Kategori arşivi: Genel
MANEVİ YOLCULUK
Nuranî beş cevher ile zulmanî beş unsurdan yaratılmış olan insana küçük âlem (âlem-i sagir) denir. İnsandan hariç yaratılmış olan her şeye de büyük âlem (âlem-i kebir) denir.
İnsana küçük âlem denmesi, büyük âlemde ne varsa küçük bir numunesinin kendisinde bulunması sebebiyledir; hem büyük âlemin bir parçasıdır ve hem de hulasası, özü gibidir.
[İnsan ile büyük âlem arasındaki münasebet, kalbi ile kendisi arasında da mevcuttur.
Büyük âlemde olan her şey nasıl ki insanda varsa, küçük âlemde olan her şey de kalbde vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir topluluktur. Bu sebeple, insanın kalbine hem hakîkat-i câmi’a/toplayıcı hakîkat ve hem de en küçük âlem denir.]
***
Âlem-i kebir (büyük âlem), bir başka cihetle, Halk âlemi ve Emr âlemi olmak üzere ikiye ayrılır.
Halk âlemi: Arş’ın altında, içindeki her şeydir. Emr âlemi: Arş’ın üstünde, dışındaki her şeydir.
Canlılar, Dünya, Gökler, Cennet, Cehennem Arş’ın altında ve halk alemindendir. İnsanın tabiatındaki beş unsur olan toprak, su, hava, ateş ve nefsi de Arş’ın altından ve halk âlemindendir.
Arş’ın üstündekilere gelince… ‘OL’ emr-i sübhanisi ile maddesiz, zamansız, ölçüsüz, şekilsiz ve hacimsiz olarak yaratılmışlardır. Bu âlemde bulunan her şey eksiklik ve ayıplardan uzaktır. İnsanda bulunan nurani beş cevher yani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa da bu âlemdendir; asılları da bu âlemdedir.
***
İnsandaki kalbin Âlem-i kebîrdeki aslı Arş’tır; Emr âlemindeki Arş’ın küçük âlem olan insandaki nümûnesi kalbdir.
Kalbden kasıt göğüs kafesinde bulunan et parçası değil, (ampuldeki elektrik gibi) o et parçasında bulunan maddesiz, mekânsız bir kuvvet, nurani bir cevherdir.
Kalb, küçük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi yani madde âlemle manevi âlem arasında bir geçit olduğu gibi Arş da büyük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi arasında bir geçittir.
Kalb ile Arş, her ne kadar Halk âleminde bulunuyor olsa da, Emr âlemindendirler.
Diğer dört cevher (ruh, sır, hâfi, ahfa) büyük âlemde (-ki Emr âleminde)ndir ve asılları da Arş’ın üstündedir. Arş’ın üstünden kasıt, binlerce yıllık mesafeden sonra gelen bir üst… Ruhun aslı, arşın yedi bin sene üstündedir ki bu mesafe yeryüzü ile arşın zemini arasındaki mesafe kadardır. Sırrın aslı da kalbin üstünde bir bu kadar mesafedir. Hafinin aslı, sırrın üstünde bir o kadar mesafedir. Ahfânın aslı da hafinin üstünde bir o kadar mesafedir.
***
Bu yönleri ile insan, hem halk âleminden ve hem de emr âlemindendir. Kendisinde hem halk âlemi ve hem de emr âlemi vardır.
İnsanın bu topluluğu yani câmiiyyeti onun ALLAH’a yakınlığına, kerem ve fazilet sahibi olmasına sebep olduğu gibi Hak’tan uzaklaşmasına, yoldan çıkmasına ve cahil kalmasına da sebep olmaktadır.
İnsanın Allah-u Teâlâ’ya yakınlığı, onun aynasının tam ve kâmil oluşu, ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinin zuhur ve tecellisi için kabiliyetli oluşu sayesindedir. Hak’tan uzaklığı ise âlemdeki her şeye muhtaç olması sebebiyledir. Çünkü insana her şey lazımdır. Bu ihtiyacı sebebiyle gönlü, kalbi her şeye takılır, kayar ve onlarla meşgul olur. Bu da onun Hak Teâlâ’dan uzak kalmasına; gaflete dalması ve yoldan sapmasına sebep olur.
***
Asılları Emr âleminde olan nuranî cevherlerin diğer adı ile letaifin (latifelerin) insan vücudundaki yeri veya bağlı olduğu merkezler birbirinden farklı olduğu gibi her birinin yaratılış sebebi, vasfı ve özelliği de birbirinden farklıdır: Kalb, ilâhi huzur ve tecelli için; ruh, cezbe ve muhabbet için; sırr, vahdet (birlik) için; hafi, istiğrak; ahfa ise izmihlal için yaratılmıştır.
Vahdetten maksat, insanın âlemdeki tek maksadının rıza-i ilahi olması; istiğraktan maksat, ilahi tecelli ve nurlar içerisinde kaybolması; izmihlâlden maksat ise ilahi sırlar, gizli ilim ve tecelliler ile nefsaniyetin yok olmasıdır.
Ancak;
Bu nurani cevherlerin, halk âlemine indirildikten ve insan vücuduna yerleştirildikten sonra zulmanî beş unsurun da sebep olduğu zulmet ve gaflet ile üstün ve ulvi vasıfları körelmiş ve kendi hakîkatlerinden bi-haber hale gelmişlerdir.
Nefsaniyetin bu beş latifeyi köreltmiş ve nurlarını söndürmüş olmasının yanında feyz alma kapılarını da kapatmış bulunması sebebi ile kalbin huzuru, dünya ile huzur bulmaya; ruhun muhabbeti dünya muhabbetine; sırrın vahdeti nefsin arzularını tek gaye edinmeye; hafinin istiğrakı dünyevî istekler uğrunda kendini kaybetmeye ve ahfanın izmihlâli ise dünya ile ilgili ihtiraslar içinde eriyip yok olmaya kadar alçalmıştır.
Daha öz bir ifade ile;
Nuranî cevherlerin sultanı olan ruh (diğer latifelerle birlikte), bu âleme inmeden önce kendine mahsus sabit bir makam ve derecede, terakki edemez bir halde iken, kendisine, melekleri de geride bırakabileceği üstün bir kabiliyet ihsan edildi: Nüzul şartlı terakki… İnme şartı ile yükselme… Bulunduğu makamdan çok daha yükseklere…
Ruhun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek ve cisimleri gösterme kuvvetini kazanması için önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır.
Bu sebeple ruh, cesede indirildi. Her yönü ile birbirinin zıttı olan ruh ile cesedin (latifeler ile bedeni unsurların) bir arada bulunabilmesi için de ceset ruha sevdirildi.
İşte rûh, nefse karşı olan bu sevgisi sebebi ile kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi’, esîr oldu. Hatta kendinden geçti. Kendini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu.
Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allah-u Teâlâ’ya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı.
Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun!
Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Onun esfel-i sâfilîne indirilmesi, a‘lâ-yı illiyyîn’e yükselmesi içindi. Buna kavuşamazsa, yükselmeğe uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun!
Allah-u Teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lütfuna, inayetine kavuşturdu ise başını kaldırır, elinden kaçmış olan nimetleri hatırlar, eski hâline döner. Yok eğer başını kaldırmaz, nefsle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.
Saadetten uzaklaşmasına sebep ise (sultanları nefs olan) zulmanî beş unsur ve sebep oldukları manevi hastalıklardır: Kalbin zıttı olan toprak, ibadetlere karşı isteksizlik/tenbellik ve şer’i ölçülere kayıtsızlık ile; sırrın zıttı olan su, girdiği kabın renk ve şeklini alması gibi bulunduğu ortamın hali ile hallenme, iyinin yanında iyi, kötünün yanında kötü olma gibi iki yüzlülük ve münafıklık ile; hafinin zıttı olan ateş, öfke, hiddet ve benlik ile; ahfânın zıttı olan hava, kendini beğenme ve üstünlük davası gütmek ile; ruhun zıttı olan (emmare-i) nefs ise şer’i hükümler başta olmak üzere hiç kimsenin hükmü altına girmemek, her şeyi ve herkesi kendi hükmü altına almak istemesi gibi küfür ve nankörlük ile…
Tam bir manevi bataklık…
Mesnevi’de şöyle geçer:
“Hızla yürürken çamura düşen merkep bile oradan kalkıp kurtulmak ister. Yerleşmek için çamuru düzeltmeye, yaşanır hâle getirmeye çalışmaz. Çünkü oranın yaşanır ve kalıcı bir yer olmadığını bilir. Gönlü kötü huy, günah ve arzular çamuruna düşen kimse daha mı duygusuz ki sıçrayıp kalkmaz? Üstelik günah işlerken yorumlarda bulunur, kendini haklı bulmaya çalışır ve kendisini alçaltan duygulardan kurtarmak için çabalamaz. Oysa Allah, kulun işlediği günahları bilmekte, kulun vicdânı da günahlardan dolayı kendi kendini suçlamaktadır. Fakat kör nefis, gurura kapılmış ve suçlarını görmemiştir.”
Çaresi?
Samimi bir niyet ve peşinden gayret…
En güzel ve latif yolu ise nefsinin esaretinden kurtulmuş yani o manevi bataklıktan çıkmış olan birinin veya ‘pir’inin elinden tutmak, uzattığı ‘ip’lere sımsıkı sarılmak…
Nasılı ise…
Manevi yolculuk, kalbden başlar ve kalbin ruh makamına ve daha yükseklere çıkması ile devam eder. Ruhun ve onun üstündeki latifelerin manevi yükselişi de aynı şekilde onların üst makamlara ulaşmasına bağlıdır. Nefs’in de manevi yükselişi kalb makamına inmesi ile olur. İşin sonunda bu altı latife ahfa makamına ulaşır ve hep birlikte kudsi âleme (asıllarına ve daha da ötesine) doğru uçmaya başlarlar. “Ölmeden evvel ölmek” dedikleri şey altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır.
Bütün latifelerin bir makamda birleşmesi ve oradan uçması şart değildir. Bazen kalb ve ruh ikisi beraber bu işi yaparlar. Bazen üçü, bazen de dördü. En kâmil olanı ise altı latifenin birlikte olmasıdır.
Kalbin asıl makamına ulaşmasının alameti, huzur ve o huzurdan oluşan şühûddur. Ruhun asıl makamına ulaşmasının alameti, vahdettir. Hafinin asıl makamına ulaşmasının alameti, istiğraktır. Ahfânın asıl makamına ulaşmasının alameti, izmihlaldir. Bazan bu sonuçların haricinde keşifler, nurlanmalar gibi haller de zuhur edebilir.
Bazen de letaifler asli makamlarına çıkmasına rağmen anlatılan bu haller sâlikte oluşmayabilir. Fakat bu durumda da günahlardan kaçınma melekesi, şer’i ölçülerin dışına çıkmama titizliği, iyi amellerinin gözünden düşmesi, heva ve hevesinin esaretinden kurtulmuş olma, manevi huzur ve sekînet, kendinden geçme (manevi sarhoşluk), kendini görmeme gibi zahiri alametler görülür.
İlâhi huzur oluşmaksızın cezbe sarhoşluğunun oluşması, cezbe olmaksızın mahv halinin oluşması da letaiflerin bir kısmının ulaşıp bir kısmının ulaşamamasının âlametlerindendir.
Bu arada…
Altı latife kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra eğer tekrar bedene döner/döndürülürse beden ile sevgi irtibatı dışında bir irtibat ile beden hükmünü alırlar; manevi yolculuğunu tamamlamış olarak…
İşte bu makam, irşad makamının başlangıcıdır.
(Geri dönmeyenler/döndürülmeyenler ise uzlet velilerinden olurlar.)
İşte manevi yolculuğu murad eden müridlerin terbiyesi ile nakıs insanların irşadı, altı latifesi kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra tekrar bedene ve insanlar arasına dönen kâmil ve kemâle erdirici velilerin yani Peygamber varisi mürşid-i kâmillerin vesilesiyle olur. O âlemin güzelliklerini bu aşağı âleme taşımakla aslını, vatanını unutan latifeleri gayrete getirir, hakikati hissettirirler.
“Onlar, öyle bir topluluktur ki;
onlarla oturan şaki olmaz…”
Hadis-i Şerif
Ve dahi sözleri ilâç, nazarları şifa olur; kalbe bağlı marazların da tabibi olmuşlardır.
Letaifi karanlık, zulmet ve gaflet gibi manevi hastalıklar içinde kıvranan bir kimsenin hali böyle bir tabibe kavuşuncaya kadar aynı hâl üzere devam eder. Lütf-u ilahi yetişip de bu nimete kavuşursa, işler düzelmeye; manevi tedavi ve terbiye ile nefsin galibiyeti mağlubiyete; kalb ve diğer latifelerdeki zulmet nurlanmaya; zikir bütün vücutta egemen olmaya ve latifeler vücuttan (gurbetten) ayrılarak asıllarına (vatanlarına) doğru -nûr hızı ile- uçmaya, yükselmeye başlarlar.
“Vatan sevgisi imandandır.”
Hadis-i Şerif
(Hakiki imanın olduğu bedende, asli vatan sevgisi ve oraya yolculuk arzusu da vardır.)
Bu yolculuk, elli bin senelik olmasına rağmen, Lütf-u İlahi ile göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede de tamamlanabilir.
Latifeler, asli makamlarına ulaşmadan önce yaratılışında liderlik ve hükmetme bulunan nefse, bulunduğu kötülük hali üzre hizmet ederler idi. Asli makamlarına ulaştıktan sonra yalnız ve hizmetçisiz kalan nefs, latifelerin peşine düşer ve onların makamına çıkar. Yine onlara baş olur ama hayır üzere…
Emmare nefs mutmainne olur. Yani şer’i ölçülere inanmaksızın, zorla ve şekil yönü ile uyan nefs, iman ederek şevkle ve hakîki veçhesiyle uyar hale gelir ki ehl-i imandan şekil yönü ile kulluk edenler cennetin suretine, hakîki veçhesiyle kulluk edenler ise cennetin hakikatine kavuşurlar.
Nefis mutmain olduğu için kendisiyle mücadele edecek vasfı kalmamıştır. Bu mücadele, olsa olsa (şer’i daire dışına meyletmeksizin) azimet-i terk ve evlâ olana muhalefet şeklinde tezahür eder.
İnsan tabiatı gereği olan fıtri ihtiyaçların karşılanması ise bunun dışındadır ve kulluğa aykırı değildir. Bu ihtiyaçları karşılayanlar da heva ve hevesine (nefsaniyetine) düşkün sayılmaz. Çünkü tabiatın gereğini yapmak, mükelleflik dairesi dışında olup, bunun kaynağı nefsin hevası değildir.
Ruhun yükselmesi ise mücadelenin devamı ile mümkün olduğu için kalbin temkin bulması (aslına kavuşması) ve nefsin mutmain olmasından sonraki mücadele mülk âleminden olan diğer dört unsurun yani toprak, su, hava ve ateşin zulmanî veçhesiyle, ifrat ve tefridiyle devam eder…
Kalbin temkin bulması ve nefsin mutmain olmasıyla bedendeki ateş unsuru kendisinin hayırlı olduğu iddiasından yani benlik davasından vazgeçmez… Toprak unsuru miskinliğinden, su unsuru ikiyüzlülüğünden ve hava unsuru da üstünlüğünden…
Ne zamanki bu unsurlar ifrat ve tefritten kurtulup denge haline kavuşur yani i’tidal bulur yani o rezil sıfatlar yerini güzel ahlâka bırakırsa işte o zaman hadis-i şerifte buyrulan “şeytanım Müslüman oldu” manası o kul için de gerçekleşmiş olur ki ‘hem varis ve hem de vekil ‘ olur. Onun kalbinden her yöne hikmet pınarları fışkırır. Duyulan, görülen, tadılan, koklanan, dokunulan ve idrak edilen her şeyden hikmet hasıl olur. Bu makamda her şey Allah’tan olur, Allah’a olur ve Allah için olur.
Beden unsurları i’tidal bulmayan nefsi mutmainne için rezil sıfatlara dönmek mümkün olsa da beden unsurları i’tidal bulanlar için bu, söz konusu değildir.
“Açın gözünüzü!..
Allah Veli’lerine korku yoktur ve
onlar mahzun da olmazlar… Onlar ki îman etmişler ve takvaya ermişlerdir… Dünya hayatında da Ahirette de buşra (müjde) vardır onlara… Allah Kelimeleri için asla tebdil (değişme) yoktur… İşte bu aziym kurtuluştur.” (Yunus Suresi: 62-64)
[Bazı kısımları haricinde bu yazı,
Müceddidi Elf-i Sani
(hicrî ikinci bin yılın müceddidi)
İmam-ı Rabbani Hazretlerinin
Mektubat isimli eseri ve diğer risaleleri ile
onları esas alan bazı kaynaklardan derlemedir…]
SEYR-U SÛLÜK
Ey ma’rifetullaha tâlib olan! ALLAH cümlemizi buna muvaffak kılsın!
Bilesin ki, Sâdât-ı Nakşibendiye hazerâtının i’tikâdı ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdıdır. Tarîklarının esası şeriat-ı mutahharanın ahkâmını muhafaza etmektir. Bu yoldaki seyyidlerimizden müceddid-i elf-i sânî olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, şeriat ahkâmına riâyet husûsunda buyurmuştur ki: “Bilesin, âdâbdan velevki bir edebi muhâfaza, mekruhlardan velev ki tenzihi olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden, murâkabe ve teveccühten çok daha efdaldir.”
Evet bütün bu zikir, fikir, murâkabe ve teveccüh; şeriat-ı mutahharanın ahkâmına riâyetle beraber bir kimsede toplanırsa nurun-alâ nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Ama bu da insanın yaratılış gayesi olan ibâdet ve ubûdiyyete ihlâsla devam etmeksizin asla hâsıl olmaz.
İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması asıl maksatlardan olmayıp, ubûdiyyet makamına vasıl olmak için bir vesiledir. Bunun için insan mâsivâ ile alâkasını kesmedikçe ALLAH’a hakikaten kul oldum diyemez.
Bu yolda aşk ve mahabbet, kulun mâsivâdan alâkasını kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubûdiyyet, velâyet mertebelerinin en yükseğidir. Ve velâyet dereceleri içinde ubûdiyyet / kulluk makamından yüksek bir makam yoktur.
Bu makâmdan düşmemenin tek şartı da ibâdete ihlâsla devam etmektir.
İbâdet insana her an kendini ALLAH’ın huzurunda bilme şuurunu kazandırır. Bu sebeple kulun, tam istifade edebilmesi için ibâdet ânında ALLAH’tan gayriyle alâkayı kesmesi ve ALLAH’ın huzurunda olmanın haşyetini duyması lâzımdır. Bu büyük saâdet de, ancak ALLAH’ın lütfu ile kulun kalbinde ibâdet şevki olmasıyle kazanılır. Bunu kazanmak için en sağlam yol da, o aşka sahip bir şeyh-i kâmilin sohbetine (ve terbiyesine) devâm etmektir.
Şeyh Ebu Ali ed-Dekkak ‘kuddise sirruh’ demiştir ki: “Kendi başına biten ağacın meyvesi olmaz; olsa da tatsız olur. Sünnetullah her şeyi bir sebebe bağlamak üzere câridir. Nasıl ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşid- i Kâmil’in terbiyesine girmeden yeni bir âleme doğuşta bir çok özürler, sürçmeler ve yıkılmalar olabilir.”
Er-Risâletü’l-Mekkiyye adlı eserde, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” denmiştir.
El-hadîkatü’n-Nediyye kitâbında mezkûrdur ki: “Kalb-i selîme ve huzur-u ilâhide olmanın haşyetine sahip olmayan herkese, fıkh-ı bâtını, bu yolda insanı kurtuluşa ve helâke götüren şeyleri, seyr-u sülûkün âdâbını ve muâmelâtı öğrenmek farzdır, farz-ı ayındır.”
Gerçi cezbe-i ilâhî ve ilm-i ledünnî ve fıtrat-ı kudsiyye ile de kalb-i selîme sâhib olanlar vardır. Ama bunlar çok nadirdir. Dînin hükümleri ise istisnalara göre değil bütün insanların durumlarına göre konulmuştur.
İlm-i zâhiri tahsil etmek, insanı ilm-i batını tahsil etmekten müstağni kılmaz. Evvelki ve sonrakilerden birçok büyük ulemâ ilm-i zâhirden sonra ilm-i bâtını terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmışlar ve bu yolun salikleri olmuşlardır.
Bütün bu büyük âlimler, zahiri ilimleriyle meşgul olup onları tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri, ehillerinden, sohbet, hizmet, seyr-u sülük, hüsn-i i’tikâd, ihlâs, rezâili terk ve fezâille zînetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayr-ı küllîye nâil oldular.
Rivâyet olunur ki, bir âlim şöyle anlatır: Nâsiyelerinde hayır âşikare görülen bir cemâat içinde İmam-ı Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı bir elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: “Ey İmam! Bağdat medresesinde ders vermen bundan iyi değil miydi?”
Bana derin derin baktı ve dedi ki:
“Bedr-i saâdet, irâde felekinde tulû’ edince,
Akıl güneşi vuslat mağribine meyletti.”
Şeriat ve tarikat ilimlerinde bir âlim-i mütabahhir bulunan imam arif-i billâh Abdülvehhab Şa’rânî “Meşâriku’l-Envâri’l-Kudsiyye” kitabında der ki:
“Ehl-i tarik, insanı ALLAH’ın huzuruna kalb huzuru ile çıkmaktan men eden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir mürşid-i kâmile intisâb etmenin mutlaka zarurî olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişlerdir.
Fakat mürşidinin âlim, ârif, kâmil ve mükemmil bir mürşid olması lâzımdır. Huzurlu namaz kılmayı insana bu mürşid öğretecektir. Zira namazın kemâli de tamamı da bu huzura bağlıdır.
Emrâz-ı bâtıniyyenin ilâcı dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, hassaden düşmanlıktan, ikiyüzlülükten ve bunlar gibi kötü hasletlerden temizlenmektir.
Bunların hepsi de Hazret-i Peygamber Efendimizin hâdis-i şeriflerinde bir bir beyan edilmiş ve azaplarının ağır olduğu haber verilmiştir. Bu kötü hasletlerden terbiyesi ile kendisini kurtaracak bir müşid-i kâmili olmayanlar, ALLAH’ı ve Resûlünü saymamış, âsi olmuş olduklarını bilmelidirler. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeyen insan, bu mezmum hasletlerden kurtulamaz, ilim vâdisinde yüzlerce kitabı ezberlese bile…
Bu kimse, tıp mevzuunda bir kitap ezberleyip de hangi ilacı hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edeceğini bilmeyen kimse gibidir. Onun bu kitabı okuttuğunu duyan ve işin hakikatini bilmeyen herkes: “O ne büyük bir tabip imiş” derler. Fakat bir hasta ona halini arz edip hastalığın adını ve devâsını sorsa, işte o zaman: “Bu cahil biridir, tabiplikten haberi yok” der.
Bunun için ey mü’min kardeşim!
Bu tavsiyeyi tut ve bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış!
Sakın ola ki Kur’an’ın ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sofiyenin yoludur demiyesin! Çünkü Kur’an’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyyeyi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’an’ın emirlerine ve Resûlullah’ın sünnetlerine göre tanzim etmektir.”
Abdülvehhab eş-Şa’rânî yine bu kitabında: “Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ adına, amel etmediğimiz ilimle mağrur olmamak ve kendimizi aldatmamak üzere bizden söz alındı. Bu gün insanların pek çoğu ise amelsiz ilimle mağrur olmakta, kendilerini aldatmaktadır. Halbuki önceki sâlih zatlar böyle değildi.
Bu ahde sâdık kalmak isteyenin bu yola sülük etmesi lâzımdır. Bu yolculuğunda menzil-i maksuduna tehlikesiz ulaşabilmek için bir mürşid-i kâmile muhakkak ihtiyacı vardır. Ki mürşidi onu ALLAH’ın izni ve tevfîki ile murâkabe derecelerine ulaştıracak, terbiyesi ile ilâhî haşyetini kalbinde duyuracaktır. İlmiyle âmil olan âlimler böyle yapmışlar, böyle söylemişlerdir.
Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”
Aliyyu’l-Havvâs şöyle der: “İlim talibi, bir şeyh-i kâmile bağlanmadıkça kemâle eremez. Zira ilmi onu mağrur eder ve bu mağruriyeti onun gözüne çok hakikatleri perdeler ve göstermez. Mürşid-i kâmil ise ona, nefsinin tuzaklarından kurtaracak yolu gösterir.
Ehl-i tarikle beraber olmayan bir kimse, her işini birbirine karıştıracak, ilimsiz amel davasında bulunacak, aslını bilmeden yaptığı yanlış ameli doğru yapıyorum diye iddiaya kalkışacak, kendisine “ibadetin az” diyene karşı nefsi kabaracak, kendisini ikaz edeni bir sürü hatalarla ithâma kalkışacak ve bir sürü delil öne sürecektir. Bu sözümde şüphesi olan varsa tecrübe edebilir.”
Ey kardeşim!
Bir şeyh-i kâmilin terbiyesi altında yola koyul, ona hizmet et! Cefâsına ve göreceğin ezalara katlan. Olmaz gibi görünen işlerine sabret!
Bu senin için büyük bir dönüştür! Fakat bu yolculukta dünyevî işler mazeret gösterilirse menzil-i maksuda ulaşılmaz.
İlmin kendine has bir büyüklüğü, insana verdiği bir gururu vardır. Ve nefis, hileleri ve tuzaklariyle bunu beklemektedir. Nice büyük ulemâ zahirî ilimleriyle mağrur olarak bu gizli tehlikeleri görmemişler ve birçokları yıkılıp gitmişlerdir. Henüz ilim tahsili çağında olanlar, bu tuzaklardan mürşidsiz nasıl geçebileceklerdir?
“ALLAH dilediğini ve dileyeni sırat-ı müstakime hidâyet eder.”
Âdâb / El-Behcetü’s-Seniyye
CİHAD-I EKBER
Din-i İslâmı Mübin’in bir sureti, bir de hakikati vardır.
Onun sureti; Allah’a, Resulüne, Allah katından gelenlere iman ettikten sonra, şer’i hükümleri yerine getirmekten ibarettir. Nefs-i emmarenin yaratılışında bulunan itirazı, yüz çevirmesi, azgınlığı ve inkârcılığı ile beraber olan îman, îmanın suretidir. Bu sıfatlarla beraber kılınan namaz ve tutulan oruç dahi böyledir; şekli namaz ve şekli oruçtur/namaz ve orucun şekil yönüdür. Diğer şer’i hükümlerde de durum böyledir. Zira insanın temeli olan ve kendisine her kişinin ‘ben’ -ene- diye işaret ettiği nefis, küfrü ve inkârı üzeredir. Böyle bir nefisten hakîki anlamda îman ve sâlih ameller nasıl beklenebilir?
Sübhan Allah’ın rahmeti icabıdır ki; sırf şekli yapılan amelleri kabul buyurur ve rıza ve rahmetinin mahalli olan cennete girme müjdesini verir. Yine Sübhan Hakk’ın ihsanındandır ki; îmanın kendisi için, kalbin tasdiki ile yetinmiş; nefsin boyun eğmesini şart koşmamıştır.
Evet, cennetin dahi bir sûreti ve bir hakîkati vardır. Suret ehli, cennetin sureti ile haz alırken; hakikat ehli ise cennetin hakikatinden hazzını alır.
Suret ve hakikat ehlinden her biri cennet meyvelerinden bir meyveyi yerken suret sahibi olanların aldığı lezzet ile hakikat erbabının aldığı lezzet birbirinden farklı olacaktır.
İstikamet üzere olmak şartı ile şer’i şerifin suretini yaşamak, ahiret felahına ve kurtuluşuna bir vesiledir; cennete girme ile neticelenir. Şer’i şerifin sureti sağlandı mı umumî manada velayet de sağlanmış olur. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir:
«Allah, îman edenlerin velîsidir. (yardımcısıdır.)» (3/68)
***
Bu zamanda sâlikler, ayağını tarikata attıktan sonra, hususi manada velayete doğru yürümeye ve tedricen/yavaş yavaş nefsini emmarelikten (kötülükleri emretme vasfından) mutmainliğe çıkma hususunda istidat sahibi olmuş olurlar. Ancak bilinmesi yerinde olur ki; hususi manada velâyet, şer’i emirleri yerine getirmeye bağlıdır. Zikr-i ilâhî dahi bu Tarikat-ı Aliyye’nin temel esası olup şer’î emirlerdendir.
Yasaklardan kaçınmak dahi, bu Tarikat-ı Aliyye’de zarurî olarak riayet edilmesi gerekli ameller arasındadır.
Farzların edası, yakınlık sağlayan ameller arasındadır/kurbiyet vesilesidir.
Tarikatta irfan sahibi, hidayet yolunu gösteren, hakka götüren yolda vesile olabilecek bir mürşidi aramak ve talep etmek de şer’î emirler arasındadır. Bu manada, Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Ona vesile arayın.» (5/35)
***
Hülâsa, şer’i şerifin hem sureti ve hem de hakikati gereklidir. Zira bütün velayet ve nübüvvet kemallerinin ana esasları, şer’î/dinî hükümlerde bulunur. Velayet kemâlleri, şer’i şerifin suretinin neticeleridir. Nübüvvet kemalleri ise, şer’i şerifin hakikatinin semereleri/meyveleridir.
***
Velayetin mukaddimesi/ilk basamağı tarikattır ki kendisinden istenen masivayı nefyetmektir. Gayr ve gayriyyeti nefyetmek, o tarikattan maksuttur. Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile masiva tamamiyle nazardan silinince, ağyarın ne ismi ne de resmi kalmayınca fenâ makamı hasıl olmuş, tarikat makamının nihayetine ulaşmış ve “seyr-i ilellah” tamamlanmış olur. Bundan sonra kendisine “seyr-i fillah” denilen “ispat makamı”na başlanılır. Bu makam, valâyetten kastedilen en yüksek maksat olan hakîkatın yeridir/vatanıdır; beka billah makamıdır.
Tarikat ve hakikat ile yani fenâ ve bekâ makamları ile velayet/velilik payesini almış ve emmare dahi mutmainneye dönüşmüş olur. Bu makamda nefis, küfründen ve inkârından dönmek sureti ile Mevlâsından razı hale gelir. Şanı Yüce Mevlâ dahi ondan razı olmaktadır. Onun cibilletindeki/yaratılışındaki kerahet/hakkı kerih görme dahi zail/yok olur. Gerçi bu nefis için demişlerdir ki: Nefis itminan makamına vâsıl olsa dahi, azgınlığından ve tuğyanından (tamamıyla) geri dönmez/vaz geçmez.
Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin: «Küçük cihaddan büyük cihada döndük.» hadis-i şerifinde buyurduğu büyük cihaddan murad olan mana için dediler ki: Nefisle olan cihattır. Ancak, bu fakirin keşfinde kendisine zahir olan, alışılan bu mananın hilafınadır. Çünkü itminana eren/mutmain olan nefiste azgınlık ve inatlaşma bulamıyorum. Hatta onun inkiyad/boyun eğme makamında karar kılmış olduğunu görüyorum ki: Masivayı/gayr ve gayriyeti görmekten ve bilmekten kurtulmuş; makam ve riyaset sevgisinden, lezzet ve elemden dahi halâs olmuş bir kalb haline gelmiştir. Bu durumda serkeşlik nerede, inatlaşma kiminle?
Ancak “Nefis henüz itminana ermeden, halinde ve renginde kıl kadar bile farklılaşma olsa, her türlü serkeşliğe ve tuğyana müsaittir” diyorlarsa buna bir itirazımız yoktur. Fakat itminan/kalıcı manevi huzur gerçekleştikten sonra muhalefet ve azgınlaşmaya yer yoktur.
Fakir, bu babda derin görüşe daldı, mutalaasını yaptı. Bu muammanın hallinde büyükler katındaki manaya muhalif olduğu için derin fikre daldı. Lâkin, Allah’ın inayeti ile mutmainne olan nefiste kıl kadar muhalefet ve inatlaşma bulmadığı gibi, onda kendinden (vaz)geçme ve yok olmanın dışında bir şey de görmedi.
Bir nefis ki, kendisini Mevlâsı yolunda feda eder; onda muhalefet mecali nasıl olsun? Nefis ki, Yüce Hazret-i Hak’tan razıdır; Yüce Hak ki, ondan razı olmuştur; onda tuğyan/azgınlık nasıl tasavvur edilir? İşbu tuğyan rızaya aykırı düşmektedir. Yüce Hakkın razı olduğu şey, bir başka manada razı olmadığı olamaz; hem de hiç bir şekilde.
Hakîkat-ı hali en iyi bilen Sübhan Allah’tır. Mümkündür ki, ‘Cihad-ı ekber’den murad; kalıb/beden/vücut ile olan cihaddır. Zira kalıb, her biri, farklı şeyleri isterken farklı şeylerden de nefret ettiren muhtelif tabiatlerden terkip edilmiştir. Şehvet ve gazap kuvvetlerinden her biri, kalıptan kaynaklanmaktadır. Sair hayvanatı görmez misin ki: Kendilerinde nefs-i natıka olmamasına rağmen, bu rezil sıfatlar onlarda da vardır. Hemen hepsi de şehvet, gazap, hırs ve tamahla muttasıftır.
İşte anlatılan manada bir cihad daima vardır. Onu, ne nefsin itminanı durdurabilir, ne kalbin temkini/süküneti kaldırabilir.
Anlatılan manadaki cihadın bekasında/devamında bir çok faydalar vardır. Kalıbın temizlenip pâklanması gerçekleşir. Böylelikle bu dünyadaki kemâlât ortaya çıkar. Öbür dünyanın muamelesi/kemâlâtı birinci derecede bu cihada bağlıdır.
Bu dünyanın kemalâtında kalb asıldır/önderdir, kalıp ise ona tâbî hükmündedir. Öbür âlemin kemalâtında ise iş tersine olur: Kalıb önder kalb ise ona tabidir.
Bu dünya hayatında bozulma başlayıp öbür âlemin belirtileri görünmeye başladığında bu cihad biter, bu kıtal dahi kalkar.
Sübhan Allah’ın fazlı ile, nefis itminan makamına ulaşıp; Şanı Yüce Allah’ın hükümlerine boyun eğince, işte o zaman, hakikî İslâm/İslâm’ın hakikati müyesser olur ve imanın hakikati dahi hâsıl olur. Bundan sonra da her ne yapar ise hakikat olur. Namazını eda eder ise bu namazın hakikati olur. Oruç tutar ise bu tuttuğu orucun hakikati olur. Eğer hacca gider ise bu hac dahi haccın hakikati olur. Şer’i hükümlerin kalanları dahi, bu kıyasa tabi tutulabilir.
Tarikat ve hakikat vazifelerinden her biri; şer’i şerifin (şeriatın) hakikati ile onun sureti ortasında bulunmaktadır ve ikisi arasında bir aracıdır.
Şeriatın sureti ile hakikati arasındaki farkın nefisten kaynaklandığını da bilmek gerekir. Şöyle ki, şeriatın suretinde nefs-i emmare azgınlık halinde ve inkâr üzeredir. Hakikatinde ise mutmainnedir ve Müslüman’dır.
Suretler demek olan velayet kemalâtı ile hakikatler demek olan nübüvvet kemalâtı arasındaki fark da kalıptan/bedenden kaynaklanmaktadır. Zira kalıp parçaları/bedendeki unsurlar, velayet makamında tuğyanından, inadından dönüp çekilmemiştir.
Misal olarak, şöyle anlatabiliriz: Nefis itminan bulmasına rağmen ateş cüz’ü/bedendeki ateş unsuru, daha hayırlı olma davasından dönmemiş; kibrinden vaz geçmemiştir. Toprak cüz’ü/bedendeki toprak unsuru dahi, hasislikten/alçaklık ve denaetten/düşüklükten dönüp pişman olmamıştır. Kalıbın sair parçaları dahi bu kıyasa tabi tutulabilir.
Nübüvvet kemalâtında ise kalıbın parçaları, itidal haddine gelmiştir. İfrattan ve tefritten kendini almıştır. Mümkündür ki, Resulüllah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin şu hadis-i şerifi bu manaya ola: «Şeytanım Müslüman oldu.»
Afakta nasıl şeytan var ise enfüste dahi şeytan vardır ve bu, en/daha hayırlı olduğunu iddia eden, kibir ve üstünlük davasına sebep olan ateş cüz’ü/parçasıdır. Bütün bu sıfatlar, ondaki sıfatların en düşükleridir. Onun İslâm olması demek, bu rezillerin de rezili sıfatlarının zeval bulup gitmesi demektir.
Nübüvvet kemalâtında kalbin temkini ile nefsin itminanı ve kalıp cüzlerinin/beden unsurlarının itidali/dengesi vardır. Velayette ise kalbin temkini vardır; ancak nefsin itminanı daha sonra mümkün olmaktadır.
Daha sonra tabirini şu mana icabı kullandık; zira, nefsin bir zorlama olmadan, kâmil manada itminan bulması ancak kalıp cüzlerinin itidalinden sonra olmaktadır. Bu sebepledir ki, velayet erbabı, beden parçaları dengeye gelmemiş bir nefs-i mutmainnenin tekrar beşerî sıfatlara dönmesine cevaz verdiler. Kalıp cüzlerinin itidalinden sonra nefse hâsıl olan itminan ise beşerî sıfatlara dönmekten yana emin ve beridir.
Nefsin rezilliklere dönmesi ve dönmemesi üzerinde ortaya çıkan ihtilâf nefsin makamlarına ve görüşlere göredir. Çünkü her şahıs kendi makamından konuşur ve vicdanında bulduğunu söyler.
***
Burada şöyle bir soru ortaya çıkabilir: Kalıp cüzleri itidal haddini bulup inadından ve tuğyanından alındıktan/el etek çektikten sonra, onunla cihad nasıl tasavvur edilir? Bu durumda ondan cihadın kalkması gerekir.
Cevap: Nefs-i mutmainne ile bu beden cüzleri arasında fark vardır. Nefs-i mutmainne, istihlâk/kendinden geçmiş ve izmihlale sahib olup/kendini kaybetmiş olarak emir âlemine katılmıştır. İstihlâk ve sekir halinin kemali ile muttasıftır. Bu beden cüzlerinin ise sekir ve istihlâk ile bir münasebeti yoktur. Bunun sebebi de, şer’î hükümleri yerine getirmektir. Çünkü şer’î hükümleri yerine getirmenin ayıklık/uyanıklığa bağlı olması sebebi ile beden cüzlerinin sekir hali ve kendinden geçmişlikle bir alakası yoktur.
Kendinden geçmiş kişinin muhalefet etmeye mecali yoktur, onda uyanıklık da yoktur. Birtakım menfaat ve maslahatları icabı bir tür muhalefetin bazı işlerde görülmesi caizdir/olabilir. Lâkin umulan odur ki: Allah’ın fazlı ile bu muhalefet, müstahapları terkten ve tenzihi kerahetten yukarı çıkmaz.
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, cüzleri mutedil/denge halinde olan kalıp ile cihad düşünülebilir ama nefs-i mutmainne mertebesinde cihada cevaz yoktur.
***
Allah Sübhanehû’nun fazlı ile şeriatin hakikati ve meyveleri demek olan nübüvvet kemâlâtı nihayete erdiğinde, yani bütünüyle hasıl olduğunda, artık ilerleme amellere bağlı olmaktan çıkar. O yerde muamele sırf Allah’ın fazlına kalır. Orada itikadın bir tesiri olmadığı gibi, ilmin ve amelin dahi bir hükmü yoktur. Orada fazl içinde fazl vardır; kerem içinde kerem vardır.
Bu makam, önce anlatılan makamlara nisbetle cidden yüksektir. Onun için tam bir genişlik vardır, nuraniyet vardır ki; geçen makamlarda bu anlatılanlardan yana bir eser yoktur. Bu makam, asaleten ülül-azm peygamberlere mahsustur. Onlara salât ve selâmlar olsun. Kendisine inayet yetişen herkes, tabi ve varis olma yolu ile bundan nasiplenirler.
Bir mısra:
Kerem sahipleri ile yaplan işte zorluk yoktur.
***
Biri kalkıp da, “Bu makamda şeriatın suretine de hakikatine de ihtiyaç kalmamıştır; artık şer’i hükümleri yerine getirmeye gerek yoktur.” diyecek hataya düşmesin. Zira biz şöyle diyoruz: Şeriat bu işin aslı/özü ve bu yolun/muamelenin esasıdır. Bir ağaç ne kadar uzarsa uzasın ; bir bina ne kadar yükselirse yükselsin ve üzerine köşkler, saraylar kurulsun; bunların hiç biri kökten ve temelden müstağni olamazlar. Kendilerinden, zatî olan ihtiyaçları gitmez.
Misal olarak bir evi ele alalım. Ne kadar yükselip çıkarsa çıksın, aşağı kata olan ihtiyaçtan kurtulamaz. Alt kata bir halel/bozukluk gelecek olsa, bundan üst kat dahi etkilenir; ona da aynı şekilde halel gelir. Alt katın kayması veya yıkılması, üst katın kayması ve yıkılmasını gerektirir. Hülâsa şeriat, bütün hallerde lâzımdır; bütün vakitlerde gereklidir. Her şahıs, onun hükümlerini yerine getirmeye muhtaçtır.
Mektubat-ı Rabbani
HAYVANATIN İBADETİ
Hayvanatın ibadeti ile ilgili bir ehl-i keşfin şahit olduğu ve yaşadığı hadiseler özetle şöyle nakledilmektedir:
“Hayvanatın ibâdeti son derece acayiptir.
Meselâ kısrağın insanı hayrette bırakacak derecede ibâdeti vardır. Şahin, kedi, köpek, pars ve benzeri hayvanların ibadetleri o kadar şayan-ı ibret ve hayrettir ki, onların ibâdet ettikleri şekilde ve derecede ibâdet etmeye güç yetiremedim.
Güç yetirebildiğim son nokta birkaç vakit onlar gibi ibadet edebilmek oldu. Benim birkaç vakit yapmaya güç yetirebildiğim ibâdetlere, onlar her an ve her zaman güç yetirebiliyorlar, sekte vermeden ibadete devam edebiliyorlardı.
Kendilerine göre efendiliğimi (insanın hayvanattan üstün yaratıldığını) bildikleri için ALLAH ile olan muamelelerimdeki münasebetsizliklerimden ve ma’siyetlerimden dolayı beni kınıyor ve azarlıyorlardı.
Kendi ibadetlerine göre noksanlığımı gördüklerinde onlardan bana şiddet gelirdi. Nice defalar birçokları noksanlığımdan dolayı öfkelenerek üzerime saldırdığı oldu. Hatta bu halimden ötürü, dine olan gayretleri sebebi ile ALLAH’a karşı mahcup olanlar bile vardı. Bu sebeple onların bana itaati de kalmıyordu. Bu hususta onları ma’zur görüp bu hallerini ALLAH’a ihlasla ibâdet etmelerine bağışlıyordum…”
Rûhu’l-Kuds
“Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” Hadis-i Şerifinin Şerhi Mahiyetinde Bir Mektup
…
MANEVİ BERABERLİK
Mevlana Halid ‘kuddise sirruhû’ bu mektubu (risaleyi) Devlet-i Ali Osmaniyye’nin merkezinde bulunan halifelerine göndermiştir.
***
‘Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın İsmi ile’
Hamd ALLAH’a mahsustur.
O bize kâfidir.
Selam, seçtiği kullarının üzerine olsun.
ALLAH’tan şiddetli aşkı talep eden Hayru’l-Beşer Efendimiz’in ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetine sımsıkı sarılan fakir kul Halid en-Nakşibendî’den Daru’l-Hilafe’de (hilafet merkezi İstanbul’da) ikamet eden ihlas ve kerem sahibi kardeşlerine…
Allah-û Teâlâ saltanat merkezi İstanbul’u hainlerin hilelerinden korusun! ALLAH’ın yardımı; orasını ve tüm İslâm beldelerini himaye eden Padişaha kıyamete kadar devam etsin!
Hepinize kâmil selam, hürmet ve ikrâm…
Sıhhatinize delalet eden mektubunuz geldi. Münkirlerin çokluğuna ve sıkıştırmalarına rağmen ulvî tarikımız üzerinde sebatınız bizi sevindirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ’ya çok çok hamdettim.
Hakk’el-yakin sırlarından gâfil olan bazı kimselerin rabıtayı (mânevî beraberliği) tarikatte bid’at saydıkları ve onun aslının, hakikatinin olmadığına dair itikadları bize kadar ulaştı.
Hayır, öyle değildir!
Rabıta, Tarikat-ı Aliyye’nin esaslarından büyük bir esastır. Hatta Kitab-ı Aziz ve Sünnet-i Resul’e yapışmaktan sonra vâsıl olma sebeplerinin en üstünüdür. Öyle ki, büyüklerimizden bazıları sülûk (manevî yolculuk) esnasında yalnız onunla yetinmişler, bazıları ise rabıtadan başkasını emretti ise de fenâ fi’llahın mukaddimesi (başlangıcı) olan fenâ fi’ş-şeyhe kavuşturan yolların en kısasının rabıta olduğunu söylemişlerdir.
Büyüklerimizden Ubeydullah Ahrar ‘kuddise sirruhû’ söyle buyurmuştur: Âlemlerin Rabbi’nin “Ey iman edenler, ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” mealindeki kavl-i celilesinde emrettiği ‘sadıklarla beraber olmak’ emri, zahiri veya manevi beraberliği gerektirir. Manen beraber olmak da râbıta ile olur.
Rabıta ile ilgili bu hüküm ehli nezdinde meşhur olup Reşahât adlı eserde tafsilatlıca açıklanmıştır.
Rabıtayı inkâr edenler onun ne demek olduğunu iyi anlayamamışlardır. Şayet iyi anlasalardı inkâr etmezlerdi.
Tarikatta rabıta, müridin, fenâ fi’llaha kavuşmuş kâmil mürşidinin ruhaniyetinden mânen beslenmesi, manevi gıda alması demektir. Mürşidin sûretini düşünmek, gıyabında da huzurundaki gibi feyz (manevi gıda) almasını sağlar. Huzûru ve nûru kuvvetlendirir. Bu vesile ile mürid, kötü ve çirkin işlerden (fahşa ve münkerden) uzak kalabilir.
[Rabıta, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş kâmil mürşidin sûretini hayâl ederek, ayrı yerde de olsa, onunla mânen, ruhen irtibât kurmaktır.
“Onlar görüldüğü zaman ALLAH hatıra gelir” hadîs-i şerifinin mucibince kamil mürşidi gözle görmek nasıl ki mürîdi zikir yapmış gibi faidelendiriyorsa; râbıta da aynı şekilde istifade ettirir.
Şurası sarih bir hakîkattır ki, her an sâlihlerle oturmaya teşfik eden sayısız hadîs-i şerif mevcuddur. İşte râbıta, bunu, manevî olarak tahakkuk ettiren bir vesiledir.]
Bu, inkârı tasavvur edilemeyen bir hakikattir. Bunu, alnına hüsran damgası vurulmuş, rahmetten uzak ve azâba yakın olandan başkası inkâr etmez.
Eğer bir kimsenin evliyaya itikâdı varsa, onlar zaten, râbıtanın güzelliği ve faydasının büyüklüğünü açıklamışlar ve hatta bu hususta ittifak etmişlerdir. Nitekim onların kûdsi kelimelerini takip edenlere ve hoş sohbetlerinin kokusunu koklayanlara bunlar gizli değildir…
Tevfîk Allah-u Teâlâ’dandır ve hidayet yoluna ileten O’dur.
***
İbn-i Hacer El Mekki, ‘Şemail’ adlı kitabının şerhinin sonunda, Hafız Celalüddin es-Suyuti’nin ‘Peygamberi ve Melekleri Görme Hususundaki Karanlığın Aydınlatılması’ isimli kitabında söylediği söze ittifak ederek şöyle demiştir: Abdullah İbni Abbas’dan ‘aleyhimürrıdvan’ rivayet olunur ki: O, Peygamber Efendimizi rüyasında gördü. Sabahleyin Ezvâcı tâhirâttan birinin yanına gitti. Kendisine Rasûlullah Efendimizin aynasını verdi. Abdullah İbn-i Abbas aynaya baktı ve aynada Rasûlullah Efendimizin mübarek suretini görüp kendi suretini görmedi. İşte bu hâl, sufilerin ıstılahında fenâ fî’r-râbıtadır (râbıtada fenâ/yok olmaktır: rabıta ile fenâ bulmaktır).
Sözümüz ve itirazımız Peygamber Efendimizin sureti hakkında değildir, denilmesin. Zira biz deriz ki; bu, Peygambere has olan özelliklerden değildir. Bu cinsten olan hususiyetlerde onlar ile veliler müşterektir. Ehli nezdinde bunda hiçbir şüphe yoktur.
Marifetler sahibi imam Tâceddin el-Hanefi en-Nakşibendi el Osmani ‘kuddise sirruhû’, Taciyye risalesinde ALLAH’a ulaştıran yolları açıklarken şöyle der: Üçüncüsü, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş bir mürşide râbıta yapmaktır. Zira “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldüğü zaman ALLAH hatırlanır.” mealindeki hadis-i şerif mucibince, onları görmek, zikrin faydasını verir. Böyle bir mürşidin sohbeti ise “Onlar ALLAH ile meclis kuranlardır” mucibince İlahî huzuru temin eder.
İmam Sühreverdi’nin Avarif isimli kitabında, Hambeli âlimlerinden Gavsu’l a’zam ve imamu’l efham Abdülkadir el-Ceyli’den ‘kuddise sirruhû’ şöyle nakledilmiştir: “Fakir kişinin Veliler ile rabıtası vardır. Zahiri olarak ikram ve iltifat görmese de bu rabıta sebebiyle bâtınî olarak onlardan istifade eder; beslenir.”
[Misalde hata olmasın, bilgi veya enerji haznesi olan bir merkezden kablosuz aktarım yapmak gibi bir şey… Bahsi, feyz ve rahmete; görülmesi ise zikir ve haşyete vesile olacak kadar nefsi terbiye olmuş ve hakk’el-yakîni bulmuş bir zat-ı şerife ihsan edilen manevi dirayet ile deruni ilimlerden gönül ve muhabbet bağı ile (rabıtaya devamla) istifade etmek… Şer’i ölçülerin zahir ve/veya batınına uymakta zorlanan kalb-i manevî, şifa olan gıdasını bu vesile ile ala ala beslenir, tedavi olur; nefis ve şeytan gibi acımasız iki düşmana karşı kuvvet ve hayat bulur.]
[Sâlik, sülûkünün başında Rabbini (şanına lâyık şekilde) bilmesi, Rabbine kalbiyle şehadet getirmesi mümkün değildir. Bu olmayınca ALLAH’ı (haşa) hâdis bir mahlûk gibi (yukarda bir mekânda veya bir sûrette) tasavvur edecektir. Bu durum, kişiyi küfür yoluna sürükler.
Şurası muhakkaktır ki mürîdin, Rabbini doğrudan doğruya istihzâr etmesi yani vasıtasız olarak huzura varması en mükemmel olanıdır. Fakat mürîd, kat’î surette sülûkunun başlangıcında buna muktedir olamaz. Bu durumdaki hiçbir kul havâtırdan, vesveseden kurtulamaz. Bunun ne demek olduğunu ârifler bilir. Kendine bir rehber bulmayan da mazur sayılmaz.
İdrâk edilebilen hâdis bir mahlûk ile idrâk edilemeyen Kadîm Hâlik’ı hayâlen (vehimle) değil, şuhûden (yani kalb ile) bildirecek vesileyi, “O’na yakîn’e vesile arayın” emrine uyarak arayıp bulmak ve ona başvurmak lâzımdır.]
[Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri Mektûbat’ında, rabıta hakkında şunları yazmıştır: Bu Tarikat-ı Aliyye’de sülûk etmek, kendisine uyulan mürşide karşı muhabbet râbıtası iledir. Bir mürid, kendisine tabi olunan mürşide beslediği muhabbet vasıtasıyla (karpuzun güneşin hararetiyle saat saat olgunlaşması gibi) saat saat onun boyasıyla boyanır… İn’ikâs / aksetme yolu ile onun nurları ile nurlanır. Ki bu zat, seyr-i murâdî (ALLAH tarafından seçilmiş ve sevilmiş kullara ait bir seyr) ile bu yolu katetmiş ve ilâhi cezbe kuvvetiyle bu yüksek kemalâtlara boyanmıştır.]
[Müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş olmayan bir kimseye râbıta etmek ise râbıta edeni menzil-i maksûduna ulaştırmadığı gibi; bilâkis onu içinden çıkılmaz ve helâk edici vartalara düşürür.]
Bu manâda büyüklerin sözleri sayılamayacak kadar çoktur.
Bu sözlerde, velilerin öldükten sonra tasarruf ettiklerine dair açık deliller de vardır. Birçok muhakkik, bu hususta açıklayıcı risaleler yazmışlardır. Onun için inkârından kaçınılmalıdır. Zira inkârı tehlikelidir, helâke götürür.
İşleri ümmetin yükünü çekmek ve dertlerine çare bulmak olan evliyâ-ı kiram ve dinde söz sahibi âlimler, hak ve hakikat olduğunu açıkladığı böyle hükümleri avâmın inkâr etmesi nasıl caiz olabilir? Bu zevatın arasında öyleleri vardır ki, ledünni ilimleri Allah-u Teâlâ’dan vasıtasız almışlardır.
Hulasa-i kelam, bu yol şerefli Sahabe-i Kiram’ın ‘alehimurrıdvan’ yolunun ta kendisidir. Eksiği ve fazlası yoktur. Bunun içindir ki, Şah-ı Nakşibend olarak tanınan Es-Seyyid Muhammed el-Buhari ‘kuddise sirruhû’ şöyle buyurmuştur: “Bizim yolumuzdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.”
***
Bu fakir sizlere sabah akşam İslâm’ın medarı olan Devlet-i Ali Osmaniyye’nin devamı ve din düşmanlarına galip olması için sâlih dualar etmenizi emreder!
ALLAH’ın selamı, rahmeti ve bereketi başta ve sonda sizlerle olsun.
Hâlid-i Nakşibendi
RUH ve TENASÜH
Misal âlemi ile ilgili sualin cevabı ve tenasüh düşüncesine reddiye; kümûn ve bürûz halleri hakkındadır.
***
Rahman Rahim Allah’ın adı ile…
Âlemlerin Rabbi ALLAH’a hamd olsun… Salât ve selâm, Seyyid’ül-mürseline, onun pak âline…
***
Bir iltifat olarak fıtratın üstünlüğünden ve güzel terbiyeden sadır olan (kaynaklanan) mübarek mektubunuzun mütalaası ile şereflendik. Allah-u Teâlâ, size selâm ihsan eylesin…
***
O mektupta yazdınız ki; Şeyh Muhyiddin ibn-i Arabî ‘kuddise sirruhu’ Fütuhat-ı Mekkiye’sinde naklettiği bir hadis-i şerifte Nebi ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ buyurdu ki:
«Allah-u Teâlâ, yüz bin Âdem yaratmıştır.»
Misal âlemindeki müşahedelerinden şöyle bir hatıra da naklemiş:
Kâbe-i Muazzama’nın tavafı sırasında, kendilerini tanımadığım bir topluluk zuhur etti. Onlar da Beyt’i tavaf ediyorlardı. Tavaf esnasında Arapça iki beyt söylediler ki, onların biri şudur:
Tavaf ettik tavafınız gibi yıllarca;
Bu mukaddes Beyti ki, hep birden topluca…
Bu beyti dinledikten sonra, hatırıma şöyle geldi: Bunlar misal âlemindendir. Bunun üzerine, onlardan biri benim tarafıma yaklaşıp baktı ve şöyle dedi:
-Ben, senin ecdadın cümlesindenim (dedelerindenim)…
Bunun üzerine şöyle sordum:
-Vefatın üzerinden kaç sene geçti?
Şu cevabı verdi:
-Kırk bin seneden daha fazla…
Teaccüble (hayretle) dedim ki:
-Eb’ül-beşer (beşerin babası) Âdem’in yaratılmasından beri henüz yedi bin sene bile tamam olmadı; nasıl olur?
Dedi ki:
-Hangi Âdem’den bahsediyorsun; insanların babası dediğin Âdem yedi bin yıllık devrin başında yaratılmış olandır.
O vakit hatırıma geldi ki; zikri geçmiş olan hadis-i nebevi bu kavli (sözü) teyid etmektedir (desteklemektedir).
***
Ey Mükerrem Mahdum!
Sübhan ALLAH’ın inayeti (yardımı) ile bu meselede Fakir’e zahir olan mana şudur:
Hazret-i Âdem’in ‘Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun’ varlığından önce gelip geçen bütün âdemler vücud olarak hepsi misal âleminde olup şehadet âleminde değillerdi.
Âlem-i şehadette vücud bulan, yeryüzünde hilâfete nail olan, melâikenin secdesine layık olan sadece beşerin babası Hazret-i Âdem’dir.
Bu babda netice söz şu ki:
Âdem, camiiyyet (her şeyi özünde toplama) sıfatı üzere (vasfıyla) yaratıldığından, hakikatinde bir çok latîfeler ve vasıflar vardır. Bizâtihi var olmasından asırlar evvel, Hakk Sübhânehû’nun icadıyla, her bir zaman diliminde, onun sıfatlarından bir sıfat veya latîfelerinden bir latîfe bulunmuş, Âdem suretinde görünmüş ve Âdem adını almış ve beklenen Âdem’de görülecek şeyler onda ortaya çıkmıştır. Hatta onlardan, misal alemine münasîb olarak doğum hali ve nesillerin türemesi oldu. O âleme münasîb surî ve manevî kemalâtlara nail oldular. Sevaba ve cezaya müstehak oldular. Dahası kıyamet onlar için kopmuş, cennetlik olanları cennete, cehennemlik olanları da cehenneme gitmiştir.
Bundan sonra, Sübhan ALLAH’ın dilemesi ile vakitlerden bir vakitte, onun sıfatlarından bir sıfat veya latifelerinden bir latife daha misal âleminde zuhur etti (zahir oldu, ortaya çıktı) ‘Resulüllah efendimize ve ona salât ve selâm olsun’. Evvelkinden zahir olanlar, bundan da zahir oldu.
Bunun da devri tamam olunca, üçüncü bir zuhurla sıfatlarından veya latifelerinden biri tekrar zuhura geldi. Bu zuhur dahi tamam olduktan sonra, dördüncü bir zuhur zahir oldu. Bu durum, Allah-u Teâlâ’nın dilediği zamana kadar sürüp gitti. Böylece Âdem’in sıfat ve latîfeleri ile alakalı olan misal âlemindeki zuhur devirleri (zuhurat dairesi) tamamlanmış olunca, nihayetinde Yüce Sultan Allah’ın var etmesi ile şehadet âlemindeki nüsha-i camiası meydana geldi; ALLAH Sübhânehu’nun inayeti ile muazzez (aziz) ve mükerrem (keremli) oldu.
Yüz bin Âdem de bulunsa, onların hepsi bu Âdem’in cüzleri, maddeleri ve varlığının mukaddime ve mebde’lerinden başka değildir.
Ölümü üzerinden kırk bin seneden fazla geçmiş olan Şeyh-i Ekber’in dedesi, şehadet âlemindeki dedesinin misal âlemindeki latifelerinden bir latife idi.
Şehadet âleminde bulunan Şeyh, Beyt-i Şerifi misâl âleminde tavaf ediyordu. Zira Kâbe-i Muazzama’nın da misal âleminde bir sureti ve bir benzeri vardır ki, o âlem halkının kıblesidir.
Fakir, nazarımı bu hususta uzaklara, çok uzaklara çevirdim; onda çok derinlere daldım ama şehadet âleminde nazarım bir başka Âdem’e ilişmedi. Misâl âleminin gölgelerinden, şaşırtmalarından başka bir şey de bulamadım.
O misali (temsili) bedenin “Ben, senin ecdadının cümlesindenim.. Vefatımdan da kırk bin sene geçti.” sözüne gelince… Âdem’den önce bulunan Âdemler, beşeriyetin atası olan Âdem’in latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşlerinden ibarettir. Zira henüz Âdem’in yaratılışının üzerinden yedi bin sene geçmemişken, öyle birinin âdemoğullarının dedesi olması; kırk bin senenin geçmiş olması nasıl mümkün olsun!
O kimseler ki, kalplerinde maraz (hastalık) vardır; bu hikâyeden tenasüh manası çıkarırlar. Nerdeyse âlemin kıdemine (kadim olduğuna) hükmedip kıyamet-i kübrayı (büyük kıyameti) inkâr edecekler…
Batıl yolla şeyhlik makamına oturmuş bazı mülhidler (Din’den çıkanlar), tenasühün cevazına hükmederler. Zannederler ki, nefis, kemâl sınırına ulaşmadıkça, bedenlerde döner durur. Bu manadan olarak derler ki: “Nefis, kemâle erdiği zaman, bedenlerde değişmekten, dolaşmaktan fariğ olur (kurtulur). Hatta bedenlerle alâkası da kalmaz. Zira onun yaratılmasından gaye kemâle ulaşmasıdır. Onun kemâli hasıl olunca, maksat dahi hâsıl olmuş olur.”
Bu söz, sarih (açık) küfürdür; tevatür ile dinde sabit olanı inkârdır. Zira her nefis kemâl haddine ulaşınca, o zaman cehennem kimin için olacak? Ve kim azap görecek?
Onların bu kavli (sözü), aynı zamanda cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesedlerin haşredilmesini dahi inkârdır. Zira onların fasit (bozuk) kanaatine göre, nefsin cesede ihtiyacı kalmamıştır ki cesetler haşredilsin (yeniden diriltilsin)… Zira o, kemâle ulaşmasına bir âletti.
Bunların itikadı, felsefecilerin itikadına uygundur. Zira onlar da, cesetlerin haşrını inkâr ederler. Sevabın ve azabın ruha olacağına hükmederler. Hatta bunların itikadı, felsefecilerin itikadından daha kötüdür. Zira felsefeciler, tenasühü inkâr edip ona kail olanı reddeder; ruhanî azabı sabit görürler. Halbuki bunlar, tenasühü ispat edip uhrevi azabı dahi inkâr ederler. Bunlara göre azap yalnız dünya azabıdır. Bu da, nefsin terbiyesi için vardır.
***
Eğer denilirse, Emir’ül-müminin Hazret-i Ali’den ‘kerremellahu vecheh’ ve bazı velilerden nakledildi ki, kendileri şehadet âlemine gelmeden asırlar önce, onlardan bazı garip ve acayip işler meydana gelmiş. Bu durum tenasuha cevaz vermeden nasıl sahih olur?
Bunun için, şu cevabı veririm:
Bu türlü ameller ve fiiller, o büyüklerin ruhlarından sâdır olmuştur. Allah-u Teâlâ’nın dilemesi ile o ruhlar bedenlere bürünmüş, ceset şeklini almışlar ve o acayip işleri yapmışlardır. Yoksa o büyüklerin ruhlarının başka bedenlere girmesi ile bu işler olmuş değildir.
Tenasüh, “ruhun, ait olduğu bedene girmeden önce ve o bedenden farklı bir bedene girmesi” demektir. Ruhun kendisi ceset (beden) gibi olursa, bu nasıl tenasüh olsun!
Cinleri görmez misin? Değişik şekillerle şekillenirler, farklı cesetlere bürünürler. Bu halde iken onlardan, büründükleri şekle veya cesede uygun acayip işler meydana gelir. Burada kesinlikle tenasüh yoktur, hulûl yoktur.
ALLAH’ın kudreti ve güç vermesi ile cinlerin farklı şekillere bürünmeleri ve bu halde birtakım acayip işleri yapmaları mümkün ise kâmil kişilerin ruhlarına bu gücün verilmesi niçin taaccüp mahalli (hayrete sebep) olsun? Bir başka bedene ne diye ihtiyaç olsun?
Bazı velî kullardan nakledilenler de bu kabildendir. Meselâ: Aynı vakitte değişik beldelerde hazır olurlar, kendilerinden farklı işler vaki’ olur. Burada da onların latifeleri farklı şekillere girmiş ve farklı bedenlerle bedenlenmiştir.
Mekke-i Muazzama’dan gelen bir cemaat, bir veliyi kastederek, biz falanca şeyhi Mekke-i Mükerreme’nin haremi şerifinde gördük, aramızda şöyle böyle sözler geçti, der. Başka bir cemaatte der ki, biz onu Rum diyarında gördük. Başka bir taife de onu Bağdat’ta görmüş. Gördüklerinin hepsi, o şeyhin latifelerinin farklı şekillerle şekillenmesidir. Çoğu zaman o şeyhin bu şekillenmelerden haberi dahi olmaz. Bu sebeple şu cemaatlere cevabında der ki; bu söyledikleriniz bana töhmettir, beni itham altında bırakmaktır. Ben evimden hiç çıkmadım. Mekke Haremi’ni görmedim. Rum’u ve Bağdat’ı bilmem, sizleri tanımam.
***
Hacet erbabının (ihtiyaç sahiplerinin) korkulu ve tehlikeli zamanlarda ölü veya diri büyüklerden (velilerden) yardım istemeleri (istimdat etmeleri) de bunun gibidir. Görürler ki, o büyüklerin suretleri hazır olmuş ve o belâyı defetmiştir.
Bu olan işlerden; o büyük zatların bazen haberleri olur bazen de olmaz.
Bu durumda da olan, o büyüklerin letaîfinin şekillenmesidir.
Anlatılan teşekkül (şekillenme), bazen şehadet âleminde olur; bazen de misal âleminde…
Nasıl ki bin kişi, bir gecede, Nebi’yi ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ rüyalarında, muhtelif suretlerde görür ve sallallahu aleyhi ve sellem’den birçok şeyi istifade ederler. Bunların tamamı, sallallahu aleyhi ve sellem’in sıfatlarının ve latîfelerinin teşekkülüdür.
Müridler de aynı şekilde şeyhlerinin misalî sûretlerinden birçok şey istifade ederler ve müşkillerini hallederler.
***
Bazı meşayihten nakledilen kümûn (gizlenme) ve bürûz (ortaya çıkma) dahi tenasuhla bir alâkası yoktur. Zira, tenasuhta ruh, ikinci bir bedenle, hayatın sabit olması (o bedenin canlanması), onda his ve hareket hasıl olması için alâka kurar. Bürûz da ise, ruhun başka bir bedenle alaka kurması, bunlar için değil; o bedenin yüksek derecelere kavuşması ve kemâlatı hasıl olması içindir.
Nitekim cin de, insan fertlerinden biri ile alâka kurar ve onun şahsında açığa çıkar (bürûz eder). Fakat bu alâkası, bu kimseye hayat vermek için değildir. Çünkü bu kimse, cin onunla alâka kurmadan önce de diridir; hissetmekte ve hareket etmektedir. Bu alâkadan onda ortaya çıkan şey, o cinnin vasıflarının, hareketlerinin ve duruşlarının onda zahir olmasıdır (ortaya çıkmasıdır).
Halleri istikamet üzere olan meşayih, kümûn ve bürûz ibarelerini dile getirmemişlerdir. Böyle bir şeyle, nakısları (ham kimseleri) belâya ve fitneye atmamışlardır.
Fakir’in katında dahi, asla kümûn ve bürûza hacet (ihtiyaç) yoktur. Eğer kâmil bir zat, nakıslardan birini terbiye etmek isterse; uygun olan odur ki: Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve güç vermesi ile kendi kâmil sıfatlarını o nakıs müridde in’ikâs ettirir (aksettirir, yansıtır). Bu aksettirmeyi, nakıs müridi noksandan kemâle çıkartmak ve düşük sıfatlardan iyi sıfatlara meyletmesi için sabit ve istikrarlı yapar; arada asla kümûn ve bürûz olmadan…
Bir âyet-i kerime meali:
«Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Allah büyük fazlın sahibidir..» (62/4)
***
Bir başka zümre de, ruhların nakledildiğini (başka bir bedene intikal ettiğini) söylerler ve derler ki: Kemâle ulaştıktan sonra ruh için bir kudret hâsıl olur. O kadar ki, isteyince kendi bedenini bırakır; başka bir bedene girer.
Nakledildiğine göre:
Kendisinde kemâl ve bu kuvvetin bulunduğu büyüklerden biri; yakınında bulunan bir genç vefat edince, yaşlanmış olan kendi bedenini terk edip o gencin bedenine girmiştir; bunun üzerine, ilk bedeni ölü olmuş; ikinci beden olan gencin bedeni ise canlı kalmıştır.
Bu söz, tenasühü gerektirir. Çünkü bu takdire göre; ruhun ikinci bir bedenle taalluku (alakası, bağlantısı), ancak o bedenin hayat bulması içindir. Bu anlatılanla tenasüh arasındaki fark şudur: Tenasühe hükmedenler nefsin noksan olduğuna hükmetmektedirler; tenasühü de, onun kemâle ermesi için ispat ederler. Ruhun nakledildiğine hükmedenler ise, ruhu kâmil olarak itikad ederler. İntikali de ruhun kemâlinden sonra ispat ederler.
Fakir’e göre ruhun intikaline inanmak, tenasühe inanmaktan daha düşüktür (kötüdür). Çünkü tenasühe kail olan (inanan), nefislerin tekmili (kemâle ermesi) için tenasühe itibar etti; isterse bu itibar batıl olsun… Ruhların intikaline inananlar ise, ruh kemâle erdikten sonra intikalden söz etmektedirler; asla orda kemâl olmasa da…
Bedenlerin tebeddülü (değişikliği) kemâlât elde etmek için olduğu sabit olduğuna göre; kemâl elde edildikten sonra bir başka bedene geçmenin sebebi ne olabilir?
Kemâl ehli zatlar, hevâ ve heves erbabı değildir. Bilakis onların himmeti, kemâl bulduktan sonra, bedenden soyulmaktır (beden bağından kurtulmaktır); bedenlere bağlanmak değil… Zira bedene bağlanmaktaki maksat, kemâle ulaşmakla hâsıl olmuştur.
Üstte anlatılandan başka, ruhun intikalinde, birinci bedenin ölümü, ikinci bedenin ise canlanması vardır. Bu durumda, birinci beden için, kabir azabı ve sevabı gibi berzah âlemi hükümlerinin gerçekleşmesi söz konusudur. İkinci beden için ikinci hayat sabit olduğundan, onun hakkında haşir (dirilme) dünyada gerçekleşmiş demektir.
Zannımca, ruhun intikaline inananlar, kabir azabına ve sevabına inanmamaktadırlar. Haşre dahi itikad etmezler.
Ah!. Bin kere ah!. Nasıl olur da, bu gibi battallar (batıl kimseler), şeyhlik postuna otururlar; Ehl-i İslâmın tabi olduğu kimseler olurlar?
Hem dalâlete düşmüş (sapıtmışlar), hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir (saptırmışlardır).
***
«Rabbimiz, bize hidayet verdikten sonra, kalplerimizi kaydırma. Katından bize rahmet hibe eyle…» (3/8)
Resullerin efendisi hürmetine…
Mektubat-ı Rabbani
RÜYA
Soru: Semâyı men etmekte her ne kadar mübalağa ile durulmuş ise de; bu, mevlid dinlememeyi dahi tazammun eder mi? Zira o: Naat olan kasideler ve naat olmayan şiirlerden ibarettir. Pek Aziz Kardeş Mir Muhammed Numan’a mevlid dinlemeyi terk etmek ağır geliyor; keza burada mevcud olan bazı arkadaşlara da. Şunun için ki: Onlar, rüyada, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizi gayet hoşnut bir şekilde mevlid meclisinde otururken görmüşler. Dolayısı ile bu işi terk onlara cidden ağır gelmektedir.
Cevap: Ey Mahdum, eğer rüyalara itibar ve uykularda beliren hallere itimad olsaydı; müridlerin mürşidlere ihtiyaçları kalmaz, herhangi bir tarik seçmek dahi abes olurdu. Bu durumda her mürid, rüyasında gördüğü vakıaya muvafık amel eder, uykusunda bulduğuyla hareket ederdi. İsterse bu vakıa ve rüyalar, mürşidinin yoluna muvafık olsun veya olmasın; isterse de mürşidinin katında hoşnut olunmuş olsun veya olmasın, fark etmezdi. Bu taktirde de, mürşid ve müridlik silsilesi dağılır giderdi. Hevesi olan herkes, kendi haline göre usuller koyar, tek başına hareket edebilirdi.
Halbuki, sadık müridin yanında, bin tane sadık rüyanın (vakıanın), mürşidi varken, yarım arpa kadar bir itibarı olmaz. Mürşidinin huzurunda olma devleti olduğu sürece, rüşdünü bulan/kendini bilen talip yanında rüyalar, manasız düşler meyanında sayılır. Onlardan hiç birine iltifat etmez.
Şeytan kuvvetli bir düşmandır; onun hilesinden müntehiler (yolun sonuna varmış olanlar) dahi emin olamazlar. Daima, onun mekrinden (tuzaklarından) korkar; çekinirler. Müptedilere (yolun başında olanlara) ve mutavassıtlara (yolu ortalayanlara) ne diyebiliriz?
Bu babda netice söz şu ki: Müntehiler muhafaza edilmişler; şeytanın sultasına (tasallutuna) karşı korunmuşlardır. Amma müptediler ve mutavassıtlar böyle değildir. Bunların rüyaları itimada müstahak ve inatçı şeytanın mekrinden dahi mahfuz değildir.
Burada şöyle bir şey sorulabilir: Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin görüldüğü rüyalar doğrudur. Şeytanın dahi hile ve tuzağından mahfuzdur. Bir hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, Onun suretine şeytan giremez. Durum böyle olunca, mevzuumuz olan rüya doğrudur ve şeytanın mekrinden mahfuzdur.
Bunun için şu cevabı veririm: Fütuhat-ı Mekkiye Sahibi (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) bu hususu, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize ait Medine-i Münevvere’de medfun bulunan suretine mahsus kılmıştır. Onun sahibine salât ve selâm… Kaldı ki, bu sureti rüyada teşhis etmek oldukça zordur. Bu durumda, nasıl olur da itimada hak kazanabilir?
Eğer şeytanın görünememesini Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize mahsus surete ait kılmazsak ve hangi surette olursa olsun, onun gibi görünemeyeceğine cevaz versek -ki ulemanın çoğu da bu görüşe gitmiştir ve Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin yüksek şanına böylesi münasiptir- yine de deriz ki, bu suretten hükümleri almak, razı olunanı ve razı olunmayanı anlamak müşkil (zor) işlerdendir. Zira şeytan-ı lain araya girmiş ve gerçek dışı olanı gerçekmiş gibi gösterip rüya sahibini şüphe ve karışıklığa düşürmüş olması mümkündür. Bu da, (şeytanın) kendi ifade ve işaretlerini, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin ibare ve işaretlerine karıştırması suretiyle olur.
Nitekim bu mana üzerine (Garanik Hadisesi isimli) bir rivayet vardır: Bir gün, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” oturuyordu. Ona ve âline salât ve selâm… Kureyş’in ileri gelenleri ve küfür ehlinin başları da yanında idi. Ashab’dan da çokları orada bulunuyordu. Bu sırada, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz Necm suresini okudu. Onların batıl putlarını anlatmaya gelince; Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraatına; şeytan, onların batıl putlarını medheden bazı kelimeler katıştırdı. O şekilde ki: Orada bulunanlar, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kendi kıraati sandılar. Asla bir ayırt etme yolu bulamadılar.
Bunun üzerine, kâfirler sevinip şöyle dediler: “Bizimle anlaştı; putlarımızı övdü.”
Orada bulunan Müslümanlar buna şaşırdılar. Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz dahi, şeytanın kelâmının farkına varmamıştı; sordu: “Vaki olan nedir?” Ashab dahi, durumu kendisine arz etti: “Şu sözler, sizin kelâmınız meyanında zuhur etti.” Bunun üzerine, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz mahzun oldu. Akabinde Cebrail “aleyhi’s-selam” geldi; vahiy ile şu beyanı yaptı: “O kelâm, ilka-i şeytanîdir.” Bu suretle şu âyet-i kerimeleri de getirdi:
«Biz senden evvel hiç bir resul, hiç bir nebi göndermedik ki o, (bir şey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileğine ille (bir fitne) atmaya/katmaya kalkışmasın. Nihayet ALLAH, şeytanın katacağını giderir, iptal eder. Yine ALLAH âyetlerini sabit (ve mahfuz) kılar. ALLAH (her şeyi) hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. (22/52)
(ALLAH’ın buna müsaade buyurması) şeytanın atacağı (fitneyi) kalplerinde bir maraz bulunanlara, yürekleri katı olanlara bir imtihan (vesilesi) yapmak içindir. Hiç şüphe yok ki o zalimler (haktan) uzak bir ayrılık (ve muhalefet) içindedirler. (22/53)
Bir de bu, kendilerine ilim verilenleri onun (Kur’ân’ın) muhakkak Rabbinden (gelen) bir gerçek olduğunu bilip de ona (tam) iman etmeleri ve kalplerinde tam bir itminan hâsıl olması içindir. Şüphesiz ki ALLAH, iman edenleri doğru bir yola iletir. (22/54)
İnkâr edenler ise kendileri o saat ansızın gelinceye yahut kısır bir günün azabı çatıncaya kadar ondan (Kur’ân’dan) yana hep şüphe içinde kalırlar.» (22/55)
Şeytan, batıl kelâmını, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraati esnasında; kendisi hayatta ve ayık halinde ve ashabın huzurunda ilka ettikten/kattıktan sonra; hem de, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin kıraatından ayırd edilemeyecek bir şekilde; bu durumda, o rüyanın şeytan tasarrufundan korunmuş, onun karıştırmasından emin olduğu nereden bilinsin? Hem de, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin vefatından sonra, hem de uykuda, hem de duyguların muattal/atıl kaldığı bir demde… Kaldı ki o uyku zamanı, şüphe ve iltibas mahallidir; diğer insanların görüşü olmadan, tek görüşlü kalmak vardır.
Şöyle bir cevap dahi verebiliriz: Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, bu amelden razıdır. Nitekim medhedilen dahi medhedenlerden de razı olur. Bu mana, kaside okuyanların ve dinleyenlerin zihnine yerleşip hayallerine nakşedilince, o görülen suretin, kendi hayallerine nakşedilen suret olması da caiz olur; o görülen rüya hakikat olmaksızın ve şeytanın şekillendirmesi dahi karışmaksızın.
Bazen de rüya ve vakıaların, görülen manaları alınmaz, yorum ve tabire gidilir. Mesela, rüyasında Zeyd’i görmüş bir kişinin bu rüyası, aralarındaki münasebetten dolayı Amr’ı görecek diye yorumlanabilir. Öyleyse sözünü ettiğiniz rüyanın/vakıanın zahirine göre yorumlanacağı, başka manalara alınmayacağı nereden/nasıl bilinecek? Şeytanın suret değiştirmesi bir kenara; bu görülen vakıaların tabire muhtaç ve başka bir işten kinaye olması niçin mümkün olmasın?
Hülâsa: Îtibar dayanağı rüyalar olmamalı/bir mevzu ile ilgili hükümde rüyalar ölçü alınmamalıdır. Çünkü her şey, hariçte (dış dünyada) mevcuttur ve her şeyi dış dünyada görmek için çalışmak lâzımdır. Zira itimada lâyık olan da budur ve bunda tabire (yoruma) dahi yer yoktur. Hayal âleminde görülen ise rüyadır ve hayaldir.
***
Uzun bir süredir, arkadaşlarımız orada, kendi durumlarına ve görüşlerine göre davranmaktadırlar. Tercih hakkı da ellerindedir. Mir Muhammed Nu’man’a gelince; onun için, inkıyaddan (boyun büküp itaat etmekten) başka kurtuluş yolu yoktur. Bir men edilme kendilerine iletildikten sonra, yapılmaması gereken işten bir göz açıp kapayıncaya kadar imtina edip duraklama olursa, Sübhan Allah’a sığınmak gerek.
Gözetiyoruz: Kime kaçacaklar ve kime sığınacaklar?
***
Fakir’in bu işte mübalâğa ile durması, ancak tarikatına muhalefet (aykırı olması) sebebi iledir. Amma bu muhalefet, ister semâ olsun; isterse raks… İster mevlid okumak olsun; isterse kaside sıralamak…
Her tarikat için, kavuşmak istediğine bir vusul yolu vardır. Bu orta yola mahsus olan matluba kavuşmak ise, bu işleri terk etmeye bağlıdır.
Her kim de ki, bu yolun matlubuna kavuşmaya bir taleb vardır; ona düşer ki: Bu tarikata muhalefetten sakınsın.. Başka tarikatların matlabları onun görüşünde yer tutmasın. Bu manada Hace Bahaeddin Nakşıbend (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) şöyle dedi: “Ne bir işi yapıyoruz; ne de inkâr ediyoruz.” Bunun açık manası şudur: “Biz bu işi yapmıyoruz; çünkü bize has olan tarikata muhaliftir. Amma onu inkâr da etmiyoruz; çünkü başka meşayihlerce o iş yapılmıştır.”
Bu manada bir âyet-i kerime meâli: «Herkesin Ona çevirdiği bir yüz ciheti vardır.» (2/148)
***
Fakirin maksadı bildirmektir; ister kabul ediniz, ister kabul etmeyiniz. Bu işten dolayı, bizden yana ne bir sıkıştırma olur; ne de münakaşa. Eğer mahdumlar ve orada bulunan arkadaşlar, bu vaziyeti devam ettirip dururlarsa, onların sohbetinden bizim için, mahrumiyetten başka bir şey olmaz.
Bundan daha fazla ne yazayım?
Evvel âhir selâm.
Mektubat-ı Rabbani
OLMAZSA OLMAZ
Hamd ALLAH’a mahsustur. Noksan sıfatlardan takdis, teşbih ve tenzih O’na mahsustur. Her türlü tehlikelerde kuluna kefil olmuş ve kulunu korumayı üzerine almıştır. Kuluna bütün ihtiyaçlarından, umduklarından ve hatırına gelenlerin fazla in’am eden O’dur. Kulunu irşâd ve hidâyet eden, onu öldürüp diriltecek olan, hastalığına şifa veren, za’fiyetinde kendisini kuvvetlendiren, taatine ve rızasına kendisini muvaffak kılan da O’dur. Helâk olmaktan onu himayesine alıp koruyan, yemek içmekle hayatını idame ettiren, aza kanaati tevfik eden ve bu sayede şeytanın yollarını da daraltan O’dur. Bu sayede nefis şehvetini kıran ve kişiyi nefsin şerrinden koruyup Rabbine ibadet ettirmekle takva mertebesine ulaştıran da yine O’dur.
Bütün bunlar, kişiyi imtihandır. Daha doğrusu kendini kendine tanıtmaktır. ALLAH’ın emirlerine sarılıp sarılmayacağı, yasaklarından kaçınıp kaçınmayacağı; ALLAH’ın emirlerine mi yoksa nefsinin arzularına mı uyacağını denemek içindir…
Bundan sonra bilmiş ol ki, insan için en büyük tehlike mide şehvetidir. Diğer bütün şehvetlerin hatta dert ve afetlerin kaynağı da mide şehvetidir. Bütün hepsinin sebebi mideyi ihmal ve bu ihmalden meydana gelen tokluk ve tembelliktir. Şayet insan az yemekle nefsini dizginlese ve şeytanın yollarını daraltmış olsa, ALLAH’a itaate bağlanırdı da boş gösteriş ve azgınlık yollarına sapmazdı. Dünyaya meyledip onu ahiret üzerine tercih etmezdi.
İhyâ-i Ulûmi’d-dîn
Yemek ve içmek ilmi (adabı), ibadet ilminden önce gelir. Çünkü ibadet, bu ikisi sahih olmayınca makbul olmaz. Nitekim abdest sahih olmayınca namaz da sahih olmayacağı gibi.
Helalinden ve temiz gıdayı bulmak en zor işlerdendir. Zira onu, en küçük bir yanlış hareket boşa çıkarır; helal ve temiz olmayan en küçük bir nesnenin karışması iptal eder.
Temiz olan helal yiyecek ve içeceği gaflet uykusundan uyanmış, bilgili ve anlayışlı bir kimse arar ve bulabilir. Ancak böyle bir kimse aklı, ilmi ve bütün gayreti ile bu işe ehemmiyet verir.
Yemek işlerinde farz olan, helal, temiz ve yeterli miktarda olmasıdır. Belirtilen usulde yemek, en büyük farzlar arasındadır. Zira tüm hayırların esası ve kıvamı, bununladır.
Hazreti Aişe ‘radiyallahu anha’ validemiz şöyle anlattı: Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ efendimiz midesini hiç doyurmaz, doldurmazdı. Çok kere onda gördüğüm açlık sebebi ile ağlardım; elimi midesinin üstünde gezdirir, şöyle derdim: “Nefsim sana feda olsun. Dünyalıktan yana, seni doyuracak, açlığını giderecek kadar alsan ne olur?”
Şöyle cevap verirlerdi: “Ya Âişe, peygamberlerden ulü’l-azm kardeşlerim, bundan daha zoruna sabrettiler. Halleri ile göçüp gittiler; Rablerine kavuştular. Kendilerine pek güzel mükâfatlar ikram olundu. Maişetimi refah (rahatlık) içinde temin ederek onlardan geri kalmak istemem. Ahirette nasibimin eksilmesinden ise bu kısa günlerde sabretmem benim için daha hayırlıdır. Bana dostlarla birlikte ve boş mide ile ALLAH’a kavuşmaktan daha sevimlisi yoktur.”
Hazreti Lokman ‘aleyhi’s-selâm’ın nasihatlerinden biri de budur: “Yavrum, mide dolduğu zaman düşünce uyur, hikmet susar; â’zâlar ibadetten geri kalır.”
Çünkü çok yemek, ruhu bitap düşürdüğü; kalbi katılaştırıp kararttığı için kişiyi taat ve ibadetten geri bırakır.
Çok yemek çok su içirir; çok su içmek çok uyku getirir. Çok uyumaksa, ömrün beyhude geçmesine yol açar. İnsanın en kıymetli sermayesini zayi eder.
İnsan bedenindeki mide, kalbin alt tarafında kaynayan kazan gibidir ki buharı kalbe yükselir. Mide buharının çokluğundan kalpte siyahlık, bozulmalar ve kederler hâsıl olur. “Çok yiyip içmekle kalplerinizi öldürmeyin” hadis-i şerifindeki mana zuhur etmiş, kalbin katı, hissetmez olması ve nurunun sönmesine sebep olmuş olur.
Muhakkak ki çok yeme, âzâların kargaşa ve heyecanına; atıkların ve hastalıkların çokluğuna, gözün faydasız şeylere kaymasına, dilin faydasız şeyler konuşmasına; utanç ve ayıpların çoğalmasına; kalbin yenip içilecek şeylerle fazlaca meşgul olmasına; anlayış ve ilmin kıtlığına; ibadetin azlığına ve ibadetin tadının zail olmasına; can çekişme ile ölümün zorluğuna ve ahiret nimetlerinin de azlığına sebep olur.
Hadis-i Kudsi’de: “Ey Âdemoğlu! Karnın tok iken ilim ve amele nasıl heves duyacaksın? Çok uyku varken kalbin cilalanmasını nasıl isteyeceksin? Çok konuştuğun halde hikmeti nasıl elde edeceksin? İnsanlarla bu kadar içli dışlı olmuşken Benimle yakınlığı (üns) nasıl bulacaksın? İçinde dünya sevgisi varken Benim sevgimi nasıl isteyeceksin? O halde ilim ve ameli açlıkta ara… Kalbin cilasını seher vaktinde ara. Hikmeti susmakta ara; Bana kavuşmayı insanlardan ayrı kalmakta ara. Sevgimi ve rızamı ise dünyayı (kalben) terk etmekte ara.” buyurulmuştur.
Açlıkta olan neşe ve sürurdan, yeryüzü sultanları mahrumdur. Çünkü açlık, hususi bedenlere verilen bir ziyafettir.
Marifetullahı isteyen çok yemekten ve sürekli tok durmaktan kaçınmalı; az yemeye alışarak manevi nimetler ile neşelenmeli, gönlü şen olmalıdır.
Bu sebeple “Açlık, ism-i a’zamdır; yani ism-i a’zamı bilen gibi her muradına nail olur” demişlerdir.
Bir mısra:
Bend iden dehânı, seyr ider cihânı:
Çenesini kapatan, âlemi seyreder.
Şir’at’ül İslâm ve Marifetname
Seyr-u sulukta üç şey son derece önemli ve gereklidir. Onlar olmadan sûluk mümkün olmaz: Birincisi erenlerin (maddi-manevi) sohbeti; ikincisi bu yola (veli ile keramet; mürşit ile tarikata) karşı olanlardan, ehl-i bid’attan ve ehl-i dünyadan (zaruri durumlar haricinde) uzak durmak; üçüncüsü ise az yemektir.
Bir gün çok, bir gün az yemenin hiçbir menfaati olmadığı gibi böyle yapanlar vakitlerini zayi etmiş olurlar. Taâmı az yemeli ve bu sıfat üzere devam ve sebat etmelidir. Sebat etmekle nice güçlükler kolaylaşır. Sebatsızlıktan hiçbir fayda husûle gelmez.
Zübdetül Hakaik
Avam sınıfında olanlar, az yemeyi riyazetten saymadıkları gibi, buna devam edilmesini mücahede olarak dahi görmezler. Onlara göre büyük iş çokça aç kalmaktır. Öyle ki: Yemek yemeyi kötü ve yemek yememeye alışmayı riyazet sayarlar.
Bu Tarikat’ın büyükleri ise, halleri gizleyip avam katında riyazet sayılan şeyleri terk ederler. Bilhassa halkın kabulüne sebep olan şeylerden sakınırlar. Zira halkın kabulüne mazhar olan işler, büyük afetler arasında sayılır. Bu manada Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ efendimiz şöyle buyurdu: «Allah’ın koruduğu hariç; bir kimseyi din ve dünya işlerinde insanların parmakla göstermesi, kendisine günah olarak yeter.»
Fakir’e göre: Çokça aç kalmak, yemek işlerinde itidal üzere olmaktan daha kolaydır. Orta halli olma riyazeti ise çok aç kalmaktan daha faziletli ve daha iyi olmaya müstahaktır.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın, muhterem babam şöyle dedi: “Sülûk ilmi üzerine yazılan bir risale buldum; onda şöyle yazılmış olduğunu gördüm: Yemek işlerinde itidal haddine riayet etmek, onda orta halli olmaya dikkat etmek matluba vâsıl olma işinde yeterlidir. Bu hususa riayet ettikten sonra, zikre ve fikre hacet kalmaz.”
Gerçek olan da şu ki: Yemek ve giymek işlerinde, hatta bütün işlerde orta hal üzere bulunmak iyidir; cidden güzeldir, en güzeldir.
Bir mısra:
Yediğin, sana ağırlık verecek kadar olmasın;
Aç kaldığında da, vücuduna zaaf gelmesin!
Mektubat-ı Rabbani
YÜZ ŞEHİD SEVABI
Bu zamanda, insanların pek çoğu, namazın edasında gevşek davranmaktadırlar. Namazda itminana ve tadil-i erkâna dahi, kayıtsız kalmaktadırlar. Dolayası ile istedim ki, bu babda, zaruri olarak, tekid ve mübalağa ile üstünde dura dura bazı hususları yazayım.
Bu yazılanları, dikkatle dinleyip anlamak gerek.
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hırsızların en kötüsü, o kimsedir ki; kıldığı namazından çalar.”
Şöyle sordular:
-Ya Resulallah, o kimse, kıldığı namazından nasıl çalabilir?
Buna cevap olarak, Resulullah ‘Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu:
“Rükûunu ve secdelerini tamam etmemek sureti ile.”
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde ise şöyle buyurdu:
“Rükû ile secdeleri arasında belini düzeltmeyen kimsenin namazına Allah nazar etmez.”
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, secdeleri ve rükûunu tam yapmayan bir kimseyi gördü ve şöyle buyurdu:
“Sen hiç korkmaz mısın? Eğer bu halinde ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzerine ölürsün.”
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu: “Sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz; taa rükûdan tamamen kalkıp belini de doğrulttuktan sonra her uzuv yerine gelinceye kadar.”
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimi şöyle buyurdu:
“Bir kimse, iki secde arasında oturmadıkça, belini doğrultup onu sabit tutmadıkça namazı tamam olmaz.”
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, bir gün namaz kılan birinin yanından geçti; gördü ki, rükûunu ve secdesini, oturmasını, kalkmasını, hulasa namaz erkanını tamam etmiyor. Şöyle buyurdu:
“Eğer bu halinde ölecek olsan, kıyamet günü benim ümmetimden olduğun söylenemez.”
Bir başka yerde ise, şöyle buyurduğu anlatılmıştır:
“Bu durumda ölecek olsan, Muhammed Dini’nden başka bir din üzere ölmüş olursun.”
Ebu Hüreyre ‘radiyallahu anh’ şöyle anlattı:
-Bir şahıs altmış sene namaz kılar; amma, onun bu namazlarından bir tanesi dahi kabul edilmez. Bu o kimsedir ki, rükûunu ve secdelerini tamamlamaz.
Şöyle anlatıldı:
-Zeyd b.Vehb birinin namaz kıldığını gördü; amma rükûunu ve secdelerini tam yapmıyordu. Onu çağırdı ve sordu:
-Kaç senedir böyle namaz kılarsın?
O kimse, şu cevabı verdi:
-Kırk senedir.
Bunun üzerine, Zeyd b.Vehb şöyle dedi:
-Bu kırk sene içinde hiç namaz kılmamış oluyorsun. Bu halinde ölsen, Muhammed ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetinden başka bir yolda ölürsün.
Şöyle anlatıldı:
-Mü’min bir kul namazını kıldığı zaman, rükûunu ve secdelerini de güzel eda ederse, onun namazında bir güzellik ve nur olur. Melekler onu, semaya çıkarırlar. O namaz dahi, namaz kılan için dua edip şöyle der:
-Sen beni koruduğun gibi, Allah-u Teâlâ dahi seni korusun.
Şayet o kimse, namazı güzel kılmaz ise, o namaz zulmetli olur. Melekler dahi onu istemezler, semaya da çıkarmazlar. O namaz dahi, kılana şerli beddua edip şöyle der:
-Sen beni nasıl zayi ettinse, Allah da seni zayi etsin.
Namazın edası dam olarak yapılmalıdır. Tadil-i erkâna tam riayet edilmelidir. Oturmalara ve kalkmalara dahi riayet gerekir.
Namazı tamam kılmaları ve tumaninete (oturuş ve kalkışlarda azaların sükûnet bulmasına) tadil-i erkâna (her şeyin sünnet olduğu üzere yapılmasına) riayet etmeleri için başkalarına dahi delâlet edip anlatmalıdır. Zira insanların pek çoğu, bu devletten mahrumdur. Bu amel, bütünüyle terk edilmiş durumdadır. Bunu ihya etmek, İslâm’da önemli vazifelerin en önemlisidir.
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu: “Öldürüldükten sonra bir kimse sünnetimi canlandırırsa, onun için yüz şehid sevabı vardır.”
Mektubat-ı Rabbani