiri) faidesi, ancak, şer’î (helal ve doğal) yoldan temin edilip ve şer’î sınırlar kıl kadar aşılmazsa hâsıl olur.
Aynı şekilde bu faidenin hakikati, yiyen kimsenin sureti aşıp manaya ve hakikata ulaşması, zahirden geçip batınla mutmain olması ile müyesser olur. Durum böyle olunca, yenen şeyin zahiri o kimsenin zahirine yardımcı; batını ise yiyen kimsenin batınını kemale erdirici olur. Aksi halde onun faidesi zahiri yardımla sınırlı (kısıtlı) kalır. Yiyen dahi aynı kısıklık (hakikattan mahrumiyet) içinde (kusurun ta ortasında) kalır.
Bir şiir:
Gayret et, cevher yapmaya yediğini, Sonra ye, dilediğini…
İftarı acele yapmak, sahuru tehir etmekteki incelik de, gıdanın, yiyeni (zahir ve batın) tekmil etmesi içindir.
Ve’s-selâm.
Mektubat-ı Rabbani
YA HANNÂN YA MENNAN!
Ashab-ı Kiram’dan birisi Huzur-u Risâlet Penâhiye gelerek: “Ya Resûlallah, îmân üzere ölen herhangi bir kimse cehennemde kalacak mı?” sorusuna cevaben Resûlullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Evet, kalacak! O da cehennemin dibinde bin yıl müddetle kalmış bir kimsedir. “Ya Hannan, Ya Mennan!” diye feryat eder. Sesi o kadar yükselir ki, Cibril onun sesini duyunca “Acaba ne oluyor?’ “Acaba ne oluyor?” diyerek hayretinden şaşakalır. Nihayet dayanamayıp, Rahman’ın arşının önünde secdeye kapanır. Hakk Teâlâ, Ey Cibril kaldır başını, buyurur. O da başını kaldırır. Cenab-ı Hakk, onun neler duyduğunu bildiği halde Cibril’e sorar: “Seni bu kadar şaşırtan nedir? Cibril: “Ya Rabbi! Cehennemin dibinden gelen bir ses duydum. Ya Hannan, Ya Mennan! diye feryat ediyor… İşte ona şaşırdım” dedi. Allah-u Teâlâ, Cibril’e şöyle buyurur: Ey Cibril, Malik’e git, söyle: Ya Hannân Ya Mennan diye feryat eden kulumu oradan çıkarsın.
Cibril gider ve ona, Hakk Teâlâ’nın emrini iletir. Mâlik, cehenneme girer; çok arar lâkin bulamaz (oradakileri, annenin çocuklarından daha iyi tanıyor olmasına rağmen…). Sonra gelip Cibril’e der ki: “Doğrusu cehennem öyle bir çatırtı ile patlayıp fışkırıyor ki, ne taşı demirden ne de demiri insandan ayırt edebiliyorum.”
Cibril geri döner, Rahman’ın arşı önünde tekrar secdeye kapanır. Allah-u Teâlâ ona: Ey Cibril kaldır başını! Niçin kulumu getirmedin? diye sorar. Cibril: Ey Allah’ım, Mâlik diyor ki: Cehennem öyle bir çatırtıyla patlayıp fışkırıyor ki, ne taşı demirden ne de demiri insandan ayırt edebiliyorum. Allah-u Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur: Mâlik’e söyle, o kulum, cehennemin gizli ve şu kadar derinliğinde filanca yerin şu köşesinde bulunmaktadır.
Cibril tekrar Mâlik’e gelerek durumu ona haber verir. Mâlik, yeniden cehenneme girer. Adamı tarif edilen yerde, baş aşağı atılmış, başı ayaklarına ön saçları ile bağlanmış, elleri boynunda kenetli, üzerine yılanlar, akrepler üşüşmüş bir halde bulur. Onu, üzerindekilerin döküleceği biçimde tutup bütün kuvvetiyle silkeler, sonra zincirler ve bukağıların parçalanacağı bir şekilde kuvvetle çekerek onu ateşten çıkarıp hayat suyuna daldırır. Sonra da Cibril’e teslim eder.
Cibril onun perçemlerinden tutup Rahman’ın arşı önüne kadar sürükleyerek getirir. Yolda Cibril’in karşılaştığı her melek topluluğu, bu kulu gördüklerinde ’üf be şuna!’ diye tepkilerini dile getirirler.
Cibril, Rahman’ın arşı önünde tekrar secdeye varır. Allah-u Teâlâ Hazretleri: Ey Cibril kaldır başını, der. Daha sonra da diğerine: Kulum, seni güzel bir biçimde yaratmadım mı? Sana elçi göndermedim mi? O elçi sana kitabımı okumadı mı? Sana iyi yapmanı emredip kötü olandan da nehyetmedi mi? diye sorar. Kul da bunların hepsinin doğru olduğunu söyler. Cenab’ı Hakk: O halde şu şu günahları niçin işledin, der. Kul da: Rabbim! Günah işlemekle kendi kendime zulmettim ve nihayet şu kadar sene cehennemde kaldım. Ancak Senden asla ümidimi kesmedim Rabbim! Sana hep: ’Ya Hannân, Ya Mennan! (Ey rahmeti ve ihsanı hesapsız!) diyerek yakardım. Kerem ve ihsanınla kurtardığın bu kuluna artık merhametinle muamele eyle! der.
Bunun üzerine ALLAH-u Teâlâ Hazretleri: Ey Meleklerim, şahit olunuz ki, bu kulumu (rahmetimle) bağışladım, buyurur.
İmam Ebu Hanife Müsnedi
*****
Bu kıssa, bir gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin yanında anlatılır. Cehennemde “Ya Hannân, Ya Mennân!” diye ağlayıp sızlayarak bin yıl azab çektikten sonra en son çıkanın “Hinâd” adında birisi olduğu söylenir. Sözün burasında oluk oluk gözyaşı akıtarak ağlamaya başlayan Hazret: “Keşke” der “Ben Hinâd olsaydım.”
Bu sözleri üzerine yanında bulunanların hayretten şaşa kaldıklarını görünce der ki:
-Neden şaşırdınız?
Hinâd denilen adam (sonsuz olan hayatın zerresi dahi sayılmayacak kadar kaldıktan sonra) nasıl olsa bir gün Cehennemden çıkmayacak mı?
-Çıkacak!
-Benim ise çıkacağım da belli değil!
***
Herkesin hareketi ve görüşü bulunduğu (manevi) makama göredir. Herkes âleme kendi görüş dairesinden (nefis mertebesinden) bakar.
Mavi cam güneşi mavi gösterir, kızıl cam ise kızıl… Renkten azade camlar hepsinden doğru gösterir.
(Aynı hadisede; nefsi emmare olan başkalarını kınarken, nefsi levvame olan kendini kınar; nefsi mülhime olan ilham üzere konuşurken, mutmainne olan ise huzur ile tefekkür eder…)
Mesnevi-i Şerif
KALPTEN HABER VAR
Hz. Mûsâ aleyhi’s-selâm yolda, “Ey Allah’ım, Ey Rabbim!” diye yakaran bir çoban gördü. (Diyordu ki): “Neredesin, gelip hizmetkârın olayım! Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayıp, bitlerini kırayım. Ey Yüce Rabbim, Sana süt ikrâm edeyim! Elceğizini öpeyim, ayağını ovayım. Uyku vakti gelince yerceğizini silip süpüreyim. Sana feda olsun bütün keçilerim. Seni anmak içindir bütün nağmelerim, heyheylerim.”
O çoban, bu çeşit saçma sapan şeyler söyleyip duruyordu.
Mûsâ: “Kiminle konuşuyorsun?” dedi.
Çoban: “Bizi yaratan, bu yeri göğü var edenle.” dedi.
Mûsâ dedi: Çok âsi oldun sen. Müslüman olmadan kâfir oldun.
Bu ne zırva, bu ne küfür ve saçmalama? Ağzına pamuk tıka! Küfrünün pis kokusu dünyayı tuttu. Din ipeğini küfrün paçavraya çevirdi.
Çarık, dolak, ancak sana yaraşır. Böyle şeyler bir güneşe nasıl uygun olur? Bu tür sözlerden ağzını kapamazsan, bir ateş gelip insanları yakar.
ALLAH’ın her şeye kadir ve her hususta âdil olduğunu biliyorsan nasıl oluyor da bu hezeyanlara, bu küstahlığa cüret ediyorsun? Nasıl oluyor da bu çeşit saçmalamak ve çizmeyi aşmak senin inancın haline geliyor?
Akılsız dostluk düşmanlığın ta kendisidir. ALLAH bu çeşit hizmetlerden müstağnidir.
Bu çeşit sözleri ancak amcana dayına söylersin. Cisim ve ihtiyaç, Celâl Sahibi’nin sıfatlarından mıdır? Büyüyüp gelişmekte olan süt içer. Ayağı muhtaç olan çarık giyer.
Senin bu sözlerin, (ALLAH): “Hastalandım, ziyaretime gelmedin”, “Benimle duyup Benimle görür” buyurduğu kullar için de anlamsızdır.
Hakk’ın seçkin kulları ile edepsizce konuşmak kalbi öldürür, gönlü karartır; amel defterini kapkara bir hale koyar. Erkekle kadın aynı cinsten olsa da, bir erkeğe “Fatma” desen, halîm ve mülâyim biri bile olsa, imkânı olsa senin canına kasteder. Kadınlar için Fatma bir övgüdür. Fakat erkeğe söylersen kılıç yarası gibi olur. El ve ayak bizim için övünç vesilesidir; oysa Hakk’ın müstağniliğine nispetle kusur.
(Çoban): Ey Mûsâ, ağzımı bağladın, pişmanlıktan canımı yaktın.” dedi. Üstünü başını yırtarak yana yana bir âh çekti. Başını alıp çöle doğru yola düştü.
Mûsâ’ya şu vahiy geldi: Kulumuzu bizden ayırdın. Sen kavuşturmaya mı geldin yoksa ayırmaya mı? Gücün yettiğince ayrılığa ayak basma. Ben’im katımda en çirkin şey boşanmaktır (ayrılıktır). Herkese bir huy, herkese bir çeşit ıstılah verdim. Ona metih olan söz, sana zemdir; ona göre baldır, sana göre zehir. Biz, temizlikten de beriyiz, kirliden de. Hantallıktan da ariyiz (müstağniyiz), çeviklik ve titizlikten de. Kendime bir yarar sağlamak için değil, kullarıma ikramda bulunmak içindir emirlerim. Hintlilere, Hintlilerin sözleri metihtir; Sintlilere, Sintlilerin… Onların teşbihleri ile münezzeh ve mukaddes olmam. Bu teşbih incilerini söylemekle kendileri temizlenir, pâk olurlar. Biz; dile ve söze bakmayız; gönle ve hale bakarız.
Kalp huşu sahibiyse kalbe bakarız, isterse sözünde kulluk ve boyun eğicilik olmasın. Çünkü kalp cevherdir, söz söylemekse a’raz. A’raz eklentidir, cevher maksat. Mânâsı gizli ve kapalı yahut başka olan bu çeşit sözler ne vakte kadar sürecek? Yanış isterim, yanış… O ateşe düş; yoldaş ol o yanışa… Canda sevgiden bir ateş tutuştur; aşktan bir ateş yak canında. Düşünceyi, sözü baştanbaşa yakıver. Yol yordam bilenler başkadır; canı, rûhu yanmış aşıklar başka, ey Mûsâ! Âşıklara her nefeste bir yanış vardır. Harap köye haraç ve öşür olmaz. Yanlış söylese de ona hatalı deme. Kanına bulanıp şehit olursa yıkamaya kalkışma. Şehitlere kan, sudan yeğdir. Bu yanlış söz de, yüzlerce doğrudan yeğ! Kâbe’nin içinde kıbleden (kıbleye dönme zorunluluğundan) eser yoktur. Âşıkların dini, mezhebi ALLAH’tır.
Yakut’un üstünde (yakut olduğuna dair) damga olmasa ne çıkar?
Ondan sonra Hakk, Mûsâ’nın sırrına dile gelmeyecek sırlar söyledi. Mûsâ’nın kalbine sözler döküldü. Görmek ve söylemek birbirine karıştı. Defalarca kendinden geçip defalarca kendine geldi. Kaç defa ezelden ebede kanatlandı.
Eğer bundan ötesini anlatmaya kalkışırsam ahmaklık etmiş olurum. Çünkü bunu açmak, bunu anlatmak, anlayışın ötesindedir. Söylesem, akıllar uçup gider; yazmaya kalksam, kalemler kırılır.
Mûsâ, Hakk’tan bu azarlamayı duyunca çöle düşüp çobanın ardınca koşmaya başladı. O hayran âşığın ayak izini sürdü, çölün altını üstüne getirdi. Nihayet onu buldu.
Dedi ki: “Müjdemi ver! Sana izin çıktı. Hiçbir adap ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle! Senin küfrün (o halin), din; dinin de can nuru… Sen emniyete erişmişsin; dünya da seninle emniyette. Ey “Allah dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; korkusuzca yürü, dilini serbest bırak.”
Dedi: “Ey Mûsâ, ben o halden (o cezbe halinden), o sözlerden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanlarına bulandım. Ben Sidretü’l-Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öteye gitmişim. Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, gökleri aştı. Şimdi benim halime söz sığmaz.”
Şimdi, ey ALLAH’a yalvaran kişi! Kendine gel kendine! Hamd etsen de şükretsen de bil ki senin yaptığın da çobanın lâyık olmayan yakarışı gibidir. Senin hamdın ona nispetle daha iyi olsa da Hakk’a nispetle değeri yok, sonsuz eksiktir. Ne vakte dek hamd ve şükrü yerine getiriyorum deyip duracaksın. Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar. Senin zikrinin kabulü rahmettendir. Âdeta kanı durmayan birinin namaz kılması gibi bir ruhsattandır. Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa, senin zikrine de benzetme ve zannetmeler bulaşır. Kan pistir ama bir parça su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler var ki… ALLAH’ın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksik olmaz.
Keşke secdeye kapandığında: Sübhane Rabbiyel A’la’nın manasına: Secdem de varlığım gibi Sana lâyık değil. Sen kötülüğe karşılık iyilik ihsan eyle! hissiyatına ereydin.
Mesnevi-i Şerif
FARKLI NAZAR (GÖRÜŞ)
Râcî, uzun bir müddet görmediği Aynalı Baba’yı ziyarete gider. Aynalı Baba, kısa bir sohbetten sonra, ona mûtâdı olduğu üzere bir kahve ikram eder. Râcî, yine hayal âleminin derinliklerine dalıp gider.
“Kendimi karıncalar arasında ve binlerce sokağı bulunan bir karınca yuvasında, karınca şeklinde buldum. Etrafa hayran hayran bakmaya ve tetkik etmeye başladım. Karıncalar da muhtelif içtimaî sınırlardaki insanlar gibi kısımlara ayrılmıştı. Şu kadarını söyleyebilirim ki oradaki sınıflar, insanlar arasındaki sınıflara benzemiyordu. Bu sınıflar arasında mevki farkı yoktu. En yüksek ve en alçak gibi farklar görünmüyordu. Yuvadaki karıncalar en az birkaç yüz bin kadar olsa gerek. Bunlar, beyler ve amele sınıflarına taksim edilmişlerdi. En tuhafı, maddi ve manevi her türlü ihtiyacı anlatabilecek mükemmel bir dile sahip olmalarıydı.
Yuvamızda mükemmel mektepler, zahire ambarları, yatakhane, hapishane, teneffüs ve yemek salonları, toplantı yerleri, hülasa pek mütekâmil bir toplantı yeri için iktiza eden bir binanın, bir şehrin bütün debdebe ve alayişi mevcuttu. Daha garibi şurası ki karıncaların içtimai durumu beşere nispetle daha çok terakki etmişti.
İlk önce karıncalardaki geçim düzeni ve çalışma tarzı, beşerdekilere nispetle daha mütekâmildi. İktisat ve ekonomi hususunda ise beşeriyete nazaran tavsif edilmesi kabil olmayan bir tekâmül farkı vardı. Karıncaların insanlığa en üstün oldukları taraf ise terbiye meselesidir. Karıncalar bu işte insanları çok geride bırakmışlardı. Adaleti eşitçe dağıtmakta da aynı mütalaa tereddüt göstermeden yürütülebilir. Bu sebeplere dayanarak karınca yuvalarında mektep yapılan daireler yuvanın en mutena ve en büyük kısmını işgal ettiği halde, hapishaneler sihhate uygun olmakla beraber pek küçüktü. Çünkü burada hapis cezasına uğrayanlar hemen hemen yok gibidir.
Bir karıncada en birinci haslet, vazife hissidir. Ve bu his her hisse galiptir. Nefsani ihtiras ve ihtiyaçlar uğrunda vazifesini feda değil tembellik eden karınca hemen hemen hiç bulunmaz.
Ben, karınca beylerinden birinin oğlu imişim. Eğitim ve öğretimim için amele sınıfından yedi yaşlı adam, yedi meşhur âlim babam tarafından -müşavere suretiyle- seçilmişmiş. Bu yedi âlim yalnız yuvamız halkı arasında değil, belki etraftaki yuvaların halkı arasında da ilim ve fazilet yönünden en üstünleri idiler. Hayat merdivenlerinin son kademelerine gelmiş olan bu ihtiyarlar, beni karınca nesline faydalı bir eleman olmak, en son olarak da hayırlı bir talebe yetiştirmek emeliyle çalışmaktaydılar. İyi bir eğitim usulü ile bana kısa bir zaman içinde karınca cinsine bahşedilen ilmin hemen hepsini öğretmiş bulunuyorlardı. Şimdi sık sık seyahatler yapıyor, okuduğum ve bildiklerimin tatbikatı ile uğraşıyorduk…
Uykudan uyandığım hizmetçilerim tarafından hissedildiğinde semiz bir böcek budu ile yarım buğdaydan ibaret sabah kahvaltısı getirdiler. Henüz yemeği bitirmiştim ki hocalarımdan biri yanıma geldi. Ve şu şekilde söze başladı: “Ey Şehzadem! Senenin hemen yarısında şehrimizin kuzeyinde bulunan sert ve çorak arazide ne kadar tuhaf tabiat olayları zuhur etmekte olduğunu bilirsiniz. İki numaralı lise talebesine bu sene yaptırdığımız ilmi gezintilere dair aldığımız son raporlarda şimdiye kadar âlimleri ihtilaflara düşüren hava durumunun yine başlamış, her gün muntazaman meydana gelmekte olduğu bildiriliyor. Malumunuz olmak lazım gelir ki günün bir kısmında güneş hayat nuru bahşeden kaynağını kuvvetle neşre başladığı zamanlarda parlak gökyüzünün birçok tarafları birden bire bir takım kalın ve sıra sıra bulutlarla örtülüyor. Bu bulut parçaları muhtelif zamanlarda yine yok oluyor. Acaba bu hava boşluğu durumunun sebebi nedir? Bildiğiniz gibidir ki bu gibi tabiat olayları mantıkla, akli denklemlerle bilinemez ve bulunamaz. Her durumda tecrübe ve tetkike muhtaçtır. Uzun müddetten beri birçok mesele hakkında sayısız tecrübeler ve ileri görüşler yapıldığını bilirsiniz. Nice bilinmez tabiat olayları hal olundu. Böyle bir durumda bugün onlara yüzde seksen, doksan hakikat nazarı ile bakılması mümkündür. Yalnız bu acayip hava boşluğuna ait durumu henüz doğru bir şekilde çözen olmadı. Öğretmenlerinizden bir zat bu meselede derinlemesine tetkiklerini açıklayan konferansını verecektir.
Uygun görürseniz buyurunuz bizde gidelim. Konferans arazi üzerinde verilecektir. Ve burada bütün orta ve yüksek mekteplerin talebeleri bulunacaktır.”
Büyük bir kalabalıkla acayip yapılışta olan araziye doğru seyahate başladık. İşin garip ve tuhafı şu ki ben hem insan duygu ve bilgisi ve hem de karınca anlayışı ile süslenmiştim. Nihayet acayip araziye girmiştik. Bu yerlere karınca gözleri ile baktığımda hakikaten düşünülecek ve konferanslar verilecek kadar acayip ve garip teşkilata sahip olduğunu anlıyordum. Halbuki insan gözüyle baktığım zaman iki tarafı muntazam mağazalar, süslü ve düz taşlar ile döşenmiş geniş bir caddede bulunduğumuzu görüyordum.
Bu iki his arasında büyük farkı büyük bir hayretle muhakemeye koyulduğum zaman tabiatçı hocalardan biri bu garip arazi hakkında konferans vermeğe başladı: “Efendiler!” diyordu. “En fazla dikkati çeken şu büyük hücrelerin şekliyle aralarındaki kanalların intizamıdır. Hücreler takriben düz, çatlaklar ise hemen hepsi mükemmel denilecek intizamda düzgün çizgilerle doludur. Bu intizamın sebebini ulemamız bir türlü keşfedemiyor. Halbuki böyle sun’i şeylere benzer şeyler tabiatta yoktur ve olamaz.”
Konferansın en tatlı bir yerine gelinmişti ki birdenbire yüzbinleri geçen dinleyiciler arasında bir çığlıktır koptu. Gökyüzü açık olduğu halde, yağmur düşmesi ile kıyası mümkün olmayan müthiş bir seylap ve sıcak bir tufan o anda binlerce karıncayı sürüklüyor ve boğuyordu. Bu semavi tufandan hâsıl olan deli cereyanlı nehir veya nehirler binlerce karıncayı perişan edip götürüyordu.
Herkes bir tarafa kaçıyordu. Ben bir dakika korku ve dehşete mağlup olduktan sonra bu garip tufanın sebebini anlamak hevesine düştüm. Yukarıdan hala fasılalı sağanaklarla seller akmaktaydı. Bu müthiş hadiseye insan nazarı ile baktığım zaman hayretten ve gülmekten kendimi alamadım. Garip arazi adı verilen caddede bir kaldırım kenarında yerimizi almıştım. Bulunduğumuz yerde bir kira arabası durmuş, arabacı mutlulukla uyumakta ve hayvanlar ise başlarına asılan torbalardan yem yemekteydi. Hayvanların her ikisi ittifak etmişler gibi pislemeğe koyulmuşlardı. İşte zavallı karıncaları yok eden sıcak tufan bu hayvanların pisliğinden başka bir şey değildi.
Yuvalarda bütün ahali üzüntü ve ızdırap içinde ölümümle meşguldüler. Zira ben de orada vefat edenler arasındaydım. Ulema ise acayip arazide vukua gelen tufanın sebeplerini araştırmakla meşgul oluyorlardı.
Nihayet en büyük tabiat hocalarından biri kütüphanesinde bulunan meşhur bir eserde bu sebebi keşfetti. Bu eserde deniliyordu ki: “Garip arazide öyle kuvvetli bir mıknatıslık ve elektriklik vardır ki ara sıra birdenbire şiddetlenerek havayı bulandırıyor. En küçük bir arıza ile o bulutlardan tufan üstü seller boşanıyor.”
Ben bu beyanatı işittiğim zaman gözümün önüne yemini yiyen yorgun beygirlerin pislemesi geldi de uzun bir kahkaha salıverdim. Ve arkasından uyandım. Aynalı hem gülüyor ve hem de görülmemiş garip bir oyun oynuyordu.
Âmak-ı Hayal
KENDİNİ GÖRME
Âdem aleyhisselâm’ın gözü, bir an, şâki olan iblis’e istihfaf ile baktı.
Kendisini gördü ki, şeytanın yaptığına güldü.
ALLAH’ın gayreti ona: Ey Safiyullah! Sen gizli sırları bilmiyorsun, dedi.
ALLAH, beklenilmeyen bir iş murad etse de lutfu yerine kahrı tecellî etse, dağı bile kökünden söker, atar. Yüzlerce âdemin perdesini yırtar, yüzlerce yeni müslüman olmuş suçsuz, günahsız iblis yaratır!
Âdem aleyhisselâm: “Bu bakıştan tövbe ettim. Bir daha böyle düşünmem” dedi. Kullarını kınamak ancak Sana yakışır. Çünkü kusursuz olan yalnız Sen’sin. Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet et. Bilgilerle, zenginliklerle övünmeye imkân yok. Kereminle hidayet ettiğin kalbi saptırma; takdir kaleminin yazdığı belaları bizden def et! Kötü kazaları üstümüzden savuştur; bizi temiz kardeşlerden ayırma!
Bizim canımızı körlükten kurtardığından, gözümüzü açtığından dolayı şeytandan halâs olduk, kurtulduk. Kim hayattaysa değnekçisi (yol göstereni ve götüreni) Sensin. Değneği, değnekçisi olmadıkça kör nedir ki?
Hoş olsun nahoş olsun Senden ve razı olduklarından gayrı her şey ateş gibi (iki dünyada da) insanı yakar!..
Mesnevi-i Şerif
HER ŞEY AŞİKÂR
Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz bir sabah Zeyd’e: “Ey sâfalı refik, bugün nasılsın, nasıl sabahladın?” dedi.
“Ya Resûlellah, Mümin bir kul olarak” deyince “İman bağın yeşermiş, çiçekler açmışsa nişanesi nerede?” dedi.
Zeyd dedi ki: “Gündüzleri susuz geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak ucu kalkandan nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim.
O tarafta bütün milletler bir olduğu gibi yüz binlerce yılla bir saat aynı… Ezelle ebedin birliği vardır orada. Fakat akıl için o tarafa yol yoktur.”
Buyurdu ki: “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışına uygun hediyen nerede? Getir bakalım!”
Dedi: “Halk, gökyüzünü nasıl görüyorsa ben de arşı, arştakilerle birlikte öyle görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem apaçık ve meydanda.
Değirmende buğdayı arpadan ayırt eder gibi insanları teker teker tanıyor, ayırt ediyorum. Kimin cennetlik (said) kimin cehennemlik (şakî) olduğu bana yılanla balık gibi aşikâr.
“O gün (Kıyamet günü), bazı yüzler ak olur, bazıları kara…” sırrı, şimdiden meydana çıktı.
Can, bundan önce de ayıplarla dolu idi lâkin ana rahminde idi, halâikden (yaratılmışlardan) gizli idi.
Doğmadıkça anlamak, âlemdeki müşkül işlerdendir. Çünkü henüz doğmamış çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır; ALLAH’ın nuruyla bakıp gören hariç. Böyle olan zat, bâtına da nüfuz edebilir.
Ya Resûlellah, halkın ahvâli bana aşikârdır, gizli değildir. Kadın erkek hepsini, kıyamet günündeki gibi apaçık görüyorum. Şimdi söyleyeyim mi, yoksa soluğumu tutup susayım mı?”
Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yeter diye dudağını ısırdı.
“Ya Resûlellah, yeniden dirilişin sırrını söyleyeyim de bugün âlemde neşri izhar edeyim mi? Müsaade buyur da, halkın gözündeki gaflet perdelerini yırtayım. Nûr-i irfanım güneş gibi parlasın; ta ki o nurdan güneşe kusûf gelsin. Hurma ağacı (gibi meyveliler) ile söğüt ağacını (meyvesizleri) göstereyim.
Kıyametin sırrını açayım; halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.
Elleri kesilmiş olduğu halde Eshab-ı Şimal-ı (sol yandakileri), küfür ve nifak renklerini meydana koyayım… Tutulmayan ve nuru eksilmeyen bir kâmerin ziyasında yedi nifak deliğini göstereyim… Şakîlerin ahirette giydiği pırtıl elbiselerini (paçavraları) göstereyim. Peygamberlerin haşmetlerini, davetlerindeki hakikati duyurayım.
Ortada olan cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki berzah ile a’raf’ı kâfirlerin gözleri önüne sereyim.
Kevser Havuzu’nun coşmakta olduğunu; suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta, “iç, iç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte olduğunu göstereyim… Susuzluk içinde onun çevresinde dönüp duranları da…
İşte gözümün önünde… Cennet ehli, şevkle birbirlerini kucaklamışlar; birbirlerinin ellerini ziyaret edip musafahada bulunuyor, dudaklarından buseler yağdırıyorlar.
Şu kulağım, aşağılık kimselerin hasret naralarından, “ah, ah” diye bağrışmalarından sağır oldu.
Bu söylediklerim ancak işaretlerdir. Daha derin söylerim ama Resül’ü incitmekten, azarlamasından korkuyorum.”
Zeyd böylece kendisinden geçmiş (manevî sarhoş) bir vaziyette söyleyip duruyordu. Hazreti Peygamber “aleyhi ve âlihi ekmelü’t-tahiyyat” Efendimiz, yakasını büktü. Buyurdu ki: “Kendine gel, yuları çek, atın pek hararetlendi!. “Lâ-yestahyî / ALLAH haya etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı.
Aynan kılıftan çıktı.
Ayna ile terazi yalan söyler mi? Ayna ile terazi, kimse incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı? Ayna ile teraziye (sırrı saklasın ya da fazla göstersin diye) yüzlerce yıl hizmet etsen bile onlar yine doğrucu ve kadri yüce mihenkler, ölçütlerdir.
Onlar sana “Kendini maskara etme; ayna ile terazi nerede, hile, düzen nerede? ALLAH, hakikatlerin bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti. Eğer bu doğruluğumuz olmasaydı, hakikati olduğu gibi göstermeseydik ne değerimiz olurdu?” derler.
Fakat sen, gönlüne Sinâ dağındaki tecelli gibi tecelli vurduysa bile yine de aynayı koynuna koy!”
Ya Resûlellah, “ALLAH güneşi, ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı? Aslı olmayan şeyleri de yırtar, yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.
Resûlellah buyurdu ki: “Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu, dünyayı güneşsiz görürsün. Bir parmak bile, aya perde oluyor. İste bu Padişahın ayıp örtücülüğüne alâmettir.
Bu sözün sonu yok!
Zeyd, kalk da söz söyleme Burak’ına gem vur! Söz söylemek kabiliyeti, ayıbı açar; gayb perdelerini yırtar.
ALLAH, bir süre gaybı dilemiştir. Sen de davulcu yolunu kapa; atını hızlı sürme, yuları çek. Sırların gizli kalması, herkesin kendi zannınca mesrur olması daha iyi…
Cenab-ı Hakk, rahmetinden ümitsiz olanların da ibadetinden yüz çevirmemelerini ister. Onların da ibadetiyle şereflenmelerini, o ümidin peşinde koşup durmalarını ister… Merhameti herkese şâmil olduğundan diler ki, o rahmet, herkesin üzerinde parlasın. İster ki, her bey, her esir, ümit ve korkuyla Kendisinden çekinsin. Herkes bu perdenin ardında beslenip yetişsin. Ümit ve korku perdesini yırttın mı, gayb, bütün şâşâasıyla ortaya çıkar.”
Mesnevi-i Şerif
“ÖLÜDÜRLER”
“O’nun misli gibi bir şey yoktur!
O, Semî’(işiten)dir, Basîr’(gören)dir.”(42/11)
Bu mübarek cümlenin/ayet-i kerimenin başı; zahir olan mana gibi, sırf tenzihin (O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’nın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra olduğunun) isbatıdır. O, Semî’(hakkıyla işiten)dir, Basîr’(kemaliyle gören)dir.» (42/11) kısmı ise, tenzihi tamamlayıp tekmil etmektedir. Bunun daha açık beyanı şöyledir: Yaratılmışlar için işitme ve görme durumunu (işiten ve gören olduklarını) kabul etmekle mahlûk ile Hâlık arasında az da olsa bir benzeyiş olduğunu vehmettirdiği için ALLAH Sübhanehû bu vehmin defi için, görmeyi ve işitmeyi onlardan nefyetmektedir. Kısaca şu mana anlatılmak istenir: Semî’(işiten), Basîr’(gören) yanlızca O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’dır.
Bu mananın yanlış anlaşılmaması için biraz daha açalım:
Mahlûklarda yaratılmış olan göz ve kulağın görme ve işitmede bir dahli/tesiri yoktur. Hakk Sübhanehû, kulağı ve gözü yarattığı gibi, işitme ve görme gücünü yarattıktan sonra işitme ve görmeyi de yaratmaktadır, adet olduğu üzre. (Allahü teâlânın âdeti söyledir ki, kulakdan ve gözden beyne te’sîrler gelince işitmeyi ve görmeyi yaratmakdadır.) Bunda mahlûk sıfatların (mahlûkların) hiç bir tesiri yoktur. Bu sıfatların bir tesiri olduğunu söylesek bile o tesir de mahlûktur, yaratılmıştır.
O halde, mahlûkların kendileri sırf cemâd (cansız, donuk, katı, te’sirsiz) olduğu gibi sıfatları da sırf cemâddır.
Üstte anlatılan manaya bir misalle yol verelim:
Allah-ü Teâlâ Kâdir sıfatı ile taşta bir konuşma yarattığı zaman: “Hakikaten taş konuşandır. Onda konuşma vasfı vardır.” denemez.
Hülâsa olarak, mana bu merkezdedir.
Taş cemâd (cansız) olduğu gibi ‘anlatılan sıfatın onda varlığı farz edilse dahi’ ondaki sıfat da kendisi gibi cemâddır. Onun, asla harf ve ses çıkarmakta bir dahli yoktur. İşte, bütün sıfatlar, üstte anlatılan kabilden olup öyle kıyaslanabilir.
Bu babda asıl anlatılmak istenen gaye şudur: Bu iki sıfat; diğerlerine nazaran, daha fazla zuhur ettiğinden/belirgin olduğundan, Allah-ü Teâlâ, mahlûkattan reddetme konusunda bu ikisini özellikle seçmiştir. Diğer sıfatların nefyi, bunlara kıyasla daha uygundur.
ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ, mahlûkta, önce ilim sıfatını yarattı; sonra onun maluma teveccühünü (bir şeyi bilmek için, bu sıfatın o şeye ilgisi ve yönelişini) yarattı. Daha sonra o sıfat ile bu mahlûk arasındaki bağlantıyı/ilişkiyi yarattı. Sonra da bu bilinen şeyin ona inkişafını/açılmasını ve onun tarafından bilinmesini yarattı.
İlim sıfatını yaratmasının ardından, âdetullah gereği, mahlûkta inkişafı yaratmaktadır. Bunula bilindi ki, anlatılan inkişafta, ilmin bir dahli yoktur.
Aynı şekilde, Allah-ü Teâlâ, mahlukta önce işitme sıfatını yarattı. Sonra dinlemeyi ve işitilen şeye teveccühü/yönelmeyi yarattı. Sonra, işitmenin kendisini yarattı. Daha sonra, işitilen şeyin idrâkini yarattı.
Görme durumu da aynı. Önce görme sıfatını yarattı. Sonra, göz bebeğinin hareketini/dönüşünü ve görülecek şeye teveccühünü yarattı. Daha sonra o şeyin görülmesini ve ardından da görülen şeyin idrakini yarattı.
Anlatılan kıyas, sair sıfatlarda dahi caridir/aynı şekilde akmaktadır.
İşiten ve gören ancak o; işitmesinin ve görmesinin başlangıç noktası bu iki sıfat olandır. Böyle olmayan, ne işiten ve ne de görendir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: Mahlûkların sıfatları da, kendileri gibi, cemadat nev’indendir. Kelâmın/Âyetin sonundan maksat, mahlûkatın sıfatları bulunmadığını kesin olarak belirtmektir. Yoksa kastedilen “onlara ait bir takım sıfatların olduğu ve bu sıfatların da Hakk Sübhanehû için sabit olduğu” şeklinde bir mana değildir ki, tenzih ve teşbih arası cem edilmiş olsun. Aksine âyetin tümü tenzihi ispat etmekte ve kulların Hakk Sübhanehû’ya benzemesini (teşbihi) kesin olarak reddetmektedir.
Evvelki ilim, yani mahlûklardaki sıfatları Subhan Hakka ait, mahlûkatın zâtlarını da sırf cemâd bilmek; yaratılmışları ise içinden su çıkan oluk gibi görmek, “velâyet” (velilik) makamına uygun bilgilerdendir. İkinci ilim ise yani mahlûkatın sıfatlarını da cemâd bilmek ve tamamını ölü itikad etmek ise “şehadet” makamına uygun bilgilerdendir. Ayet-i Kerime’de buyurulduğu gibi: “Muhakkak ki sen ölüsün ve muhakkak ki onlar da ölülerdir!.”(39/30) buradan iki makam arsındaki fark da anlaşılmış oluyor. Az çoğa delalet eder, damla deryadan haber verir.
“Senenin bolluğu, baharından belli olur.”
Nitekim, bu yüksek makama çıkanlar; mahlukattaki fiilleri, ölü ve cemadattaki gibi görmektedirler. Hal böyle iken, o mahlukların fiillerini Subhan Hakka bağlamazlar. “Bu fiillerin faili Allah’tır.” demezler. Allah-u Teâlâ, böyle bir bağlantı kurulmaktan yana pek yücedir. Bu manayı, aşağıdaki misallerle biraz daha açalım. Şöyle ki: Bir şahıs, bir taşı hareket ettirdiği zaman, hiç bir şekilde: “Bu şahıs hareket etti.” denmez. O şahıs, ancak hareketi meydana getirdi. Asıl hareket eden taştır. Aynı şekilde, o taş cansız cemadat cinsinden olduğu gibi, onda görülen hareket dahi öyledir. Yani: Sırf cansız cemadat çeşidi bir hareket… Farz-ı misâl bu hareketle bir kimse ölse; “Onu taş öldürdü” denmez. Bilakis şöyle denir: “Onu, taşı hareket ettirmiş olan öldürdü.”
Şeriat âlimlerinin görüşü de, bu ikinci manada anlatılan ilme uygundur.
Allah-u Teâlâ, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Onlar, şöyle derler: “Kullarda görülen işler, her ne kadar onların istek ve iradeleriyle meydana gelse de, aslında Subhan Hakkın yarattığı san’atıdır. Fiillerin yaratılmasında (işlerin meydana gelmesinde) onların bir dahli yoktur. Onların işleri/fiilleri, yapılan amelin meydana gelişinde bir tesir ve dahli olmaksızın; bazı hareketlerden ibarettir.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Bu durumda fiilleri sevap ve ikaba sebep yapmak akla yakın bir şey olmaz. Bu, bir taşı bir iş ile mükellef tutmak, yaptığı işten dolayı taşı övmek veya kınamak gibidir.”
Cevaben deriz ki: Taş ile mükellef kişiler arasında fark vardır. Mükellef olmanın sebebi, güç ve iradedir. Taşta ise ne güç vardır ne de irade. Mükellefler böyle değildir. Zira onlarda irade vardır. Fakat onların iradesi de Hakk Sübhanehû’nun mahlûku olup muradın hâsıl olmasında (istenilen şeyin meydana gelmesinde) tesiri bulunmamaktadır. Dolayısı ile bu irade de ölü gibidir. Ancak iradenin şu kadar rolü var ki, irade edilen şey, âdetullah gereği, o iradenin oluşmasından sonra yaratılır.
Eğer, “Mahlûkun kudretinin, o işin yapılmasında az da olsa rolü vardır; Maveraünnehir âlimleri de bu yola gitmişlerdir” denilirse, bu etki ve tesir de mahlûktur, yaratılmıştır. Tıpkı o kudretin kendisi mahluk olduğu gibi… Çünkü kudretin tesirinde mahlûkun asla bir seçme hakkı yoktur. Bunun için, o kudretin tesiri dahi cemadat mesabesindedir.
Bu mevzuu, şöyle bir misalle kapatalım: Bir şahıs, birinin hareket ettirmesi ile yukarıdan aşağı bir taşın indiğini ve bir hayvanı (canlıyı) öldürdüğünü gördüğü zaman, o taşı cemâd bildiği gibi onun hareketini de cemâd olarak bilir. O düşme fiili ile oluşan ölümü de cemâd olarak bilir.
Hayy ve Kayyum olan, Semî’ ve Basîr’ olan; Âlim ve Habir olan yanlızca O ALLAH Sübhanehû ve Teâlâ’dır.
«Hayyul Kayyum.» (2/255) âyet-i kerimesinde anlatılan sıfatın sahibi O’dur. “Semî’ ve Basîr’dir.» (42/11) mealine gelen âyet-i kerimesi ile anlatılan, yine O’dur.. «Âlim ve Habir’dir.» (66/3) mealindeki âyet-i kerime ile anlatılan yine O’dur. «Dilediğini yapar.» (85/16) mealindeki âyet-i kerime ile beyan edilen Yüce Zat yine O’dur. Ve şu mealdeki mübarek âyet, O’nun şanında ne kadar güzeldir: «Anlat, söyle: Rabbimin kelimeleri için denizler mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler tükenir; isterse bir misli daha yardıma gelsin..» (18/109)
Mektubât-ı Rabbanî
ŞEFAAT
Üstad ve şeyh, (zahir ve batın) şer’i hükümleri öğretmek; bereketleri ile itikad ve amele dair işlerde suhulet ve kolaylık hâsıl olması içindir. Yoksa, müridler, dilediğini yapacak, canının istediğini yiyecek; sonra şeyh onlara cehenneme karşı perde olup kendilerini azaptan koruyacak için değildir. Böyle bir şey, sırf/boş temenniden ibarettir.
Orada ancak, Allah’ın izni ile bir kimse şefaat edebilir. Bir kimse ki, Rabbinin razı olduğu kimselerden değil ise; hiç kimse onun hakkında şefaat edemez.
Rızaya nail olan o kimsedir ki, Şer’i hükümlere göre amel eder… Bu arada kendisinden beşeriyet gereğince bir hata/günah sudur eder ise, onun şefaatle tamamlanması/kurtulması mümkün olur.
Burada, şöyle bir şey sorulabilir: Günahkâr bir kimseye, razı olunmuş demek hangi itibarla mümkün olabilir?
Bunun için şu cevabı veririm: Sübhan HakK, bir kimsenin bağışlanmasını murad eder ise, onun affı için bir vesile meydana çıkarır. Böyle bir kimse, hakikatte razı olunmuştur; her ne kadar zahirde günahkâr ise de…
Mektubat-ı Rabbani
KADER VE HİMMET
Bu fakir fâni Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî Osmanî’den, fakirlerin sığınağı ve vezirlerin büyüğüne (Akka eyâleti valisi Abdullah Paşa’ya) ‘ALLAH-u Teâlâ inayetiyle onu devamlı korusun ve maksatlarına kavuştursun!’
Çocuğunuzun olması hususunda bizden mübalağa ile yardım istemeniz ve buna inancınızın kuvvetli olduğunu ihtiva eden mektubunuz geldi. Sizin için birkaç kere dua ettim.
Himmete gelince, ben himmet ehli değilim. Kabul edelim ki himmet ehliyim, o zaman himmet, ancak istenen şeyin kazâ-i muallak olarak göründüğü zaman kullanılır. Bid’at ve şüphelerin yayılması sebebi ile basiretimizin körlüğünden ötürü, matlubumuzun kâzâ-i muallak (değişebilen) olup olmadığı henüz anlaşılamadı.
Kâzâ-i mübremin Peygamberlerin himmetleri ile dahi red olunduğuna (geri çevirildiğine) inanmak caiz değildir. Nerede kaldı ki, evliyanın himmetiyle red olunsun. Levh-i mahfuzda veya evliyanın keşfinde kâzâ-i muallak olduğu görülmese de, red olunanların (değiştirilenlerin) hepsi kâzâ-i muallaktır. Red olunmayanlar (değiştirilemeyenler) kâzâ-i mübremdir.
Bir şeyin olmasındaki ibrâm (red olunamazlık) demek, kesin olarak kimsenin onu çevirmemesi ve bir başka hale döndürmemesi demektir. Eğer çevrilmesi düşünülürse, bir takım muhaller ortaya çıkar:
ALLAH-u Teâlâ acîz kılınmış olur. Şöyle ki, ALLAH-u Teâlâ kesin olarak bir şeyi diliyor. Bir başkası onu değiştiriyor.
ALLAH-u Teâlâ’nın sözü yalanlanmış olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ ezelde bu iş muhakkak olacaktır diye hükm etti. Eğer meydana gelmeyeceği farz olunsa idi, mübrem olmazdı.
ALLAH-u Teâlâ’ya cehl isnad edilmiş olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ bunu hiç kimsenin red etmeyeceğini bilmiştir. Şimdi ise, O’nun bildiğinin hilafı olmaktadır. Bu ise ALLAH-u Teâlâ’nın mukaddes şanına lâyık değildir. Hatta kesin olarak deriz ki, ALLAH-u Teâlâ’nın iradesinin muhakkak olmasını dilediği şeyin, onu bozan bir şeye bağlanması câiz değildir. Çünkü iradesi zaten (asli bakımdan) muhal olana bağlanmaz. Nitekim yerinde geçmişti. ALLAH-u Teâlâ’ya noksanlık getiren her şey zâtî bakımdan (asl olarak) muhal demektir.
Gavs-ı azamın talebelerinden bir kaçı, ALLAH-u Teâlâ’nın onun hürmetine kâzâ-i mübremi red ettiğini (geri çevirdiğini) nakl etmişlerdir. Bu sözleri, bu ibare ile sabit değildir. Sabit olduğunu farz edersek ki şâyî olan da budur -veli, meşru olmayan bir şeyi söylemesinde, sekr ve mahv (fenâ) halinde olduğu için mazur görülür. Başkasının o veliyi taklit etmesi, şuuru yerinde ve uyanık halde olduğu için câiz değildir. Teklif (mükellef olmak) hiç kimseden sâkıt olmaz. Ancak şeriatin hariç tuttukları varsa, onlar hariç… Bunun gibi keşifteki hatalar, içtihattaki hatalar gibi olup, sahibi mazurdur.
Levh-i mahfuzda bazan kazâ-i muallak, ta’lîksiz (şartsız) yazılı olur da, keşif ehli, levhde ta’lîki görmediği için bunu mübrem zanneder ve bunu kazâ-i mübrem olarak haber verir. Ona göre bu doğrudur. ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde muallak olmasına rağmen, onu mübrem olarak görmüştür.
Kazâ-i muallak iki kısımdır. Birincisi ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde ve levh-i mahfuzda muallaktır. İkincisi, ilm-i ilahide muallaktır, levh-i mahfuzda mübremdir. Yukarıda bildirilen Gavsul azamın kazâ-i mübremi değiştirme rivayeti, bu ikinci kısım kazâ-i muallaktandır. Bunun benzerleri başka velilerde de görülmüştür.
Evliyayı inkâr etmekten sakınmak vacip olduğu gibi onlara itikatta taşkınlık yapmaktan da kaçınmak vaciptir. Zira bu taşkınlık itikadın farzına dokunabilir. Bu da evliyaya hüsn-i zanda ifrada kaçanlarda çok görülmüştür.
Şeytanın hile ve tuzakları çoktur.
ALLAH-u Teâlâ bir kimsenin bir şeyhten feyz almasını murad ederse, ona o şeyhi kemâlinin fevkinde gösterir. İsmail Enârânî’nin bizim hakkımızdaki medh edici sözlerine bakmayınız. Yemin ederim ki ben, onun hakkımızdaki düşündüklerinden çok aşağıdayım. O bu sözleri bilerek söylemiyor. (Muhabbetten söylüyor.)
Salât ve selâmın en üstünü beşîr ve nezîr olan Peygamber Efendimiz’e ve O’nun âl ve ashabı üzerine olsun!
Mektubat-ı Halidî
***** ***** *****
Kaza iki kısımdır: biri kaza-i muallak, diğeri kaza-i mübremdir.
Tebdil (değişme) ve tağyir (başkalaşma, bozulma) ihtimali, ancak kaza-i muallaktadır. Kaza-i mübremde tebdilin ve tağyirin yeri yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH şöyle buyurdu: «Benim katımda söz tebdil olmaz (değiştirilmez)..» (50/29)
Bu âyet-i kerimede belirtilen mübrem kazadır. Kaza-i muallak için de şöyle buyurdu: «ALLAH, dilediği şeyi imha eder (siler), dilediğini isbat eder (sabit bırakır).. Ümm’ül-Kitab O’nun katındadır..» (13/39)
***
Manevi kıblem, Hazret-i Şeyhim ‘Allah sırrının kudsiyetini artırsın’, şöyle anlattı: Seyyid Muhyiddin Abdülkadir Geylânî bir risalelerinde yazmış ki: “Hiç kimsenin mübrem kazayı değiştirmeye imkânı yoktur, ancak ben; zira istersem onda tasarruf ederim.”
(Şeyhim) Çok kere bu cümleden taaccüp eder ve böyle bir şeyi uzak görürdü. Uzun müddetten beri bu nakil, bu fakirin zihninde kaldı, ta ki Allah-u Teâlâ beni şu büyük devletle şereflendirene kadar. Ki o zaman, bazı dostlara yönelen belâların define çabalıyordum. İşte o zaman bana, tam bir iltica ve tam bir tazarru, ibtihal ve tam bir huşu hali gelmişti. Bundan sonra, bana zuhur etti ki: “Bu kaza, bir başka emirle, Levh-ü Mahfuz’da muallak olmaktan çıkmıştır. Hiç bir şarta dahi bağlı değildir.”
Bunun üzerine, bende bir ye’s ve eliboşluk hali hâsıl oldu. O zaman da, Seyyid Abdülkadir Geylânî’nin (ALLAH sırrının kudsiyetini artırsın) kelâmı hatırıma geldi. Tekrar ikinci defa, Yüce ALLAH’a iltica ettim. Acz, inkisar izharı yoluna girerek o Yüce Zat’a teveccüh ettim.
Bunun üzerine, Allah-u Teâlâ, şu manayı izhar eyledi:
Kaza-ı Muallak iki çeşittir: Biri, Levh-i Mahfuz’da bir şarta (sebebe) bağlı olduğu açıktır ve melekler de ona muttali kılınmıştır. Diğeri de, bir şeye bağlandığı sadece Hakk Sühanehu tarafından bilinen kazadır (bununla alakalı olanlar yalnız Hakk katındadır). Ama bunun Levh-i Mahfuz’da zuhuru (görünmesi), mübrem kaza şeklindedir. Bunun zuhur etmeyen, yalnız Hakk Sübhanehu tarafından bilinen kısmı kaza-i muallak olup birincisi gibi, değişme ihtimali vardır.
Bunun üzerine anladım ki, Abdülkadir Geylânî’nin kelâmı (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) bu mübrem şeklinde görülen muallak kazaya göre sarf edilmiştir (söylenmiştir). Hakikî manadaki mübrem kazaya göre değildir. Çünkü onda tebdil ve tasarruf, şer’an ve aklen muhaldir. Bu da açık bir manadır.
Gerçek mana şu ki: Bu kazanın hakikatına dahi, pek az ferdin ittilaı (haberi) vardır; tasarruf nasıl olsun?.
Adı geçen kardeşe yönelen belânın dahi ikinci kısma ait olduğunu buldum. Ve Allah-u Teâlâ’nın ondan o belâyı def ettiği de malum oldu.
Allah’a hamd olsun. Hem de güzel, temiz ve onda bereketler bulunan bir hamd… Rabbimiz nasıl sevip razı olursa öyle..
Salât, selâm ve tahiyyet Seyyid’ül-evvelin vel-âhirin, Hatem’ül-enbiya vel-mürselin üzerine olsun! Allah-u Teâlâ, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Keza onun âline, ashabına, mukarreb meleklerden, salihlerden, şehidlerden, sıddıklardan, nebilerden bütün kardeşlerine..
Allahım, bizi onları sevenlerden eyle! Onların izinde gidenlerden eyle! O büyük zatların bereketi ile…
Bu duaya “Âmin!” diyen kula ALLAH rahmet eylesin!
Mektubat-ı Rabbani
***** ***** *****
Kesin olan ve itimadı hak eden şudur: Kur’an ve hadis.. Bunlar kesin vahiy ile sabittir. Melek nüzulü ile tekarrur etmiştir. İcma-ı ulema, müçtehidlerin içtihadı bu iki asla dayanır. Bundan sonra gelen usul-u erbaa, her ne olursa olsun; anlatılan esaslara muvafık ise, makbuldür. Aksi halde makbul değildir. İsterse, onlar; sofiyenin ilimlerinden, üstün maarifinden, güzel ilham ve keşiflerinden olsun. Çünkü bu makamda, vecd ve hal yarım arpa bile etmez; yani: Şeriat terazisi ile tartılmadıkça… Kitap ve sünnet mihekine vurulmadıkça, onlar yarım danık yerine dahi kabul edilmez..
Mektubat-ı Rabbani
***** ***** *****
Himmetler (eşyada ALLAH’ın izni ile etkili olan manevi kuvvetler) ne kadar ileri, istekler ne kadar yüksek olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını aşamaz.
Hikem-ül Ataiyye
YOKLUK ve AKS
Eğer gizli ve manevi ilmin (kalpten) kalbe nasıl aksedeceğine dair bir misal istersen Rûmîlerle Çinlilere ait hikâyeyi dinle!
Çinliler “Biz daha mahir nakkaşız” davasını güttüklerinde, Rûmîler de: “Bizim maharetimiz daha üstündür.” dediler. Padişah ise: “Sizi imtihan edeceğim; bakalım hanginiz dâvasında haklı.” dedi.
Çinlilerle Rûmîler bir araya geldiler.
Rûmîler ilimlerine daha vakıf kişilerdi.
Çin ressamları “Bir hususi oda bizim, bir oda da sizin olsun” dediler.
Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bir tanesini Çin ressamlar aldı. Öbürünü de Rûm ressamları.
Çinliler, padişahtan yüz türlü boya istediler. O mes’ud padişah da hazinesini açtırdı. Çinlilere her sabah hazineden türlü türlü boyalar verilmekteydi. Rûmîler ise: “Ne nakış, ne boya lâzımdır. Bizim sanatımızda pası defetmekten başka bir şey işe yaramaz!” dediler. Kapıyı kapatıp duvarı cilâlamaya başladılar. Gök gibi tertemiz, sâf ve berrak bir hale getirdiler.
İki yüz çeşit renge boyanmaktansa renksizlik daha iyi. Renk bulut gibidir. Renksizlikse ay. Bulutta parlaklık ve ziya görürsen bil ki yıldızdan aydan ve güneştendir.
Çinli ressamlar işlerini bitirdiler. Hepsi de yaptıkları resimlerin güzelliğine sevinmekteydiler.
Padişah içeri girip Çinlilerin yaptığı resimleri gördü. Öyle nakışlar ki, hepsi akıldan, idrakten dışarı, fevkalâde güzel şeylerdi. Ondan sonra Rûmîlerin odasına gitti. Bir Rum ressamı, karşı odayı görmeye mâni olan ara yerdeki perdeyi kaldırdı. Öbür odada Çin ressamlarının yapmış olduğu resimlerle nakışlar, bu odanın cilâlanmış duvarına aksetti. Orada ne varsa burada daha iyi ve parlak göründü; resimlerin aksi, âdeta göz alıyordu.
İşte Rûmîler, sofiler/dervişlerdir. Onların; ezberlenecek dersleri, okuyacak (çeşit çeşit) kitapları yoktur. Sûretâ hünersiz ve marifetsiz görünürler. Lâkin gönüllerini yani kalblerini (zikrullah ile) cilalamışlar; tamâ, hırs, haset ve kin gibi ahlâk-ı rezileden arındırmışlardır.
Gayb âleminin sınırsız ve şekilsiz sureti arşa, ferşe, denizlere; hulasa bütün kâinata sığmaz. Çünkü bütün bunların hududu, sayısı; son derece genişliğiyle beraber bir haddi, bir nihayeti vardır. Halbuki gönül aynasının hadd-ü nihayeti yoktur. Burada akıl, ya susar, yahut şaşırıp kalır. Sebebi de: Gönül O’nunla mıdır yoksa O gönülde midir?
Hem bâadet, hem bîadet olan yani hem kesrete dalan, hem vahdeti bulan gönülden başkasında hiçbir nakış ebediyen parlamaz. Fakat ezelden ebede kadar zuhur ede gelen her yeni nakış, gönle akseder, orada perdesiz, apaçık surette tecelli eder.
Gönüllerini cilâlamış olanlar; renkten, kokudan kurtulmuşlardır. Her nefeste zahmetsizce bir güzellik müşahede ederler. Onlar, ilmin kabuğundaki nakşı bırakmışlar, manasını ve gayesini almışlar; ayne’l-yakîn sancağını kaldırmışlardır. Onlarda fikir düşüncesi gitmiş; nurlanma husule gelmiştir.
Onlar, cümle halkın korktuğu ölüme tebessümle bakarlar. Kimse onların gönlüne galip gelip esrarı anlayamaz.
Hatta bazıları Hakk yolunda yaralı ve şehid olsalar da gelen zarar inciye değil sedefedir.