Allah-ü Taâlâ, Kitab-ı Mecid’ini iki kısma ayırdı: Muhkem olanlar (manaları belli olanlar) ve Müteşabih olanlar (değişik mana taşıyanlar/anlamı kapalı olanlar). Birinci kısım, şeriat ilimlerinin ve hükümlerinin menşei/kaynağıdır. İkinci kısım, hakikat ve sırlar ilminin mahzeni/hazinesidir. Kur’an-ı Kerim’de veya Hadis-i Şeriflerde, yed, vech, esabi, enamil olarak anlatılanların tümü müteşabihat kısmındandır. Surelerin başında gelen hurûf-u mukattaa (birbirinden kesik harfler) dahi aynı şekilde, müteşabihattan sayılır. Bunlara, hiç kimse muttali olamaz, ancak, ulema-i rasihun/ilimde derinlik kazanmış âlimler müstesna.
Sakın ola ki, Yed (El) ile tabir edilenin kudretten ibaret olduğunu ve Vech (Yüz) ile tabir edilenin dahi, zattan ibaret olduğunu sanmayasın. Elbette, bunların tevili, pek çetin sırlardandır ki, havas zatların dahi en hasına/en seçkin kullara inkişaf etmiştir/açılmıştır.
Hurûf-u mukattaa ile ilgili ne yazabilirim ki?. Onlardan her bir harf, bir denizdir ki, aşıkla maşuk arasında gizli sırların dalgalarındandır. Muhibb/seven ile mahbub/sevilen arasında ince işaretlerle dolu esrarlı birer rumuzdur.
Muhkem ayetlere gelince, bunlar, her ne kadar Ümmehat-ı Kitab/Kitab’ın Temelleri/ Kitab’ın Aslı iseler de; lâkin bunların netice ve meyveleri demek olan müteşabih ayetler Kitab’ın asıl maksadını oluşturur. Esası oluşturan muhkem ayetler/ummehat ise, neticelerin husulü/sonucu elde etmek için vesileler sayılır.
Kitabın kalbi ve özü, müteşabihattır; o özün, çekirdeğin kabuğu ise Kitab’ın (Kur’an’ın) muhkematıdır.
Müteşabihler, aslı, remiz ve işaretle beyan eder; bu şanı yüce mertebeye ait muamelelerin hakikatından haber verir. Amma, muhkemler böyle değildir.
Müteşabihat, hakikatlerdir. O müteşabihata nisbetle bu muhkemat; o hakikatlerin suretleridir.
Rasih olan âlim odur ki: Öz ile kabuğun arasını bulur; hakikat ile suretin arasını cem eder.
Kabuk uleması, ‘kabuk’la sevinip muhkemlerle yetinir. Rasihun olan ulemaya gelince, muhkemleri tahsil edip müteşabihlerin tevilinden yana da bol hazza nail olmaktadırlar. Böylece, hakikat ile sureti bir araya getirirler. Yani, mütaşabih ile muhkemi cem ederler.
Amma bir kimse ki: Muhkematın ilmini tahsil edip onun muktezasına göre amel etmeden, müteşabihatın tevilini taleb eder; sureti dahi terk edip hakikat fikri yoluna girerse, o kimse cahildir; cehlinden de haberi yoktur. Dalâlette kalmıştır; amma kendi dalâletinden haberdar değildir. Bilip anlamaz ki: Bu hayat, suretten ve hakikatten mürekkeptir; bu hayat, devam ettiği süre de, asla hakikat suretten ayrılmaz.
Allah-ü Taâlâ, şöyle buyurdu: «Rabbına ibadet et; taa, yakin gelinceye kadar.» (15/99) Yani: Ölüm gelinceye kadar. Nitekim müfessirler de şöyle dediler: Allah-ü Taâlâ, ibadetin son bitimini; ölümün gelme zamanı eyledi. Ki ölüm: Bu hayatın sonudur. Zira, bir kimse ölünce; kıyameti kopmuş olur. Suretin hakikatten ayrılması ise âhirette olacaktır. Ki orası, hakikatlerin zuhur mahallidir.
İki hayattan her birinin, kendine göre bir hükmü vardır; birinin hükmü diğerine geçmez/karışmaz. Birinin hükmünü/ölçüsünü diğerine ancak, maksadı şeriatın iptali olan cahil veya zındık karıştırır.
Müptedi/yolun başındaki için sabit olan herhangi bir şer’î hüküm müntehi/yolun sonundaki için de sabittir.
Avam müminler ile arif zatların ehassul havassı/en seçkin olanları dahi bu manada müsavidir/eşittir; onda aynı kıdeme sahiptirler. Bir şahısla, diğer şahıs arasında fark yoktur.
Dar/kısa görüşlü mutasavvıflar ile hüsrana uğramış inkârcılar, boyunlarını şeriat ipinden kurtarma gayesindedirler; bunu da, şer’i hükümlerin avama mahsus olduğunu, havassın/seçkin kulların ise sadece marifetle mükellef olduğunu hayal ederek/zannederek yaparlar. Yine onlar, cehaletlerinden ötürü sanırlar ki: Emirler ve sultanlar, adalet ve insaf dışında bir şeyle mükellef değillerdir.
Şunu da derler ki, Şer’i emirlerden maksat, marifet hasıl olmasıdır; marifet hasıl olduktan sonra, şer’î teklifler düşer. Kendi davalarının isbatı için de, şu âyet-i kerimeyi şahit tutarlar: «Rabbîna ibadet et; taa, yakîn gelinceye kadar.» (15/99) Yani: Allah-u Teâlâ’ya olan yakîn… Nitekim Sehl-i Türseteri dedi ki: “İbadetin intihası/son bulması, Sübhan Hakka marifetin hasıl olması iledir.” Açık olan mana şu ki: Yakîn manasını Allah’a yakîn olarak alanların muradı, Yüce Hakka marifet hâsıl olması ile ibadetteki külfetin/zorlanmanın kalkması/son bulmasıdır; ibadetin kendi nihayet bulması değildir. Zira öyle bir şey, ilhada/dinsizliğe ve zındıklığa gider.
Yine onlar sanırlar ki, ariflerin/irfan sahiplerinin ibadetleri gösteriş/göstererek öğretmek içindir. Bunlar, taat ve ibadetten yana yapacaklarını tabileri ve müptediler kendilerine uysun için yaparlar; kendilerinin o ibadetlere ihtiyaçları olduğu için değil. Bu işin teyidi için de meşayihten sözler naklederler: “Eğer şeyh mürai ve münafık olmasa, mürid ondan faydalanamaz…”
Allah-u Sübhanehu onları rezil rüsva eylesin! Ne kadar da cahiller!. İrfan sahiplerinin ibadete o kadar ihtiyaçları var ki; müridlerin onun onda biri kadar ihtiyacı yoktur. Çünkü: Onların yükselişleri ibadete bağlıdır; terakkileri, şer’i hükümleri yerine getirmeye dayalıdır.
İbadetlerin neticesi olarak ilerde hâsıl olacaklar/ilimler, arifler için bugünden hâsıl olmuştur. Durum böyle olunca, ibadet etmeye onlar daha çok hak sahibidirler ve şer’i hükümleri yerine getirmeye başkalarından daha çok muhtaçtırlar.
***
Bilinmesi lâzım gelir ki; şeriat, suretin ve hakikatin mecmuundan/toplamından ibarettir. Sûret, şeriatın zahiridir; hakikat ise, şeriatın batınıdır.
Kabuk ve öz, her ikisi de, şeriatın cüzleridir/parçalarıdır. Muhkem ve müteşabih de kabuğun ve özün fertlerindendir.
Zahir âlimleri, şeriatın kabuğu ile yetindiler. Ulema-i rasihun/ilimde yüksek payeye erişen derin âlimler ise, öz ile kabuğu cem edip suret ve hakikatin bir araya gelmişinden büyük hazza/paya nail oldular.
Öyle ise şeriatın, suret ve hakikatten mürekkeb ve hasıl olan bir şahıs gibi tasavvur edilmesi gerekir:..
Bir takım kimseler/bir cemaat, bu şahsın suretine/dış görünüşüne bağlanmışlar ve ona düşkün olmuşlar; hakikatini dahi inkâr etmişlerdir. Kendilerinin uyacağı, peşinden gidebilecekleri Hidaye (isimli fıkıh kitabı) ve Pezdevi (isimli usul kitabı) dışında bir şeyh de tanımamışlar/ kendilerine tanıtılmadı ki ona iktida etsinler/uysunlar. Bu kimseler, ulema-ı kışrdır/öze inemeyen kabuk âlimleridir.
Bunların dışında bir cemaat ise, şeriatın hakikatına meftun oldular fakat onu şeriatın hakikati olarak itikad etmediler. Sandılar ki: Şeriat, yalnız suret ve kabukla sınırlıdır. Lübbü/özü ve hakikati, şeriatın ötesinde/şeriattan başka bir şey tasavvur ettiler.
Bununla beraber, şeriat hükümlerini yerine getirmekten kaçmadılar. Kıl kadar ona muhalif/aykırı davranmadılar. Şeriatın suretini zayi/terk etmediler.
Şeriat hükümlerinden bir hükmü terk edeni dahi, battal ve dalâlette saydılar. İşbu kullar, Yüce Sultan Allah’ın velî kullarıdır. Allah-ü Teâlâ’dan başkasından Sübhan Allah’ın mahabbeti ile kesilmişler/kopmuşlardır.
Bu anlatılanlardan başka bir cemaat daha var ki: Şeriatı, suret ve hakikatten mürekkeb/meydana gelmiş olduğuna itikad etmişlerdir. Yakin getirmişler/kesin inanmışlardır ki o: Kışrın ve lübbün/kabuk ve özün mecmuudur/toplamıdır. Hakikati tahsil etmeden şeriatın suretinin ele geçmesi/hasıl olması, bunlar katında itibar makamından düşüktür/bir değeri yoktur. Sûret olmaksızın hakikatin husulü, noksan olup tam değildir. Hakikat olmaksızın suretin gerçekleşmesini dahi, necati mucib olan/kurtuluşa sebep olan İslâm’dan saymazlar. Tıpkı, zahir âlimler ve avam müminlerin durumu gibi.
Suret hasıl olmaksızın/suretin sübutu olmadan, hakikatin husulünü/ele geçmesini muhalât/imkânsız olan şeyler cümlesinden tasavvur ederler. Böyle bir şeye kail olanı dahi zındık ve dalâlette diye isimlendirirler.
Hulâsa: Bu büyüklerin katında, surî/suret ile ilgili ve manevî/maneviyatla ilgili kemalât, kemalât-ı şer’iyeye inhisar etmiştir/şer’î kemalât ile/şer’î ölçülerle sınırlıdır.
Yakine dayalı ilimler ve marifetler ise, ehl-i sünnet vel-cemaatın reyleri/görüşleri ile sabit olan kelâm akaidi ile sınırlıdır.
Bunlar katında, bin şühud ve müşahede, Yüce Hakkın tenzihi hakkında kelâm ilminde sabit olan bir meseleye müsavi/denk olmaz. Şeriat hükümlerinden bir hükme muhalif olan hal, vecd, mevacid, tecelli ve zuhurları yarım arpaya dahi almazlar. Hatta bu gibi şeylerin zuhurunu/ortaya çıkmasını istidraç zannını taşıyan cinsten sayarlar.
Bir âyet-i kerime meali: «Onlar, Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir; onların hidayetine uy.» (6/90)
Bunlar ulema-i rasihundur. Muamelenin/işin hakikatına ittıla/vakıf olma bunlara in’am/ihsan edilmiştir. Bunları, şeriatın hakikatına ulaştıran; şer’î edeplere riayetleridir. Amma ikinci anlatılan fırka böyle değildir. Zira onlar, her ne kadar hakikata müteveccih, ona meftun olmuşlarsa da; o hakikati şeriatın ötesinde sanıp şeriatı dahi onun kışrı/kabuğu tasavvur ettiklerinden zarurî olarak, o hakikatin zıllerinden/gölgelerinden bir zılle tenezzül etmişlerdir/inmişlerdir. Bu muamelenin hakikatına vusul yolu bulamamışlardır. Bunun için velâyetleri zilli/gölge düzeyinde, kurbiyetleri de sıfatıdır/yakınlıkları da sıfatlara doğrudur. Amma Rasihun ulema bunlara benzemez. Zira bunların velâyetleri aslidir. Bunlar, asıllara ulaşma yolunu bulmuşlardır. Tamamı ile zılâl perdelerini de aşmışlardır. Hiç şüphe edilmeye ki; bunların velâyeti, enbiyanın velâyeti gibidir. Amma öbür velilerin velâyetleri, enbiya velâyetinin zillidir.
Mektubat-ı Rabbani
“DİN NASİHATTİR”
Bu dünya bir imtihan ve sıkıntı yeridir. Zâhiri, envâi çeşit süslerle tezyin edilmiş ve süslenmiştir. Sureti, renk renk benekler ve çizgilerle renklendirilmiş, saç örgüleri ve sahte yanaklarla zoraki güzelleştirilmiş çirkin bir kadının yüzüne benzer.
İlk bakışta tatlı gelir; göze, tazelik ve canlılık hayali verir. Güzel, taze, körpe ve parıltılı bir şekilde olduğu sanılır. Gerçekte ise üzerine koku serpilmiş bir cifeye, kurtların ve sineklerin üşüştüğü bir çöplüğe benzer. Su gibi görünür; o bir seraptır. Şeker suretinde, zehirdir. Onun içi harap ve bereketsizdir. Bu çirkinliği ve alçaklığı ile kendine râm olanlara karşı muamelesi söylenenlerin ve anlatılanların tümünden daha şerlidir. Ona âşık olanlar sefih ve büyülenmiş addedilir. Ona vurgun olanlar çıldırmış ve aldatılmıştır. Her kim ki onun zahirine aldanırsa, ebedi kayıp zehri ile zehirlenmiş olur. Her kim de onun tatlılık ve tazeliğine dalarsa, onun nasibi ebedi pişmanlıktır.
Kâinatın Efendisi, Âlemlerin Rabbi’nin Habibi “Ona ve âline salât ve selâm…” şöyle buyurmuştur; “Dünya ve ahiret iki kuma gibidir. Birini razı etsen, diğeri darılır.“
O halde her kim dünyayı razı etmeye çalışırsa âhireti kendisine darıltmış olur. Şüphesiz âhiretten yana da hiç bir nasibi olmaz. Allah Sübhânehû, bizi ve sizi dünyaya ve dünya ehline muhabbetten korusun.
***
“Dünya” nedir bilir misin? Kadınlar, çocuklar, mallar, şan, şöhret, liderlik, eğlence ve oyun gibi seni Hak Sübhânehû’dan perdeleyip (O’na taat ve kulluktan) geri bırakan her şey “dünya”dır. Boş şeylerle meşgul olmak da ‘dünya’nın tanımına dahildir.
Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: «Yüce Hakkın kulundan irazına/yüz çevirmesine alâmet odur ki; kendisine lâzım olmayan şeylerle meşgul olur.»
Bu manada bir şiir:
Varsa bir kimsenin kalbinde hardal kadar; Hak arzusundan gayrı; bil ki hastalığı var.
***
Allah Sübhânehû, tam manası ile yeterli manada envai çeşit nimetlerini kereminin kemali icabı olarak mubah eylemiş ve bu nimetlerden faydalanma dairesini de hayli geniş kılmıştır.
Bütün bu nimetler bir tarafa…
Hangi nimet ve saadet, kulun fiilleri mukabilinde Mevlâsının rızası gibi olabilir?! Hangi eza, yaptıkları sebebi ile Efendisinin dargınlığını/gazabını almış bir kulun ezasına denk olabilir?!
Allah-u Teâlâ’nın cennetteki rızası, cennetten daha hayırlıdır. Allah-u Teâlâ’nın cehennemdeki gazabı, cehennemden daha şiddetlidir.
Babanın çocuğunu dilediğini yapması konusunda başıboş bırakmaması, istediğini yapmaya terk etmemesi gibi, insan da Mevlâ’nın mahkûm bir kuludur -ki başıboş bırakılması ve istediğini yapma hususunda serbest olması caiz değildir-.
Tefekkür lâzımdır. Kalbe dayalı işleri yapmak gerekir. Aksi halde, yarın, ziyandan ve nedametten başka bir şey hâsıl olmaz.
Amel işleme vakti gençliktir. Akıllı olan bu vakti kaçırmaz; fırsatı ganimet bilir. Zira iş müphemdir. İnsan, yaşlılık zamanına kalmayabilir. Kaldığını farz edelim; derlenip toparlanmak müyesser olmayabilir. Böyle bir derlenip toplanmanın olduğunu farz edelim; bir amel işlemeye güç yetmeyebilir. Zira o zaman, zaafın ve aczin bastırdığı zamandır.
Halbuki şu anda, derlenip toparlanma durumu mevcuttur; elde edilmesi de kolaydır. İş bu mevsim, fırsat mevsimidir. Kuvvet ve gücün yettiği zamandır.
O halde bu günün işini yarına bırakmanın ve “sonra yaparım” düşüncesine kapılmanın ne mazereti olabilir? Hangi özür bu ihmali meşru kılabilir?
Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: «Erteleyenler helak oldu.»
Evet..
Bugün, âhirete dair işlerle olan meşguliyet; bu düşük dünyanın bayağı ve adî işlerini erteleme ve yarına bırakmaya sebep oluyorsa, cidden pek güzel olur; ancak bunun aksi bir durum, yani dünya meşgaleleri uğruna ahiret işlerini erteleme ve ihmal etme ise gerçekten pek çirkin bir şey olur.
Şu zaman ki, gençlik zamanıdır; nefis ve şeytan gibi din düşmanlarının istilâ zamanıdır. Bu zamanlarda yapılan az amele biçilen itibar/değer; bu vakitlerden başka zamanlarda yapılan amellere biçilenden kat kat fazladır. Bu durum şu askeri kabule benzer; cesur ve kahraman askerlerin bilhassa düşman istilâsı zamanında itibarları çok daha fazladır. Onların bu esnadaki basit bir gayreti ve ufak bir sebatı bile pek değerli ve itibarlı görülür. O kadar ki, böyle bir itibar; düşman şerrinden emin olunduğu zaman, hiç olmaz.
***
Tüm mevcudatın hülâsası olan insanın yaratılmasından gaye oyun ve eğlence değildir. Yemek, içmek ve uyumak da değildir. Bilakis yaratılıştaki gaye, kulluk vazifelerini yerine getirmek; Yüce Sultan Mukaddes Gaffar Allah’ın canibine doğru zillet, acziyet, iftikâr (muhtaç olduğunu hissetme) ile birlikte dâimi bir iltica ve boyun eğme durumuna ulaşmasıdır.
Şeriat-ı Muhammediye’nin anlattığı ibadetlere gelince, bunların edasından gaye: Kulların faydası ve onların yararıdır. Bunlardan hiç biri, şanı aziz Mukaddes Cenab-ı Hak yararına değildir; çünkü onun böyle bir şeye ihtiyacı yoktur.
Durum anlatıldığı gibi olunca; onların edası gayet memnuniyetle olmalı; emirlerin yerine getirilmesi ve yasaklardan kaçınmak için koşmalı, çabalamalıdır.
Sübhan olan Yüce Allah, zatının mutlak zenginliği ile kullarına emir ve yasaklar koymak yoluyla ikramlar eylemiştir. Bu durumda bize düşen: Tam manası ile bu nimetlere şükür etmektir; kemal-i memnuniyetle o emir ve yasakların yerine getirilmesine çaba harcamaktır.
***
Bilmiş ol ki, zahiri saltanat ve surette bir makam sahibi olan dünya adamlarından biri; hizmet nev’inden bir işi kendi yakınlarından birine yaptırdığı zaman; bunun menfaati, sonunda o hizmeti emredene döner. Böyle bir hizmete muhtaç olan kimse, nasıl izzet sahibi olur? Sonra, o hizmeti alan kimse der ki: “Yüksek değerde bir şahıs bu vazifeyi bana verdi. Bana düşen memnuniyetle bu vazifeyi yerine getirmektir.”
Nasıl bir belâ inmiş ve ne tür bir musibet gelmiştir?! Yüce Hakkın azameti, o şahsın azametinden daha mı azdır ki, Onun emrine uyulmaz, o Şanı Yüce Hakkın ahkâmına yapışmak için çaba harcanmaz. Böyle bir şeyden hayâ edilmeli ve tavşan uykusundan uyanmalıdır.
Yüce Hakkın emirlerine uymamak, iki şekilde tefsir edilebilir: Ya şer’i haberler yalana yorulabilir; ya da Yüce Hakkın azameti, dünya adamlarının azametinden daha düşük görülür. Anlatılan her iki işin, şenaati/çirkinliği iyi düşünülmelidir.
***
Yalan söylediği defalarca tecrübe edilmiş bir kimse, “Tam bir istilâ için geceleyin düşmanın bir kavme hücum edeceğini” haber verse, bunu söyleyenin yalancı olduğunu bildikleri halde, o kavmin aklı başında olanları derhal korunma tedbirlerini alır, o belânın defini düşünmeye başlarlar.
Halbuki, Muhbir-i Sâdık (doğru haberci) Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, bütünüyle âhiret azabını haber vermiştir. Durum bu iken, bu doğru haberden hiç müteessir olmamaktadırlar. Eğer müteessir olmuş olsalardı; ondan korunma çarelerini düşünürlerdi; ondan kurtulma yollarını ararlardı. Kaldı ki, Muhbir-i Sâdık Resulûllah “Sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz, ondan kurtulma çarelerini dahi haber verip anlatmıştır. Ona salât ve selâm…
O ne uygunsuz bir imandır ki; sahibi yanında doğru haberciye, yalan haberi verene olduğu kadar itibar yoktur.
Surette/görünüşte İslâm olmak, hiç bir necat sağlamaz. Necatın sağlanması için, yakîn tahsili lâzımdır. Anlatılan halin yakîn neresinde?. Yakin değil; zan ve vehim dahi yoktur. Aklı başında olanlar, vehmi tehlike/tehlike ihtimali bulunan şeylerde dahi dikkati elden bırakmazlar; tedbir alırlar.
Allah-ü Teâlâ, Kitab-ı Mecid’inde buyurdu: «Allah, yaptığınız şeyi Hakkı ile görendir.» (49 18)
Bu ilâhî emri duydukları halde, görülen kötü amelleri işlerler. Şayet onlar; yaptıkları en küçük bir işe, bir şahsın muttali olduğunu/gördüğünü hissetseler, hiç bir şekilde, kötü bir ameli işlemezler.
Hali anlatıldığı gibi olanların durumu, şu iki şeyden hali değildir: Ya Yüce Sübhan Hakkın verdiği haberi yalan sayarlar; ya da Yüce Hakkın, kendi amellerine muttali olduğuna itibar etmezler. Anlatılan iki manadaki iş, imandan mı sayılır; yoksa küfürden mi?!
Hali anlatıldığı gibi olan çocuğa lâzımdır ki: Yeniden imana gelip tecdid-i iman ede…
Sübhan Allah’ın rızası olmayan işlerden nasuh tevbesi ile dönmelidir. İlâhî emirlere yapışmalı, yasak olan haram işlerden kaçınmalıdır.
Beş vakit namaz cemaatle kılınmalıdır.
Mümkün olursa, gece namazına kalkmalıdır. Böyle bir ibadeti yapmak ne büyük saadettir.
Malların zekâtını vermek, İslâm rükünlerindendir; mutlaka zekâtın verilmesi gerekir.
Zekât verme yollarının en kolayı şudur: Her sene zekât niyeti ile maldan fakirlerin hakkını ayırmalı; yanında saklamalı; sene sonuna kadar zekât yerlerine sarf etmeli.
Anlatılan şekilde, zekât mallarını sarf ederken, her defasında niyeti yenilemek lâzım gelmez. İlk defa mal içinden zekâtı ayırırken ettiği niyet yeter.
Şu malumdur ki: İnsan sene boyunca, fakirlere ve müstahak olanlara ne miktar mal sarf ettiğini bilmez. Bu sarf ettiği şeyler, zekât niyeti ile olmayınca, zekâttan sayılmaz. Ama üstte belirtilen şekilde yaparsa, zekât borcu düşmüş; hiç bir sıkıntıya girmeden de yerlerine harcanmış olur.
Şayet sene sonuna kadar vereceği zekât miktarını sarf edemez de, ondan bir miktar kalırsa, bunu da, mallardan ayrı olarak saklamalıdır.
Anlatılan biçimde, fakirlerin malları ayrılmış bir yere konmuş olursa, bugün yerine verilmese dahi, yarın verilmesi için başarı hâsıl olur.
***
Nefis kendi özünde cimridir. İlahi hükümleri yerine getirmekten kaçar. Bunun için, kelam rıfk ve yumuşaklıkla devam etti. Yoksa mallar ve mülkler hep Yüce Allah’ın Hakkıdır. Malı durutmada, vermekten geri kalmakta kulun ne mecali olabilir. Kula asıl lâyık olan, zekatı tam bir memnuniyetle vermektir.
Sonra, hiç bir şekilde yakışmaz ki; nefsin arzularına uyarak ibadetlerin edasında tembellik yoluna gidilip ağırdan alına.
Tam manası ile kulların hakkı ödenme cihetine gidilmelidir. Bu yolda tam bir gayret sarf edilmeli; ta ki: Üzerinde hiç kimsenin Hakkı kalmaya… Şundan ki: Bu dünyada hak ödemek kolaydır; yumuşaklıkla, tatlı sözle helallik almak mümkündür. Ama âhirette, iş zordur; orada çare bulmak kabil değildir.
Şer’i hükümleri, fetvaları; âhiret ulemasından sorup öğrenmek uygundur. Zira onların sözlerinde tesir vardır. Belki, onlara sorulduğu için, nefeslerinin bereketi ile amelde başarı hâsıl olur.
İlmi kendilerine makam/çıkar vesilesi yapan dünya âlimlerinden kaçınmak yerinde bir iştir. Meğer ki, muttaki âlimler bulunmaya da, zarurî olarak bu dünya âlimlerine baş vurula… Ama zaruretin icab ettirdiği kadar…
Fakat gaye sadece bilgi sahibi olmak değil, bilgiyle amel etmektir! Hasta, hastalığını tedavi edecek ilacı bilse bile, o ilacı kullanmadıkça ilacın bir faydasını göremez!
Bütün bu teyitler ve ısrarlar hep amel içindir. Çünkü amelden uzak olan ilim, sahibinin aleyhine delildir. Efendimiz “sallallahu aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: «Kıyamet günü, insanların en şiddetli azaba uğrayanı; Allah’ın, kendisine ilminden fayda vermediği kimsedir.»
Mektubat-ı Rabbanî
VELî ve BELÂ
Soru: “İnsanlar arasında belaların en şiddetlisine uğrayanlar enbiyadır; sonra evliya, sonra bunlara en fazla benzeyenler ve onlara en fazla benzeyenlerdir.” hadis-i şerifinde ifade buyrulduğu üzere, dünyada en fazla belâ ve musibetlere nebi ve velilerin maruz kalmasının hikmeti nedir?
«Size isabet eden/başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazancıdır.» (42/30) âyet-i kerimesinden de, her kimin seyyiatı çok ise musibete düşmesi de çok olur, anlaşılmaktadır.
Bu durumda, en şiddetli belâ ve musibetlerin enbiya ve evliyanın dışında bulunan kimselere gelmesi gerekmez mi?
Bundan başka o büyükler (nebi ve velîler), asaleten (Peygamberler) ve onlara tabi olarak (veliler), Sübhan Hakkın mahbubudurlar; o Yüce Zat’a yakın olanların en seçkinleridirler. Bu durumda, mahbub/sevilen zatlara, yakınlık bulanların haslarına belâ ve mihnetlerin verilmesinin hikmeti nedir?
Düşmanlar, rahat ve nimet içinde iken, dostların belâ ve elim azab içinde kalmaları ne sebepledir?
El-Cevap:
Dünya, nimetlenmek ve lezzet almak için değildir. Nimetlenmek ve lezzet almak için olan ahirettir.
Dünya ile âhiret arasında böyle bir zıddiyet olduğundan, birini hoşnut etmek, diğerinin dargınlığına sebep olur. Böyle olması da zarurîdir.
Bir kimsenin dünyada lezzet alması ve nimete dalması ne kadar çok ise âhirette eleme dalıp nedamet duyması dahi o kadar çok olur. Aynı şekilde bir kimsenin dünyada iken, iptilâya ve mihnete uğraması çok ise âhirette onun nimetlere ve lezzetlere dalıp mesrur olarak haz duyması daha ziyade ve daha çok olur.
Keşke, dünya hayatı âhirete nisbetle okyanusun yanında damla kadar bir hükmü olsaydı. Namütenahiye nisbetle mütenahinin (sonsuza nisbetle sonu olanın) ne gibi bir değeri olabilir?
Hiç şüphe edilmeye ki: Keremin iktizasına lâyık olan; dostlarını, bu dünya hayatının sayılı günlerinde mihnet ve sıkıntılara maruz bırakıp ebedî nimetlere kavuşturmasıdır. Mekr ve istidrac gereğince münasip olan ise düşmanları dünyevi lezzetlerle hazlandırsın da âhiretin şiddetli ıstırapları ile baş başa kalsınlar.
Eğer denilirse ki, dünyada mahrum olan fakir bir kâfir âhirette de mahrum kaldı!
Deriz ki: Kâfir, Sübhan ALLAH’ın düşmanı olması sebebi ile daimî azaba müstahaktır. Dünyada iken, ondan azabın kalkmış olması, o iç hali ve dış durumu ile yaşıyor ve hayatını devam ettiriyor olması kendisi için ihsanın, lezzet ve nimetin ta kendisidir. Bu mana icabı olarak şöyle denmiştir: Dünya kâfirin cennetidir.
Bu babda son söz şu ki: Bazı kâfirlerden dünyada iken azap kalkmakta ve bazıları da bir kısım nimetlere/lezzetlere nail olmaktadır. Bazılarından ise azap kalkar ama nimetlerden/lezzetlerden yana bir şey verilmez. Kendisine fırsat ve mühlet verilmesi ile yetinilir. Bütün bunlar, hikmet ve maslahata göredir.
Bir başka soru da şöyle sorulabilir:
ALLAH-u Teâlâ Kadir’dir; evliyasını, dünya ve âhiret nimetleri ile lezzetlendirmeye muktedirdir. Hem de birinde lezzetlendirmesi, diğerinde elemlendirmesini gerektirmeden…
Bunun cevabı bir kaç yönlüdür.
Birincisi: Eğer onlar, dünyada az günlerin belalarını ve kısacık vakitlerin mihnetlerini tatmamış olsalardı; ebedî nimetlerin ve lezzetlerin kıymetini lâyık olduğu üzere bilemezler, daimî olacak sıhhat ve afiyetin değerini de anlayamazlardı.
Evet, karnı acıkmayan bir kimsenin yemeğin lezzetinin tadına varamadığı gibi, iptilâya uğramamış kimse de ondan kurtulup feraha çıkmanın değerini bilemez; hissedemez.
Onların, geçici elemlenmelerinden maksat, daimî telezzüzün kemalini tahsil etmeleridir.
Bu büyükler hakkında Cemal, Celâl suretinde zuhura gelmiştir. Bu da avamın imtihanı içindir.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
«Onunla çoklarını dalâlete düşürdüğü gibi; çoklarını da hidayete erdirir.» (2/26)
İkincisi: Belalar ve mihnetler avam arasında elem sebepleri sayılsa da, mutlak Cemil Zat’tan geldiği için, bu büyük zatlar katında lezzet ve nimet sebebi sayılır. Onlar, belâlardan aldıkları lezzeti, nimetlerden alamazlar. Hattâ, onların belâlardan aldıkları haz daha çoktur; çünkü onlar (bela ve musibetler), sırf Mahbub Zat’ın muradıdır. Böyle bir hususiyet, nimetlerde yoktur. Zira, nefis de bunları isteyip belâlardan kaçar. Bu mana icabıdır ki; o büyükler katında belâ, nimetten daha faziletli olmaktadır. Dolayısı ile belâ ile olan lezzetlenmeleri, nimetle olan lezzetlenmelerinden daha çoktur.
Dünyadaki hazları da, belâlar ve musibetlerdir.
Dünyada bu kadar tuzluluk olmasaydı; onların katında bir arpa kadar değer bulmazdı. Bundaki halâvet/tatlılık dahi olmasaydı; onların nazarında (dünya) abes kalırdı..
Bir şiir:
Aşkından muradım elem çekmemdir; Yoksa nimet sebepleri pek çoktur…
***
ALLAH-u Teâlâ’nın evliyası, dünyada lezzetlenirler; âhirette ise haz alır, mesrur olurlar. Dünyadaki lezzetleri, âhiretteki hazza münafi/engel değildir. Âhiret hazzına münafi olan lezzet bir başka olup avama hâsıl olanlardandır.
İlâhi! Evliyana has kıldığın bu şey ne acaiptir ki; başkalarına elem olan bunlara lezzet olmakta; başkalarına zahmet ve sıkıntı olan da, bunlara rahmet ve nimet olmaktadır.
İnsanlar sürurla neşeli, kederde üzüntülü iken; bu büyükler; hem sürurda ve hem de, kederde ferahyab olmaktadırlar.
Zira onların nazarı, güzel ve çirkin fiillerin hususiyetlerinden çevrilmiş; Mutlak Cemil olan o fiillerin Failine has kılınmıştır. bu sebeple fiiller, fail olan Zatın sevgisi ile sevimli olmuş; lezzetlenmeyi ortaya çıkarmıştır.
Âlemde Yüce Sultan Cemil Zat’ın muradı ile her ne sudur eder/zahir olur ise; isterse kendilerinin zararına ve elemine olsun -bu aynen kendilerinin de muradıdır; hem de mahbub/sevilen olarak- lezzetalmalarına da bir sebeptir.
İlâhi, ne fazilet ve keramettir ki; evliyana böyle gizli devlet ve hoş nimeti verdin! Hem de onları ağyar/yabancı nazarından saklayıp muradına ram ettin. Daima naz ve lezzet içindedirler. Elemi ve keraheti onlardan kaldırıp başkalarının gözü önüne koydun. Başkalarına göre ar ve fezahat/düşüklük, bu taife-i aliyyenin cemali ve kemali oldu. Onların muradını, muradlarının hasıl olmamasında sakladın. Başkalarının aksine, onların bu peşin lezzetlenmeleri/sürurlarını da, uhrevî hazlarının ziyadelenmesine sebeb eyledin.
Bir âyet-i kerime meali:
«Bu, ALLAH’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve, ALLAH büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
Üçüncüsü: Bu dünya imtihan yeridir. Hak batıla karışıktır; hak ile batıl bir yere kadar iç içedir. Şayet belâ ve sıkıntılar evliyaya değil de düşmanlara verilmiş olsa idi, (özde olanlar gizli kalır ve imtihandaki hikmet yerine gelmez) dostlar düşmanlardan ayırt edilemezdi. Hem imtihanın ve hem de iradenin hikmeti iptal olurdu. Böyle bir şey dahi, dünya ve âhiret saadetinin sebebi olan gaybe imana (ve gaybe imanla imtihana) aykırıdır.
Bu manalar üzerine şu âyet-i kerimeler en adil şahittir:
«Onlar ki, gaybe iman etmektedirler.» (2/3)
«Bu, ALLAH’ın, Kendi(dini)ne ve Resulüne, gıyaben (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini belli etmesi; açığa çıkarması içindir.» (57/25)
Sübhan ALLAH, evliyasını, dışardan belâ ve mihnet gibi görünen sıkıntılara müptela kılarak düşmanların gözüne toprak serpmiş ve bununla imtihan sırrını/hikmetini tamamlamıştır.
Onun evliyası belâ içinde mütelezziz bulunalar; düşmanların gözleri ise bu iptilânın manasını anlamaktan yana hüsranda kalanlardan olalar.
Enbiyanın küffar ile muamelesine gelince, üstünlük bazen bu tarafta, bazen da öbür tarafta olur.
Bedir gazasında, yardım Müslümanlar tarafında idi. Uhud gazasında ise galebe küffar tarafında oldu.
Bu manada, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
«Eğer size bir yara değmiş bulunuyorsa, o kavme de yara değmiştir. O günleri BiZ, dönüştürür dururuz. Ta ki: ALLAH, iman edenleri belli edip ayırması ve içinizden şahitler (veya şehitler) eylemesi içindir. ALLAH zalimleri sevmez. Bunda ayrıca, ALLAH’ın müminleri temize çıkarması, kâfirleri dahi helak etmesi vardır.» (3/140-141)
Dördüncüsü: Sübhan Hakk, her ne kadar her şeye kadir ve evliyasına da dünya ve ahiret nimetlerini ikram etmeye muktedir ise de; ne var ki bu mana, o Yüce Sübhan’ın hikmetine ve âdetine münafidir; aykırıdır. O ister ki: Kudretini hikmeti ve âdeti altında gizlesin. İlletleri ve sebepleri dahi, mukaddes Zatına nikab/peçe eylesin.
Dünya ile âhiret arasında bulunan zıtlık hükmüne göre, evliyaya dünya mihnetleri ve beliyyeleri/belâları mutlaka lâzımdır. Ta ki, kendilerine âhiret nimetleri rahat ve hazmı hoş/kolay olsun.
Suâlin aslına cevap verirken de, bu manaya bir işaret geçmiştir.
Biz, yine esas sözümüze dönelim. Suâlin aslına göre, cevabın tamamını vermeye çalışalım..
Deriz ki:
Elemin, belânın ve musibetin sebebi, her ne kadar günah ve seyyie ise de; lâkin, beliyyeler hakikatta seyyiata keffaret olmak, musibetler de günah ve hata zulmetlerini gidermektedir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, evliyanın mihnetlere ve beliyyelere ziyade uğramasındaki kerem; onların seyyielerine keffaret olması, günah ve hata zulmetlerini gidermesidir.
Bu durumda, evliyanın seyyielerini ve günahlarını da, düşmanların seyyieleri ve günahları gibi tasavvur etmek yerinde olmaz.
Her halde, şu manayı işitmiş olacaksınız:
«Ebrarın haseneleri, mukarrebinin seyyieleridir.»
Eğer onlardan bir günah ve isyan sudur eder ise, başkalarının günahı ve isyanı gibi değildir. Böyle bir şeyin onlardan ortaya çıkması, sehiv ve unutmak sonucudur. Ciddi manada azmedip tuğyan olarak yapılmaktan uzaktır.
Bu manada Allah-u Teâlâ, şöyle buyurdu:
«And olsun, biz bundan evvel Âdem’e vahiy (ve emr) etmiş bulunuyoruz; fakat unuttu. Kendisinde bir kasd bulmadık..» (20/ 115)
Bu manada; elemlerin, musibetlerin ve beliyyelerin çokluğu, seyyielerin çokça keffaretine delâlet eder; çokça işlenmiş olmasına değil…
Evliyanın pek çoğuna belâ verilir; ta ki: Seyyieleri kendilerinden gitsin; Yüce Rab’lerine pak ve temiz olarak varsınlar. Âhiret mihnetlerinden dahi, masun ve mahfuz bulunsunlar…
Şöyle anlatıldı:
Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin hal-i intizarında (vefat anında), bir sıkıntı ve ıstırap zuhur etmiş. Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimize olan tam şefkatinden ve ona bağlılığından Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin dahi onun için: «Fatıma benden bir parçadır.» emrindeki mananın da bir icabı olarak, Hazret-i Fatıma üzüldü ve sıkılmaya başladı. Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, onun bu sıkıntısını ve ıstırabını görünce onu teselli için şöyle buyurdu: «Babanda bulunan mihnet sadece budur; bundan sonra sıkıntı yoktur.»
O ne büyük devlettir ki; pek şiddetli ve pek kalıcı azab kısa günlerin mihneti ile kalkar ise… Bu muameleyi de ancak evliya kullar görür; başkaları değil. Zira, onlardan başkalarının günahları, tam manası ile burada keffarete uğrayamaz. Onların mücazatı, âhirete tehir edilir/ertelenir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; ALLAH’ın velî kulları, dünyaya ait belâ ve mihnetlerin çoğuna daha layıktırlar. Böyle bir devlete diğerleri müstahak değildir. Zira onların günahları çoktur; iltica ve tazarru ile, istiğfar ve inkisar ile meşguliyetleri de azdır. Onların nefisleri, masiyetleri/kötülükleri kazanmakta cesurdur. Günahları, ciddiyet ve azimle yapmaya çalışırlar. Azgınlıktan ve tuğyandan; yüce dergâha uzaklıktan hali kalmazlar. O kadar ki: ALLAH’ın âyetleri ile istihzaya varırlar. Halbuki, ceza cürüm miktarına göredir. Eğer cürüm hafif ise, onu yapan da, Allah-u Teâlâ’ya tazarru edip ilticaya koyulur ise, onun cürümleri dünyaya ait beliyyelerle keffarete uğraması kabildir/olabilir. Amma, cürüm ağır ise; o cürmü yapan da inad ve kibirli ise; o zaman, uhrevî cezaya daha müstahak olur. Zira oranın cezası, daha şiddetli ve daha devamlıdır.
Bir âyet-i kerime meali:
«ALLAH, onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendilerine zulmeder oldular.» (16/33)
***
Yazmışsınız ki: İnsanlar -istihza ile- şöyle diyorlar: Sübhan Hakk, neden evliyasını mihnet ve belâ ile iptilâya uğratır da; onları lezzet ve nimet içinde daim kılmaz. Bu gibi dedikodularla, o büyük cemaatı hiçe çıkarmak isterler.
Evet!
Bu misillu cümleleri, Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz için de söylediler. Allah-u Teâlâ, onların bu sözlerini şöyle anlattı:
«Bu nasıl Resul? Yemek yiyor; çarşılarda dolaşıyor. Onunla beraber nezir olması/uyarması için, neden bir melek indirilmemiş? Yahut ona neden bir hazine bırakılmamış? Ayrıca onun yiyip içeceği bir bahçesi neden olmasın?
Ve o zalimler şöyle dedi: Siz, ancak büyülü birine ittiba etmektesiniz.» (25/7-8)
Bu gibi sözlerin medarı, âhireti inkâra, daimî olan azabı ve sevabı inkâra, dünyanın peşin nimet ve lezzetleri ile de böbürlenmeye dayanır.
O kimse ki: Âhirete iman eder ve daimî olan azab ve sevabı kabul eder; bu kısa günlerin mihneti asla onun gözüne gelmez. O kadar ki: Bu ebedî rahata sebep olacak muvakkat mihneti/sıkıntıyı, rahatın aynı görür.
İnsanların dedikodularını dinlemek yerinde olmaz.
Elem ve belâ, muhabbetin şahitleri arasında sayılır, isterse gözü kapalı olanlar, onu muhabbete münafi saysınlar. Ne yapabiliriz ki? Cahillerden yüz çevirip geçmekten başka çare yoktur. Hatta sözlerinden de…
Bir âyet-i kerime meali:
«Güzel bir sabr ile sabreyle..» (70/5)
Suâlin aslına göre, bir başka cevab da şöyledir:
Belâ, mahbubun kamçısıdır; seveni, mahbubdan/sevdiğinden başkasına iltifat etmekten engeller/alıkor. Bütün külliyeti/her şeyi ile o Mukaddes Zat’a müteveccih kılar.
Bu manadan ötürüdür ki, evliya eleme ve belâya müstahak olur. Şu manadan ki: Bu belâ, ondan başkasına olan iltifatları babında da keffaret olur.
Onlardan başkaları bu büyük devlete lâyık değildir. Nasıl böyle olmasın ki: Onlar, o Mukaddes Mahbub’un katına, tecrübe edilmeden götürülmezler.
Ezelî inayet kendisine yazılmış olan, Mahbub Zat tarafına çekilerek, dövülerek götürülür; böylece mahbubiyet için seçilmiş bir hal alır. Bir kimsenin ki geçmişinde böyle bir inayet yoktur, o kimse hali üzere terk edilir. Şayet ona ebedî saadet yetişir ise inabe yoluna sülük eder; fazl ve inayetle esas maksada ulaşır.
Aksi halde, hali üzere kalır.
***
ALLAH’ım, beni bir an dahi olsa, nefsime bırakma!
Üstteki açıklamadan da anlaşılmış oldu ki: Belâ, müritlerden (kendi iradeleriyle seçenlerden) çok, murad (ALLAH tarafından seçilmiş) olanlarda vardır. Bu mana icabıdır ki, muradların ve mahbubların reisi olan Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu: «Bana olan eziyet gibi, hiç bir nebiye eza olunmamıştır.»
Bu arada, belâ için, kılavuzluk yaptığı da açığa çıkmış olur. Şunun sebeple ki, o: Güzel kılavuzluğu/delâleti ile dostu dosta kavuşturur. Sevgilinin gayrına iltifat etmekten yana saf kılar.
Asıl şaşılacak mana şu ki: Evliyanın eline binlikler/binlerce altın geçse, onu belâ almak için harcarlar. Onlardan başkaları ise binlikleri vererek, belâların define çalışırlar.
Burada bir başka soru da şöyledir:
Evliyada, belâ ve elem isabeti zamanında, bazen ıstırap ve zorluk anlaşılır. Bunun tevili nedir?
Bunun için şu cevabı verebilirim:
Istırap surîdir/görünüştedir; beşer tabiatı gereğince, zaman zaman onlardan sudur eder/ortaya çıkar. Böyle bir şeyin kalmasında/olmasında, hikmetler ve faydalar vardır. Zira, o olmadan, nefisle cihad tasavvur edilemez. Sekerat-ı mevt halinde, Seyyid’ül – evvelin vel-âhirin Resulüllah Efendimizden sıkıntı ve ıstırabın zuhur etmesi, nefisle cihad bakiyesidir / nefisle cihaddan kalan kısmıdır. Şunun içindir ki: Hatem’ür-rüsul Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin son nefesi, Allah-u Teâlâ’nın düşmanları ile cihad üzere ola… Allah-u Teâlâ, ona salât ve selâm eylesin!
Mücahede şiddeti, beşerî vasıfları kesip atar. Nefsi de tam bir boyun eğme ve teslimiyetin kemaline ulaştırır; itminanın hakikatine kavuşturur. Onu pak ve temiz yapar. Böylece belâ: Muhabbet pazarının kılavuzu olur. Bir kimsenin ki, muhabbeti yoktur; onun kılavuzla da işi yoktur; kılavuzluk edene ihtiyacı da olmaz. Hatta öyle bir şeyin onun yanında kadri ve kıymeti de olmaz.
Elemin ve belânın bir başka yüzü/özelliği daha vardır ki, sevgisinde sadık olan kimseyle sadık olmayan iddiacıyı ortaya çıkarır. O kimse ki, sevgisinde doğrudur; belâdan lezzet alır, haz duyar. O kimse ki, yalancı müddeidir; belâdan yana elem ve sıkıntı dışında bir nasibi olmaz.
Ne var ki bu ayırt etmeyi de ancak içinde sadakatten/doğruluktan nasibi olan, bundan yana az bir emare taşıyan anlar.
Sadık kimse, elemin hakikatini ve suretini de ayırt eder; beşeri sıfatların hakikati ile suretini de fark eder.
Velîyi ancak velî tanır, cümlesinde bu manaya işaret vardır.
İrşad yoluna hidayet eden, Sübhan ALLAH’tır.
Mektûbât-ı Rabbânî
RÜ’YET
‘Rahman Rahim ALLAH’ın adı ile’
Rü’yet (ahirette Allah-u Teâlâ’yı görmek) hakkında ettikleri itiraz ve rüyetin nefyi/olmadığını ispatlamak için getirdikleri delil şudur: Gözle görebilmek için; görülen, görenin hizasında ve karşısında olması icap eder. Böyle bir şey ise Vacib Teala hakkında söz konusu değildir. Çünkü böyle bir şeyin olması, ciheti/bir yönde olmayı gerektirir. Bu cihet ise; kuşatılma, sınırlı ve sonlu olmayı beraberinde getirir ki böyle bir durum, Uluhiyyete zıt olan noksanlıktan kaynaklanır. ALLAH-U TEÂLÂ bütün bunlardan büyük bir yücelikle uzaktır/münezzehtir.
Üstte ileri sürülen itiraza cevap şudur:
Mutlak kudret sahibi olan yüce Sultan, iki parça ve içi boş; hissetmek ve (kendi başına) hareket etmekten uzak damar ve sinirlere; bu zayıf ve fani dünyada, hizasında ve karşısında durması şartı ile eşyayı görüp hissetme kuvvetini vermiş de; ahiretin kuvvetli ve baki hayatında o iki parça damara, hizasında ve karşısında olmaksızın şeyleri görme kuvvetini vermesi neden mümkün olmasın?
Bu durumda o görülecek olan, ister bütün cihetlerde bulunsun, isterse hiçbir cihette bulunmasın. Bu işin uzak görülmesine sebep nedir ve imkânsız oluşu nereden kaynaklanır?
Bu manada asıl söz:
ALLAH-U TEÂLÂ bazı mekânlarda, maslahattan/yararlı olacakları dolayısı ile hiza şartını ve cihet tayinini gözlerin görmesi için koyar. Bazı yerlerde ve zamanlarda ise bu şartı itibardan düşürür. Anlatılan şart olmadan da, gözlerin görmesini mümkün kılar.
Aralarında son derece farklılık ve tam bir zıddiyetin bulunmasına rağmen; o yeri bu yerle (melekût âlemini mülk âlemi ile) kıyas etmek insaftan uzaktır. Böyle bir iddia, nazarı, mülk âleminin keşifleri ile sınırlamaktır. Melekût âleminin acaipliklerini dahi inkârdır.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Sübhan Hakk, görüleceğine göre; gözle idrak edilip kavranan/kuşatılan olması gerekir. Böyle bir şey ise, haddi/sınırı ve nihayeti/sonu olmayı gerektirir. Halbuki, ALLAH-U TEÂLÂ, böyle bir manadan yana çok yücedir; sonu ve sınırı olmaktan münezzehtir.”
Bunun için şu cevabı veririm: “Mümkündür ki görüle; fakat gözle idrak edilip kavranmaya/idrâk edilip kavranmadan gözle görülmesi mümkündür.”
Bu manada, Allah-u Teala şöyle buyurdu:
“Gözler onu idrak edemez. O, gözleri idrak eder. Lâtif, Habir O’dur.”(6/103)
Müminler, Sübhan Hakkı ahirette göreceklerdir. Vicdani bir yakînle de, O Şanı Yüce Zat’ı gördüklerini anlayacaklardır. Bu görmekten kaynaklanan lezzeti dahi kemal üzere kendilerinde bulacaklar lâkin, görülen, asla idrak edilmiş olmayacak; o manada, kendilerine kesin olarak bir şey hasıl olmayacaktır.
Bir şiir:
Rahat ol, Anka kuşunu kimse avlayamaz. Yoksa yorulmaktan başka elinde bir şey kalmaz.
***
Rü’yette vehmedilen/var sanılan noksanlık, görülenin idrak edilmesi ve kavranıp/kuşatılması yönündendir. Rü’yetin cihetsiz olarak gerçekleşmesinde ve görenin bundan haz almasında, asla noksanlık ve kusur yoktur.
Bilakis muhabbetinin ateşi ile yananlara Cemâlini göstermesi ve rü’yet pınarından kana kana içirmesi, görülen Yüce Zat’ın tam in’amından ve ihsanındandır. Onları visali ile şereflendirmesi, Yüce Mukaddes Zat’ına hiçbir kusur ve noksan gelmeden olur. O Sübhan Zat’ın mukaddes katında cihet ve ihata/kuşatılma durumu olmaz.
Bu manada şöyle de diyebiliriz:
Rü’yetin/görmenin gerçekleşmesinde, aynı hiza ve karşılıklı olmak şart olsaydı; bunun, görülen için şart olduğu gibi gören için de şart olması gerekirdi. Çünkü karşı karşıya olmak, karşılıklı olan iki şeyde söz konusudur. Bu durumda, Sübhan Hakk’ın eşyayı görememesi lâzım gelirdi. Görme sıfatı dahi, o yüce mukaddes Zat için sabit olmaz idi. Halbuki, böyle bir mana, Kur’an’ın kati hükümlerine aykırıdır. Bu manada şu ayet-i kerimeler sarihtir:
“Muhakkak ki ALLAH, semâların ve arzın gaybını bilir. ALLAH, her yaptığınızı hakkıyla görendir.” (49/18)
Burada şöyle bir soru çıkabilir: “Vacib Teala hakkında görmek, eşyayı bilmekten ibarettir. İlmin dışında, ciheti sabit kılan başka bir şey değildir.”
Bunun için şu cevabı veririm: Hiç şüphe yok ki, rü’yet (görme sıfatı) Vacib Sübhan için kâmil sıfatlardan olup Kur’an’ın kesin hükmü ile ve müstakil olarak sabittir. Rü’yeti ilme döndürmek, zahir olan mananın hilâfına hareket etmektir.
Öyle bir mana (rü’yetin ilmin kısımlarından olduğu) kabul edilse bile, bunda, hizada olmama şartı zaruri değildir. Çünkü ilim iki kısımdır: Birincisi, bilinenin karşıda olmasının şart olmadığı kısım; ikincisi ise bilinebilmesi için bilinenin karşıda bulunmasının şart olduğu kısımdır ki buna rü’yet (görmek) denir.
Bu kısım, mümkinatta/imkân âlemindeki ilmin kısımlarının en alâsıdır; kalbin itminan mertebesinde hasıl olur.
Makulat yani akılla idrak edilen şeyler, vehmin bulaşmasından korunmuş değildir. Bu muarazadan kurtulan/vehmin bulaşmadığı ilim, ancak hissedilen (görülüp tutulan) ilimdir.
Bundan dolayı, İbrahim ‘aleyhi’s-selâm’ ölülerin dirilişini görmeyi talep etti. Buna imanı ve yakîni olduğu halde, görmekle kalbinin tatmin olmasını istedi.
Şunun da bilinmesi gerekir ki, sıfat-ı kâmilden olan rüyet, şayet Vacib Teala’dan olmayaydı; mümkine/mümkün varlıklara nereden gelecekti? Zira, mümküne hasıl olan her kemal, Yüce Mukaddes Vacib mertebesindeki kemalin bir aksidir. Haşa ki, Vacib Taala’da olmayan bir şey/kemal, mümkinde buluna… Zira mümkin, haddizatında aynen noksandır; eğer onda bir kemal var ise, Yüce Mukaddes Hazret-i Vücub mertebesinden gelen bir emanettir. O makam, her hayrın ve kemalin kaynağıdır.
Bir şiir:
Getirmedim ki, evimden hiçbir şey, ancak;
Verdin bendekini, nefsim ondan alacak…
***
Sualin aslına bir başka cevap da şudur: Bu itiraz, rü’yeti nefyettiği gibi, Yüce Mukaddes Vacib Zat’ın varlığına da yürümektedir.
Şöyle ki:
“Madem Sübhan Vacib Zat mevcuttur; o halde âlemdeki cihetlerden bir cihette olması gerekir. Meselâ altta, üstte, önde, arkada, sağda veya solda. Halbuki öyle bir şey ihatayı/kuşatılmayı, tahdidi/sınırlanmış olmayı gerektirir ki, bunların hepsi de Uluhiyyete ters olan noksanlıklardır. ALLAH-U TEÂLÂ, böyle bir manadan yana pek temizdir.
Burada şöyle bir soru da çıkabilir: “Kuşatılma ve bir sınır olmaksızın bütün cihetlerde olması mümkün değil mi?”
Bunun için şu cevabı veririm: Onun bütün cihetlerde olması da kuşatılma ve sınırlanmayı ortadan kaldırmaz. Çünkü O, bu taktirde de âlemin ötesinde olur (berideki-ötedeki). Bu da sınırlı olmayı gerektirir.
Şu mana da gizli kalmamalıdır:
Bu gibi, süslü gösterilen haksız/yaldızlı şüphelerden kurtulma yolu odur ki, gayb âlemine ait hükümlerle, şehadete/görünen âleme ait hükümlerin arasını ayırmak/aynı olmadığını fark etmek ve gaybe ait olanı var olanla kıyaslamamaktır. Çünkü bazı hükümler, var olanlar hakkında doğru/geçerli iken, gaib olan hakkında yanlış/geçersiz olur. Şahidde kemal olan dahi, gaibde noksanlık olur. Zira hükümlerin ayrılığı/farklılığı sabittir. Bilhassa iki yer arasındaki mesafe çok uzunsa bu fark daha da belirgindir.
ALLAH-U TEÂLÂ, onlara insaf versin ki, Kur’an’ın sağlam hükümlerini inkâr etmesinler. Hem bu karışık vehimler ve hayaller ile sahih hadis-i nebevileri dahi yalana çıkarmasınlar…
İnzal olunan bu gibi hükümlere iman etmek gerek. Hem de, keyfiyetini/nasıllığını, keyfiyeti belli olmayan ilme havale ederek; onu anlamaktan yana da kusuru/aczi itiraf ederek… Yoksa bu hükümleri, anlaşılamıyor diye inkâr etmek doğru değildir. Çünkü idrak edilemediği için, o hükümleri nefyetmek yerinde bir hareket olmaz. Zira, böyle bir şey, selâmetten ve doğruluktan uzaktır. Çünkü pek çok şeyler vardır ki, aslında var ve doğru oldukları halde, bizim kısa/yetersiz akıllarımıza uzak/yanlış görünür.
Eğer akıl yeterli olsaydı, akıl erbabının kendisine tâbi olduğu Ebu Sina gibi birine yeterli olurdu. Ki o, akla dayalı hükümlerde haklı idi; onlarda yanılmadı. Halbuki o, bir meselede hata etti ki, insaflı bir kimse birazcık düşünse doğrusunu anlar; o da şu hükme varmasıydı: “Birden ancak bir sudur eder.”
Bu makamda, İmam Fahr-i Razi ona tenkit edip şu ibareyi kullanmıştır: “Asıl şaşırtıcı mana, o kimseden gelmektedir ki; bütün ömrünü hatadan koruyan bir âleti öğrenmek ve öğretmekle tüketmiştir. Sonra, en büyük matluba/meseleye gelince; çocukları dahi güldürecek şeyler söylemiştir.”
ALLAH çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet uleması, manaları ister aklen bilinsin, isterse bilinmesin bütün şer’i hükümleri isbat/kabul etmişlerdir. Onların keyfiyetinin/mahiyetinin idrak edilemeyişi sebebi ile nefyi/yok sayma cihetine de gitmemişlerdir.
Misal olarak burada; kabir azabını, Münkir Nekir sualini, sıratı mizanı ve benzerlerini alabiliriz. Ki bunlar, noksan akıllarımızın, idrakten yana kusurlu olduğu şeylerdendir.
Bu büyüklerin iktida ettikleri/uydukları Kur’an ve Hadis’tir; akıllarını da onlara tabi kılmışlardır. Şayet onları idrak zaferine ererlerse/anlayabilirlerse ne âlâ… Aksi halde/idrâk edemedikleri taktirde, şer’i hükümleri kabul ederler. İdrak edemeyişi dahi, anlayışlarındaki kusura yorarlar. Bunlar, başkaları gibi, akıllarının idrak edip kabul ettiğini kabul ve akıllarının idrakten aciz kaldığını da reddedenler değildir.
Hiç bilmezler mi ki, peygamberlerin gönderilmesi, ancak Sübhan Mevlâ’nın razı olduğu bazı matlupları idrak etmekten yana akıllar kusurlu olduğu içindir. Akıl da, her ne kadar hüccet/delil ise de, lâkin kâmil manada hüccet değildir. Asıl kâmil hüccet, peygamberlerin bi’seti ile tamam olmuştur. Onlara salât ve selâm!..
Biz, yine esas sözümüze dönelim. Deriz ki: Hiza ve mukabele, her ne kadar şahidin (hazırda olanın) görülmesinde şart olsa da, gaibin görülmesinde bunlar şart olmayabilir.
Nasıl ki hem gaib’dir hem de mevcuttur; ancak bütün cihetlerden münezzehtir. Aynı şekilde, rü’yet olmadığında bütün cihetlerden münezzeh olduğu gibi görüldükten sonra da O’nun için bir cihet söz konusu değildir.
Yani, keyfiyetsiz olanın görülmesi de keyfiyetsizdir.
Çünkü, keyfiyetli olandan keyfiyetsize yol yoktur.
“Sultanın ihsanını ancak onun kervanları taşıyabilir.”
Keyfiyetten münezzeh olanı görmeyi, keyfiyeti belli olanı görmeye ve görülenle ilgili şeylere kıyaslamak münasip düşmez.
Böyle bir şey, insaftan da uzaktır.
Doğruyu ihsan eden Sübhan ALLAH’tır.
Mektubat-ı Rabbani
VELAYET ve NÜBÜVVET
Süâl:
ALLAH-u Teâlâ’ya yakınlık (İlahî kurbiyet), Cezbe ve Sülûk makâmlarını geçmek ve Fenâ ve Bekâ’ya kavuşmakla elde edilir.
Ashâb-ı Kirâm, Mahlûkların En Hayırlısı’nın sohbetinde bir kere bulunmakla, ümmetin bütün velilerinden daha üstün oldular. Acaba bütün bu Seyr ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ, bunlarda bir sohbette mi hâsıl oldu? Yoksa bu sohbet, seyr ve sülûkun; fenâ ve bekânın hepsinden daha mı üstün idi?
Eshâb-ı Kiram’ın Fenâ ve Bekâ’ları, O Hazret’in teveccühü ve tasarrufu ile mi idi yoksa yalnız İslâm’a girmekle mi idi?
Onlar sülûk ve cezbeyi hâl ve makam olarak biliyorlar mı idi yoksa bilmiyorlar mı idi?
Eğer biliyor idi iseler, bu hâl ve makamlara ne isim vermişlerdi?
Eğer onlarda sülûk ve cezbe yolu yoktu denirse, bu yolun bid’at-i hasene olması lâzım gelmez mi?
Cevap:
Esasen, bu müşkül iş, sohbet ve hizmetle anlaşılır hale gelebilir. Zira kimsenin söz söylemediği bir mevzuyu bir yazı ile anlayabilmek hayli zordur. Lâkin mademki sordunuz; cevap verilmesi zaruri olduğundan, icmalen de olsa halledilmesi gerekir.
ALLAH-u Teâlâ seni irşad eylesin!
Bilesin ki:
Velâyet, İlâhi yakınlıktan ibarettir. Bu, ister velinin velayeti olsun, ister nebinin velayeti olsun ve isterse de mele-i âlânın velayeti olsun… Aralarındaki fark gölgeler / zıller ve perdeler / hicaplardır.
Evliyanın velâyeti, zıllıyet (gölgesel) damgası ile mühürlüdür. Enbiyanın velâyetinde zıllıyet yoktur; lâkin esma (isim) ve sıfat perdeleri kalkmış değildir. Mele-i âlânın velâyetinde, isim ve sıfatların perdeleri yok ise de, Zatî şuun ve itibarların perdeleri vardır.
Kendisinde zıllıyet / gölgesellik şaibesi olmayan ve isim ve sıfat perdelerinden kurtulmuş olan tek makam ise nübüvvettir. Bu sebeple nübüvvet, her çeşit velayetten kesin bir şekilde üstün ve faziletlidir. Çünkü bu, asla olan gölgesiz ve hicapsız yakınlıktır.
Sorumuza gelirsek:
Sülûk ve Cezbe yolu ile Fenâ ve Bekâ hâsıl olmasıyla olan yakınlık Kurb-i velâyettir; Ümmetin evliyasının şereflendiği…
Hayr’ül-enam Resulûllah s.a. Efendimizin sohbeti ile müyesser olan ise kurb-i nübüvvettir ve bu yakınlıkta fenâ, bekâ, cezbe ve sulük yoktur…
İşbu yakınlık, asla yakınlıktır; o yakınlık ise gölgeler ve perdeler arkasındandır.
Arasındaki farkı buradan anlamalıdır.
Şayet…
Peygamberlik kurbunun kemâllerine, velâyet kurbu yolundan kavuşma olursa, o zaman Cezbe ve Sülûk; Fenâ ve Bekâ gerekli olur. Zira bunlar, asla yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, tercih, Peygamberlik kurbunun caddesine düşerse, bunlara gerek kalmaz. Eshâb-ı Kirâm’da olduğu gibi; nübüvvet kurbunun caddesinden ilerledikleri ve tam tabi ve varis oldukları için…
Buradan da anlaşılmış oldu ki, nübüvvet kemalâtına ulaştıran yol ikidir:
Birincisi; Velâyet kemalâtı mufassal olarak aşıldıktan ve tecelliler husule geldikten sonra nübüvvet kemalâtına adım atılmış olur.
İkincisi ise ana yol olan kurb-i nübüvvettir; kurb-i velayet tavassutu yani fenâ, bekâ, cezbe ve sulük olmadan…
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki:
Nübüvvet kemalâtının hâsıl olması, sırf mevhibeye kalmış ve ilâhi bir ikrama bırakılmıştır. Onda zorlamanın ve çalışmanın bir dahli yoktur. Amma velâyet kemalâtı böyle değildir. Zira bunun başlangıcı ve mukaddimesi irade ve gayrete dayalıdır. Onun hâsıl olması riyazete ve mücahedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma ve amele girmeden bu devletle müşerref olmaları caiz ise de; velâyetin aslı olan fena ve beka, çalışma sonunda bir fazl ve kerem olarak ihsan olunur. Yani: Bu mevhibeye ermek kimin için murad edilmiş ise…
Anlatılan mevhibe ve ilahi ikramlar, enbiyaya vasıtasız; enbiyanın ashabına ise onların vasıtası ile gelmiştir; tabi ve varis oldukları için…
Enbiya ve ashabı dışında bu devletle müşerref olma caizdir ama nadirdir.
Öyle sanıyorum ki, bu devletin gölgesi, tabiinin büyüklerine ve tebe-i tabiinin ise en büyüklerine düşmüştür. Bundan sonra da gizlenmiştir.* Taa Resulûllah’ın bi’setinden sonra gelen ikinci bine nöbet ulaşıncaya kadar. Ona salât ve selâm olsun.
Böylece evvel, âhire benzemiş oldu.
***
*[“Siz onları görse idiniz, mecnun derdiniz; onlar sizi görse idi, bunlar müslüman değil, derlerdi” sözü, bu manayı ifade eden sözlerdendir.]
***
Yeniden sorumuza dönersek:
Mevlânâ Câmî, Nefehât’ta, Fenâ ve Bekâ’dan ilk söz eden zatın Ebû Sa’îd el-Harrâz olduğunu yazar. Yani, Fenâ, Bekâ, Cezbe ve Sülûk isimleri sonradan konulmuş olup büyükler tarafından keşfedilmiştir.
***
İlahî yakınlıktan ibaret olan Nübüvvet (Peygamberlik) kurbunda, arada hiç gölgelik / perde bulunmaz. Çünkü asla kavuşma vuku bulmuştur. Aslın gölgeleri olan tecelli ve zuhurlara ihtiyaç hali kalmamıştır.
Velâyet (evliyalık) kurbu da Allah-u Teâlâ’ya yakınlıktır ama bu yakınlık, araya zıl / gölge karışmadan olmaz; zıller / hakikatlerin gölgeleri tecelli eder. Arada perdeler bulunur. Bu makama uygun olan sekr ma’rifetleri hâsıl olur.
Peygamberlerin velâyeti her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de isimlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. Velâyet-i mele-i a’lâ, isimlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i’tibârları ve şü’ûn perdelerinden kurtulamaz.
Kendisine hiç zıll karışmayan ise yalnız Nübüvvet ve Risâlet makamıdır. Bu makâm, sıfatların ve i’tibârların perdesi üstündedir. Nübüvvetin yakınlığı, zâta ve asla olduğu için Peygamberlik, Peygamberlerin kendi velayetlerinden de çok üstündür.
Vüsûl yanî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. Hüsûl (tecelli ve zuhurların hasıl olması) ise velâyet makâmındadır. Çünkü zıll varsa hüsûl vardır; zıll yoksa hâsıl olmalar bitmiş ve zıller aşılmış yani vasıl olmuş demektir.
Bu sebeple velâyet mertebesinde her zaman sekr (manevi sarhoşluk) bulunur. Nübüvvet makâmında ise hep sahv, şuûr bulunur.
Aslın zılleri, görüntüleri ve gölgeleri olan tecelliler ve zuhuratlar velâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur.
Nübüvvet mertebesinde ise asla vüsûl nasîb olduğu için tecellî ve zuhûrlar kalmamıştır.
Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar için tecelliler kalmaz. İşte Vennecmi sûresindeki (Gözü hiç şaşmadı ve sınırı aşmadı) âyet-i kerîmesinin sırrı bu makamda aranmalıdır.
Aşk feryâtları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîler de, zıllerin görünmesinde hâsıl olur.
Asla kavuştukdan sonra, bunların hiçbiri olmaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Başka zevkli ve şevkli şeyler burada yoktur.
Velâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istendiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî, “İstemekten kurtulmayı istiyorum” demesi bunun içindir.
Bu yakınlıkta, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışılır.
Nübüvvet kurbunda ise ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için sıfatlardan kurtulmak istenilmez; bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır.
Sıfatların kendileri de kâmil ve makbul sıfatlar olduğu için mesela irâde sıfatının yok edilmesi değil de kötü şeylere bağlanmaması, zararlı ve fuzuli şeylere yönlendirilmemesi istenir.
İlim sıfatının kendisi kâmildir. Buna aşağılık / düşüklük gelmiş ise kötü bir şeye bağlandığı / zararlı ve fuzuli şeyler öğrenildiği içindir.
Diğer bütün sıfatlar da böyledir; kötü şeylere bağlanmaması lâzımdır; kendisini yok etmek değil…
Şu halde, Nübüvvet makâmına Velâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Peygamberlik kurbundan gelen kimsenin ise sıfatların kendilerini değil, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.
Sıfatların ilgi sahasına giren kötü şeyler yok edilince peygamberlerin velayeti ortaya çıkmış olur. Bundan sonra gerçekleşen yükselmeler ise nübüvvetin kemalatı ile ilgilidir.
Sıfatların kendilerini yok etmek, kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekten daha güçtür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâllerine kavuşmak, velâyet kemâllerine kavuşmaktan daha kolay ve daha çabuk olur. Asla kavuşmakta olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaştıkça, kolaylık ve çabukluk azalır.
Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya’nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay şekilde ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için bir ömür elden gitse de yine de kavuşma olmayabilir. Ele geçenlerde ise kıymetli maddeye benzeyiş olabilir ama çoğu zaman bu arızî benzeyiş zemânla yok olarak kendi aslına rücu eder ve aşağılık ve kirli şeylere yönelir. Durum, yalancılık ve aldatmacılık olur.
Asla kavuşan ise böyle değildir. İşin kolay olması ve yolun çabuk olmasının yanında yalancılık ve aldatmak tehlikesi de yokdur.
Güç riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek zıllerden bir zılle kavuşanlardan pek çoğu, işte bu şekilde aranılana kavuşulur, diyorlar. Daha kısa bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşturduğunu bilmiyorlar.
Allah-u Teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçtiği kulunu bu yolla kavuşturur. Onun için bu yola İctibâ (çekip götürme) yolu denir. Onların seçtikleri ve mücâhede çektikleri yola ise İnâbe (gitme) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar azdır. İctibâ yolundan kavuşanlar ise çoktur.
Peygamberlerin hepsi “aleyhimüsselatü vesselam”, İçtibâ yolundan gittiler. Peygamberlerin Ashâbı da, onlara uydukları ve vâris oldukları için içtibâ yolu ile vâsıl oldular.
İçtibâ yolunda riyâzet çekmek, kavuşmak (vusül) ni’metine şükür içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Efendimize soruldu: Geçmiş ve gelecek bütün günâhlarınız afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar eziyet çekiyorsunuz? Cevâbında: Şükr eden bir kul olmayayım mı? buyurdu.
İnâbet yolundaki mücâhedeler ise kavuşabilmek (vusulün husulü) içindir.
İkisi arasında o kadar fark var ki…
Velâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmayı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi olduğu bilinmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, “Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!” Bir başkası buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinde, “Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz” manası ile, ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, Fenâ, Hakk Teâlâ’dan başka herşeyi unutmak demektir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak icap eder.
Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde ise âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbuldür. Hatta bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde, “Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak dua ederler” ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde, “Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar” ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde, “Onlar kıyâmet gününde merhamet umarlar” buyurulmuştur ki, bu makam sâhiplerinin hâlini göstermektedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabir fitnesinden Allah-u Teâlâ’ya sığınırlar; Cehennem azâbından kurtulmak için yalvarırlar.
Bunlara göre, âhıretten korkmak, Allah-u Teâlâ’dan korkmak demektir. Allah-u Teâlâ’yı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmektir. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya kavuşmak, âhırette vaat edilmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın kulundan rızâsı, âhırette belli olacaktır.
Hakk Teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbir şeyde bir tutulamaz. Çünkü sevilmeyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekr (manevi sarhoşluktur). Allah-u Teâlâ’nın davet etmesine ve beğenmesine karşı gelmektir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde, “Allah-u Teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor” buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhittir.
Allah-u Teâlâ, ısrarla âhırete çağırmaktadır. Âhıretten yüz çevirmek, Hakk Teâlâ’ya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, velâyetde ileri gitmiş olduğundan, “Âhıreti istememek kerâmettir” dedi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin âhıret için çalıştıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuştu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” birgün, deve üstünde, bir sokaktan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önleyecek yoktur) manasını işitince, aklı başından gitti. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes ziyâretine gelirdi.
Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fakat Bekâ ile şereflenerek nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtına adım atınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allah-u Teâlâ’ya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri, hûrî ve gılmânları, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgisi yokdur. Hatta bunların zıttı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibi…
Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!) Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Bir kimse, Sübhânallahi ve bi-hamdihi Sübhânallahil’azîm derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu.
Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennette, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennette bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleri, meyveleridir. Allah-u Teâlâ’nın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleştirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni’metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni’metleri Allah-u Teâlâ beğenir. Bunları tatmak, Cennette sonsuz kalmağa ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşmağa sebep olur. Zavallı Râbia, eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allah-u Teâlâ’ya bağlılıktan başka sanmazdı!
Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni’metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıktır. Bunların netîceleri, âhıret ni’metlerinden mahrûmluktur. Allah-u Teâlâ, bizi bundan korusun!
Dünya lezzetleri, eğer İslâmiyyet’in mubâh etdiklerinden ise âhırette bunların hesâbı olacaktır. Allah-u Teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline!
Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacaktır. Yâ Rabbî! Kendimize zulüm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, ziyân edenlerden oluruz.
Dünyâ lezzetleri zehirdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâçtır. Âhıreti, yâ mü’minlerin câhilleri düşünür, yâhut da en yüksek olanları… En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemektir derler.
Fârisî mısra’ tercemesi:
Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!
***
Süâl 2: O Server “aleyhi ve alâ ekmelüttahiyyat” şaşılacak riyâzetler ve sıkıntılı açlıklar çektiği halde bu yolda riyâzetleri yasak etmişlerdir. Hatta riyâzetler, sûretlerin, görüntülerin keşflerine sebeb olduğu için, zararlı olduklarını bildirmişlerdir. Sünnete uymakta zarar bulunabileceğini düşünmek, şaşılacak birşey değil midir?
Cevâb 2: Riyâzetlerin bu yolda zararlı bilindiğini nerede işittiniz? Bu yolda, daima nisbeti korumak ve sünnet-i seniyyeye uymak “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve hâllerini örtmeğe çalışmak ve orta hâlli yaşamak ve yiyecekte, giyecekte ve her şeyde orta hâli gözetmek vardır.
Bunların hepsi, riyâzât-i şâkka ve mücâhedât-i şedîdedir.
Câhiller bunları riyâzet saymazlar. Mücâhede bilmezler. Bunlara göre, riyâzet ve mücâhede, yalnız açlık çekmektir. Çok aç kalmağı pek kıymetli sanırlar. Çünkü hayvanlar gibi yaşayanlar, yemeğe ve içmeğe çok önem verdikleri için hep bunları düşünürler. Bu sebeple yememek ve içmemek bunlara ağır riyâzet ve sıkı mücâhede görünür. Bu câhiller, nisbetin hep korunmasına ve sünnete uymağa “alâ sâhibihessalâtü vesselâm” ve benzerlerine hiç kıymet vermezler. Bunun için, bunları yapmamağı çirkin görmezler. Yapmağa çalışmağı da riyâzetten saymazlar.
Görülüyor ki, bu yolda, hâllerini örtmeğe çalışmak ve câhillerin kıymet verdikleri riyâzetleri yapmamak icap eder.
Böyle riyâzetleri câhiller beğenir. Aralarında yayılarak şöhrete ve âfete sebeb olur ve sonu kötü olur. Resûlullah, (Dinde ve dünyâda parmakla gösterilmesi, insana kötülük olarak yeter. Bundan ancak Allah-u Teâlâ‘nın koruduğu kimse kurtulur) buyurdu.
Bu fakîre göre, uzun açlıklar çekmek, yemekte ve içmekde orta dereceyi gözetmekten çok dahâ kolaydır; pek hafîf kalır.
Orta hâli gözetmek riyâzeti, çok aç kalmak riyâzetinden her yönden daha üstündür.
Yüksek babam “kuddise sirruh” buyurdu ki, “Sülûkü anlatan bir kitabta gördüm: Maksada kavuşmak için yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek yeter. Bunu gözetince ayrıca zikir ve fikir lâzım olmaz.”
Sözün doğrusu da budur. Yiyecekte, giyecekte ve her işte orta dereceyi gözetmek en iyisidir.
Fârisî beyt tercümesi:
Ağzından taşacak kadar çok yime,
Açlıktan ölecek kadar az yime!
Hakk Teâlâ, Peygamberimize “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” kırk erkek kuvveti ihsân eylemiştir. Bu kuvveti ile ağır açlıklara dayanırdı. Eshâb-ı kirâm da, insanların en iyisinin sohbeti yardımı ile “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâmü vettehıyye” bu yüke katlanırlardı. Bu yüzden işlerinde ve çalışmalarında hiçbir bozukluk ve gevşeklik olmazdı. Aç iken muhârebede düşmana öyle güclü saldırdılar ki, tok olanlar bunun onda birini yapamazlardı. Bunun içindir ki, sabr eden yirmi kişi, ikiyüz kâfire gâlib gelirdi. Yüz kişi de, bin kişiye galebe çalardı. Eshâb-ı Kirâm’dan başkaları, öyle aç kalsalar, edebleri ve sünnetleri yapamaz olurlar. Belki çok olur ki, farzları yapamaz hâle gelirler.
Gücü yok iken, bu işte Eshâb-ı Kirâm’a benzemeğe kalkışmak, kendini sünnetleri ve farzları yapamıyacak hâle sokmak olur. İşitdiğimize göre, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” O Server gibi “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” hergün oruc tutmak istedi. Zayıfladı, tâkati kalmadı. Birgün yere yıkıldı. O Server “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buna üzülerek, (İçinizde benim gibi kim vardır? Rabbimin huzûrunda kalırım. Oradan yerim ve içerim) buyurdu. Görülüyor ki, gücü yetmediği şeyi yapmağa kalkışmak iyi değildir.
Eshâb-ı kirâm, insanların en iyisi kadar “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” açlığa dayanamadılar ise de, onun sohbetinin yardımı ile uzun açlıkların zararlarından korunmuş idiler. Başkaları, onlar gibi korunmuş değildirler.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: Açlığın safâ verdiği, temizlediği meydanda bir şeydir. Çok kimselerin [Sâlih olan mü’minlerin] kalbine safâ verir. Çoğunun da [Kâfirlerin ve dünyaya düşkün olan mü’minlerin] nefsine safâ verir.
Kalbin safâ bulması, insanı doğru yola götürür ve nûrlandırır. [Âlem-i emrdeki nûrlar, feyzler, hidâyet hâsıl olur.] Nefsin safâsı ise dalâlete sürükler ve zulmeti arttırır. [Nefsin safâsı, nefsin güçlenmesi demek olur ki, kalbin ve yakın kalplerin de bozulmasına sebeb olur.]
Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu. Bunları değerli birşey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Eflâtun zemânında Peygamber olmuştu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. Biz gericilikten kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız yoktur, dedi.
Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz, se’âdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı.
Bu karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı. Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi.
Kalb böyle değildir. O, yaratılışta temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmiştir. Az bir tasfiye, temizlemek ile üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar.
Nefs ise yaradılışta karanlıktır, pistir. Kalbin emri ve idâresi altına girmedikçe, dahâ doğrusu sünnete uymadıkca, islâmiyyete sarılmadıkca “alâ sâhibihessalâtü vesselâmü vettehıyye”, hattâ ve hattâ, ancak Allah-u Teâlâ’nın ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki pislikten kurtulup saadete kavuşamaz.
Eflâtun, aklı ermediği için, nefsinin safâsını, Îsâ aleyhisselâma inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” uymak ni’meti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi. Böyle belâya düşmekten Allah-u Teâlâ’ya sığınırız!
Açlığın böyle zararı da bulunduğu için, bu yolun büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehüm” açlıkla riyâzet çekmek yolunu tutmamışlar, yemekte, içmekte orta dereceyi gözetmek riyâzetine, tam ortada kalma mücâhedesine sarılmışlardır. Açlığın bu büyük tehlikesine düşmemek için, fâidelerinden de vaz geçmişlerdir. Başkaları, açlığın fâidelerini düşünerek, zararlarını göremedikleri için açlık çekmeği emr etmişlerdir. Aklı olanlar ise bir zarardan kurtulabilmek için birçok fâidelerin bırakılacağını söylemişlerdir. İslâm âlimlerinin, (Bir işin sünnet veya bid’at olduğu anlaşılamasa; bid’ati yapmamak, sünneti yapmaktan daha iyidir) sözleri de, akıl sâhiplerinin bu sözlerine benzemektedir. Çünkü bu iş, bid’at ise zararlıdır. Sünnet ise fâideleri vardır. Zararlı olabileceğini önde tutmuşlar; bid’at olabileceği için bu işi yapmamalıdır buyurmuşlardır.
Açlıkla riyâzet çekmek sünnetinin başka yoldan da zarar getirebileceği şaşılacak bir şey olmaz. Bu sözle demek istiyoruz ki, bu sünnet, yalnız Eshâb-ı kirâm için olabilir. O zaman için olması, çok ince ve örtülü bildirilmiş olduğu için, mutasavvıfların çoğu bunu anlayamamış; kendileri de böyle riyâzet yapmışlardır. Birçoğu ise, bunun o zaman için olduğunu anlayarak, kendileri yapmamışlardır.
Her şeyin doğrusunu ancak Allah-u Teâlâ bilir.
Mektubat
VELÎ ve KERAMET
Kerametler ve harikulade şeylerin zuhuru, velayet (veliliğin) şartlarından değildir. Nasıl ki âlimler, harikulade haller göstermekle mükellef değildirler; evliya dahi, harika hallerin zuhuru ile mükellef değildirler. Zira velayet, Yüce Sultan ALLAH’a yakınlıktan ibarettir; masivayı unuttuktan sonra, evliyasına onu ikram eder.
Bir şahıs vardır ki, bu yakınlık kendisine ihsan edilir fakat gayb işlere ve hadiselere muttali olma verilmez. Başka bir şahıs vardır ki, kendisine bu yakınlıkla birlikte gayb işlere ve olan hadiselere muttali olma dahi verilir. Üçüncü bir şahıs da vardır ki, bu yakınlıktan yana kendisine bir şey verilmezken gayb işlere muttali olma kendisine verilir. Bu son anlatılan üçüncü şahıs, istidraç ehlindendir. Nefsinin safası, kendisini gayb keşiflerine mübtela edip dalâlete düşürmüştür.
Meali şu olan âyet-i kerime de, onların haline alâmettir:
«Onlar, kendilerinin bir şey üzere olduklarını sanırlar; dikkat ediniz, onlar yalancılardır. Onları şeytan istilâ etmiş; ALLAH’ı zikretmeyi onlara unutturmuştur. İşte onlar şeytan fırkasıdır. Dikkat ediniz; şeytanın fırkası, hüsranda olanlardır.» (58/18-19)
Üstte anlatılan birinci ve ikinci şahıs, Allah’ın velî kullarından ve yakınlık devleti ile müşerref olanlardır ki gayblerin keşfi, onların velayetine bir şey artırmadığı gibi gaybleri keşfetmemek dahi, onların velayetinden bir şey eksiltmez. Aralarındaki farklılık, yakınlık dereceleri itibarına göredir. Çoğu kez, gaybî suretlerin keşfine sahib olmayan; o suretlerin keşfine sahib olandan daha faziletlidir. Hatta kıdem olarak ondan daha ileridir. Bu da, onun için yakınlık meziyetinin hâsıl olmasından ileri gelmektedir.
Üstte anlatılan manayı Avarif kitabı sahibi açık olarak anlattı. Bu zat, şeyhler şeyhi olup bütün taifelerin de makbulüdür. Üstte anlatılan manayı, benden tasdik etmeyen, o kitaba müracaat etsin. Zira o, harika halleri ve kerametleri zikrettikten sonra, bunları orada şöyle anlattı: “Bütün bunlar, ALLAH’ın hibeleridir. Bir kavme/bazı velilere, bu gibi haller verildiği halde onlardan daha faziletli olan diğer bir kavme/bazı velilere keşif ihsanlarından yana bir şey verilmez. Zira, onların tümü, yakînin takviyesi içindir. Bir kimseye katıksız yakin ihsan edildikten sonra, o keşif cinsi şeylere hacet kalmaz. Bütün bu kerametler, zikrin kalbe yerleşip cevherleşmesi ve zât zikrinin meydana gelmesinden daha aşağıdır.”
O zatın kelâmı, bu kadardır.
Şeyh’ül-İslâm lakabı ile anılan bu taifenin imamı Hace Abdullah Ansarî ise Menazil’üs-sairin adlı kitabında şöyle anlattı: “Feraset iki çeşittir; biri marifet ehlinin feraseti, diğeri de açlık ve riyazet ehlinin feraseti… Feraset ehlinin marifeti; Yüce Hakkın huzuruna lâyık olanla onun huzuruna yaramayanı ayır etmelerinde geçerlidir. Bir de, ALLAH’ın zikri ile meşgul olup hazret-i ceme vâsıl olanları bilmeye yarar. Açlık ve riyazet ehlinin feraseti ise, mahlukata mahsus ve gaybi olan bir kısım suret ve şekillerin keşfi ile gaybden verilen haberlere yarar.
Âlem halkının pek çoğu, Sübhan Allah’tan kesilmiş ve dünya ile meşgul olduğundan, onların kalbi suretlerin keşfine ve mahlukat hallerinden kendilerine gizli kalan şeylere meyillidirler. Bunun için de, bu feraset ehlini büyük bilip kendilerini ehlüllah ve O’nun has kulları bilmişlerdir. Dolayısı ile hakikat ehlinin keşfinden iraz edip/yüz çevirip kendilerini Allah-ü Teâlâ’dan verdikleri haberde itham etmişler/kabahatli görmüşlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir: Eğer bunlar, ehlüllah/Allah dostu olsalardı, bize gaybe bağlı hallerden ve diğer mahlukatın durumlarından haber verirlerdi. Mahlukatın hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre bundan daha üstün hallerin keşfine nasıl güçleri yeter?
Böylece, bu fasit kıyasla, onların Yüce Vacib Zat’ın zat ve sıfatına taalluk eden ferasetlerini/keşiflerini yalanlarlar. Böylece, sahih haberler karşısında basiretleri kapanır. Amma, bilmezler ki: Allah-ü Teâlâ, onları mahlukatın mülâhazasından alıp kendi mukaddes zatına has kılmıştır. Kendilerini himaye edip sakındığından kendi masivası ile olmaktan onları korumuştur. Eğer onlar, mahlukatın hallerine girenlerden olsalardı; Sübhan Hakka yaramaz olurlardı.”
Bu zatın kelâmı dahi bu kadardır. Daha başka şeyler de söylemiştir.
Ben Hazret-i Şeyhimden (k.s.) duydum, Muhyiddin b. Arabi’nin şöyle yazdığını söyledi: “Kendisinden çokça kerametler zuhur eden bazı velî kullar vardır ki, bu kerametler ve harika haller kendisinden zuhur ettiği için pişman olur. Temenni yollu şöyle der: Keşke bu kerametler, benden zuhura gelmeseydi/keşke bunları göstermeseydik..”
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, fazilet, harika hallerin çokça olması itibarı ile olsaydı; bu şekilde bir pişmanlık söz konusu olmazdı.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Harika kerametlerin zuhuru, velayette şart olmadığına göre; velî olanı, velî olmayandan ayırt etmek nasıl olacak?. Hak ile batıl (haklı olanla haksız olan) nasıl açığa çıkacak?
Bunun için şu cevabı veririm: Ayırt etmek lâzım değildir; o kadar ki, haklı batıl olanla karışıktır. Zira bu dünya hayatında hakkın batıla karışık olması lâzımdır. Velînin velayetini (veli olduğunu) bilmek ise, asla lâzım değildir.
Velî kullardan bazıları vardır ki; kendi velayetlerine dahi muttali değillerdir; onların velayetine başkalarının vakıf olması nasıl lâzım olsun?.
Bir peygamberde harika hallerin bulunması mutlaka gereklidir. Ta ki, peygamber olan, peygamber olmayandan ayırt edile. Zira peygamberin nübüvvetini bilmek vaciptir. Velî ise Peygamberinin şeriatına davet ettiğine göre, peygamberinin mucizesi kendisine kâfidir. Eğer velî, şeriatın dışında bir şeye davet emiş olsaydı, elbet onun için harika bir şey gerekli olurdu. Amma onun daveti, peygamberinin şeriatına mahsus olduğundan, kendisine asla (harika haller) keramet lâzım değildir.
Âlimler, şeriatın zahirine davet eder; evliya ise, şeriatın hem zahirine, hem de batınına davet eder. Müridlere, öncelikle tevbe ve inabe (yönelme) yolunu gösterirler. Ve onları şer’i hükümleri yerine getirmeye teşvik ederler. İkinci olarak da, onları, Yüce Hakkın zikrine/zikir yoluna ulaştırırlar. Bütün vakitlerini ALLAH’ın zikri ile doldurmaları için, tekidle üzerinde dururlar; taa, zikir istilâ edip kalbde zikri edilen Zat’tan başkası kalmayıncaya kadar.. Ta kî: Tüm masivadan yana unutmak husule gele.. O kadar ki: Eşyayı hatırlama onlara teklif edilse, hiç hatırlayamazlar.
Yakine dayalı/kesin mana odur ki: Şeriatın zahirine ve batınına olan bu davet için harikulade hallere velînin asla ihtiyacı yoktur.
Şeyhlik ve müridlik üstte anlatılan davetten ibaret olup onun harika işlerle bir ilgisi yoktur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen biz deriz ki: Anlayışlı bir mürid, istidadlı bir talip, sülük esnasında her an, Şeyhinin harika hallerini ve kerametlerini hisseder. Her zaman için, gaybe dayalı işlerde ondan yardım talebinde bulunur. Kendisinden yardım da görür. Bu gibi hallerin başkalarına gösterilmesi lâzım değilken, müridlere kerametler içinde kerametler vardır; harikalar içinde harikalar vardır.
Mürid, şeyhinin harika hallerini nasıl müşahede etmesin ki?.. Zira şeyh, ölü kalbleri diriltip müşahedeye ve mükâşefeye ulaştırdı.
Avam halk arasında, cesedi diriltmek, büyük bir iş iken, havas kullar arasında ise kalbi ve ruhî ihya/diriltmek, açık/büyük bir delildir.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Risale-i Kudsiye’de Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı: “Cesedi ihya, insanların pek çoğu katında muteber olunca, ehlüllah ondan iraz edip/yüz çevirip ruhî ihya ile meşgul oldular; ölü kalbi diriltmeye yöneldiler.
Gerçek olan şu ki: Kalbi ve ruhî ihyaya nisbetle cesedi ihya, yolda bırakılan bir şey gibidir; ona nazaran abesle iştigal cinsine dahildir. Zira, bu cesedi ihya, sayılı günlerin hayat sebebidir; amma öbürü, daimî hayata vesiledir.
Hatta biz şöyle deriz: “Hakikatta ehlüllahın varlığı, kerametlerden bir keramettir; onların varlığı dahi, Allah-ü Taâlâ’nın rahmetlerinden bir rahmet; ölü kalbleri diriltmesi ise, O’nun büyük âyetlerinden bir âyettir.
Bu taifeden haklıyı batıldan ayırt eden alâmet şudur: Bir şahsın şeriat üzerine istikameti var ise; onun meclisinde, kalb için Sübhan Hakka meyil ve teveccüh hâsıl olur ise; masivaya karşı da soğukluk meydana gelir ise, işbu şahıs, haklı bir şahıstır. Değişik derecelere göre de evliyadan sayılmak hakkıdır.
Üstte anlatılan mana, Hakk Sübhanehu ile münasebeti olanlar içindir; o kimse ki, münasebetsizdir; katıksız mutlak mahrumdur.
Bir şiir:
Bir kimsenin ki, hidayet meyli içinden gelmez;
Peygamberin yüzünü görmek dahi fayda etmez..
***
Hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustafa’ya iltizam edenlere selâm.. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar..
Mektubat-ı Rabbanî
*******
Kerametler iki kısımdır: Hissî (duyulup görülebilen) ve mânevî (duyulamayan, görülemeyen)… Avam tabakası ancak hissî olanı, gözle görülüp kulakla duyulabileni anlayabilir. Meselâ gönülden geçeni bilmek, kimsenin muttali’ olamadığı geçmiş hadiselerden haber vermek, şu anda başka bir yerde vuku bulmakta olan bir hâdiseyi, vâki’ olacak bir işi bilmek, su üstünde yürümek, ateşte yanmamak, tayy-i mekân yapmak, topluluklar içinde gözlerden gizlenmek, aynı anda birkaç yerde görünmek gibi…
Fakat manevî kerametlere gelince bunu ancak ALLAH’ın kullarından havâs tabakasında olan-lar bilebilirler. Avamdan olanlar bunları bilmez, farkına varmaz. Bunlar da şer’i şerifin beyân ettiği edeblere riâyet etmektir: Mekârim-i Ahlâk-ı incelikleriyle yaşamaya muvaffak kılınmak, bir sürü safsatalardan ictinâb etmek, Farz ibadetleri mutlaka vakitlerinde edâ etmeye azimli olmak ve bunda itina göstermek, hayırlı amellere koşmak, kalbinde insanlara karşı zerre kadar kin, kibir, hased taşımamak, kalbi bütün mezmum (yerilmiş, kötü) vasıflardan temizlemek, nefy-u isbât ve murakabelerle bir tek nefesini gafletle geçirmemeye dikkat ederek kalbini süslemek, kendi bâtınında ALLAH’ın hukukuna riayet etmek, kalbinde Rabb’ının âsârını aramak, her nefes alıp verdikçe onu murâkabe edip gaflet etmemek. Her nefes alıp verişinde onu muhafaza etmek, her an huzur halinde bulunmaktır. Bütün bunlar evliyâullahın mânevi kerametleridir. Bunlara ne bir mekir, ne bir istidrâc te’sir ede-mez. Çünkü bunların her birisi ALLAH’a ezelde verilen ahdin ifâsına sadakatle çalışmaktır: Ahd-e vefadır. Garazsız, ivazsız tertemiz niyetle ALLAH’a dönüştür. Hâlık’ın vücuda getirdiği her şeyde kazâya rızadır. Bu kerametlerde ne melaike-i mukarrebûn, ne de ALLAH’ın seçilmiş kulları bir tesirde bulunamazlar. Hissî kerametlere ise her zaman hile girebilir; mekirden salim kalacak denemez.
Böyle şeyleri, hakîkatına nüfuz edemediğimiz için keramet zannettiğimiz de olur. Halbuki kerâmet olabilmesi için istikâmet üzere bulunması lâzımdır. İstikâmet üzere değilse ona kerâmet denmez. Halbuki menevî kerametler bu gibi tehlikelerden sâlimdir.
TEVHİD’in temeli ve buna itikadın en doğru ifadesi şöyle demektir: “ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, öldükten sonra dirilmeye, kaderin hayrı ve şerri ile ALLAH’tan olduğuna; hisaba, mizana, cennete, nara (cehenneme) ve bütün bunların hak ve gerçek olduğuna inandım; hepsi haktır, gerçektir.” f
.
ZAT-I VACİBUL VUCUD
ALLAH-U TEÂLÂ tektir. O’nun tekliği, sayı cinsinden değil, eşi ve benzeri olmaması itibariyledir.
Muhakkak ALLAH-U TEÂLÂ, mukaddes zatı ile mevcuttur (başka hiçbir şeye muhtaç olmaksızın kendi kendine daimi -ezelden ebede- vardır). Onun yüce mukaddes Zatı için ezelde bir yokluk söz konusu olmadığı gibi ebedlerde dahi söz konusu değildir. m
O’nun sıfatları ve fiilleri, zatı gibi keyfiyet ve benzerlikten münezzeh olup, imkân âlemindeki varlıkların sıfat ve fiilleri ile arasında -isim benzerliği, lafız ortaklığı hariç- hiçbir ilişki, benzerlik asla söz konusu değildir. m
O, yarattığı şeylerden hiçbirine (hiçbir cihetten) benzemediği gibi, yaratılanların hiçbiri de O’na (hiçbir cihetten) benzemez. f
Zatında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ve mülkünde ortağı yoktur. c
O, isimleri ile zâti ve fiili sıfatları ile ezelden ebede bâkîdir.f
Bu sıfatlar O’nun zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır (Zatının aynı olduğunu söylemek olmadıklarını söylemek manasına geldiği, gayrı olduklarını söylemek ise zatından gayrı mutlak beka sahiplerinin olduğunu söylemek manasına geldiği için ‘ne aynıdır, ne de gayrıdır’ deriz). n
ALLAH-U TEÂLÂ’nın kâmil sıfatlarının başlıcası şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelâm, tekvin… Bu sekiz sıfat için Sıfat-ı Hakikiye (veya subutî sıfatlar da) denir.
Diğer sıfatlar yukarıda zikredilmiş olan selbi sıfatlardır: (Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetün lil havadis, Kıyam bi Nefsihi)
Fiilî sıfatları ise tahlik (yaratma), terzik (rızıklandırma), inşa’ (yeniden yaratma), ibdâ’ (örneksiz ve eşsiz yaratma) ve sun’ (san’atlı yaratma) ve buna benzer sıfatlardır.
Zikredilen bütün bu sıfatlara veya burada zikredilmeyen diğer sıfatların hepsine Zâtî sıfatlar (Zâtına ait sıfatlar) da denir. c
ALLAH-U TEÂLÂ’nın sıfatlarında, mahlukatı yaratması ile herhangi bir değişiklik olmamıştır. t
ALLAH-U TEÂLÂ, mahlukatı yaratmadan önce de onların ne yapacaklarını bilici, onları yaratmadan önce de yaratıcı ve onları rızıklandırmadan evvel de rızık verici idi.t
O ilmiyle daima bilir; ilim O’nun ezelden sıfatıdır. f
Kudreti ile kâdirdir. Kudret O’nun ezelden sıfatıdır. f
Kelâmiyle söyler, kelâm O’nun ezelden sıfatıdır. f
Yaratması ile daima hâlıktır, yaratmak O’nun ezelden sıfatıdır. f
[Tekvin, ALLAH-U TEÂLÂ’nın ezeli sıfatıdır. Bu, âlemi ve her bir cüzünü, ezelde değil, “var olacakları vakit” ilmine ve irâdesine uygun şekilde halk etmesidir. n]
Fâil (her ne yaparsa Kendi fiiliyle yapan), O ALLAH-U TEÂLÂ’dır; bu da O’nun ezelden sıfatıdır. f
Yapılan (yaratılan) şeyler mahlûktur. ALLAH-U TEÂLÂ’nın fiili (yaratması, yaratma fiili) ise mahlûk değildir. O’nun sıfatları ezelidir; sonradan olma değildir, yaratılmış da değildir. Her kim bunların aksini söylerse veya şüphe ederse, şüphe ile duraklarsa ALLAH-U TEÂLÂ’yı inkâr etmiş olur. f
ALLAH-U TEÂLÂ araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, musavver değildir (şekillenmiş değildir), mahdut (sınırlı) değildir, ma’dud (adetlenmiş) değildir, kısımlara ayrılmış-cüzlere bölünmüş, cüzlerden teşekkül etmiş, sınır-lar ile kuşatılmış değildir; bütün bunlardan münezzehtir. n
Zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri her türlü noksanlık ve zevalden münezzehtir; SÜBHAN’dır. Gelmek, gitmek, inmek, çıkmak, uyumak, uyanmak, yemek, acıkmak, gülmek, hüzünlenmek, ayrılmak veya bir şeyle bitişik olmak, büyümek veya bir ölçüde kalmak, bir şeyin içine girmek veya bir şeyden çıkmak, hareket etmek veya sakin olmak, yürümek veya bir yerde karar kılmak, bir mekanda veya cihette bulunmak gibi mahiyet (nasıllık) ve keyfiyet (nicelik) ifade eden hiçbir vasıflarla vasıflanamaz. c
O, Arş üzerinde Kendisinin beyan buyurduğu şekilde müstevidir. Bununla beraber orada cismi bir şekilde yerleşmek, karar kılmak, hulûl etmek ve dolaşmak gibi şeyler düşünülemez. Arşın Rabbi arşın fevkinde (üstünde) dir tabiri oraya yerleşme ve bitişme vasfı olmadan yücelik ve azamet itibari ile söylenir. Kuvvet ve galebesi ile Arş’ı istila etmiştir. O, Arş’tan da ondan küçük varlıklardan da müstağnidir. ct
O, Arş, arz (yer), sema (gök) her şeyin üzerindedir. Bu üzerinde olmak, Arş ve semâ üzerine yaklaşıp uzaklaşmak gibi mekânsal bir manada değildir. Bununla birlikte O, her varlığa keyfiyetsiz yakındır.
Vehimler ve fehimler O’nunla ilgili her ne düşünüp tasavvur ediyorsa o, O değildir.
O’nun sıfatlarının hiç biri mahlûkatın sıfatlarına benzemez. Bilir, bilmesi bizim bilişimiz gibi değildir. Her şeye kâdirdir, O’nun kudreti bizim gibi değildir. Görmesi, işitmesi bizim görmemize ve işitmemize benzemez. Konuşması da bizim konuşmamıza benzemez. Biz, organ ve harf gibi vasıtalarla konuşuruz. O ise uzuvsuz ve harfsiz söyler/söylemesi için vasıtaya ihtiyaç yoktur. Harfler mahlûktur, O’nun kelâmı mahlûk/yaratılmış değildir. f
Kur’an’da zikredildiği gibi ALLAH-U TEÂLÂ’nın (keyfiyetsiz) yed (el)i, vech (yüz)i ve nefsi kendine has sıfatlarıdır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen bu yed (el), vech (yüz) ve nefs keyfiyetsiz sıfatlardır/nasıl olduğu bilinemez.f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yed’inden maksat O’nun kudreti-dir veya nimetidir denilemez. Zira bu taktirde sıfat iptal edilmiş/yok sayılmış olur. Bu, Kaderiye ve Mutezile’nin görüşüdür. O’nun yed’inin keyfiyetsiz sıfat olması gibi gazabı ve rızası da keyfiyeti (nasıl olduğu) bilinmeyen iki sıfatıdır. f
***
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yüce sıfatlarından hangisini, âlimler Farsça/Arapça’dan başka bir dille zikretmişse -Yed’in karşılığı olan el hariç- onu ALLAH-U TEÂLÂ için söylemek caizdir. Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak (Vechullah tabirinin karşılığı olarak) “Be-Rûy-ı Hüdâ” demek de caizdir. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yakınlığı ve uzaklığı mesafe itibariyle değildir. Bu, kerâmet (Allah katında kıymetli, keremli, faziletli) ve zillet (Allah katında düşük, hakir) manasınadır. f
İtaatkâr olan, keyfiyetsiz olarak O’na yakındır. Âsi olan da keyfiyetsiz olarak O’ndan uzaktır. f
Cennette ALLAH-U TEÂLÂ’ya komşu olmak ve O’nun huzurunda bulunmak da böyledir (keyfiyeti, nasıl olduğu bilinemez). f
***
ALLAH-U TEÂLÂ, eşyayı (var olan) bir şeyden (maddeden) yaratmadı, yoktan var etti. f
Âlem (kâinat), bütün cüzleri ile yaratılmıştır. n Kâinatın kadim veya bâki olduğunu söylemek veya bu hususlarda şüpheye düşmek küfürdür. c
ALLAH-U TEÂLÂ eşyayı yaratmadan önce de onu ezelde bilendir. Eşyayı takdir eden ve ona dilediği gibi hükmeden O’dur. f
Dünya ve ahirette hiçbir şey O’nun dilemesi, ilmi, kazâsı, kaderi ve Levh-i Mahfuz’da yazısı olmaksızın meydana gelmiş ve gelecek değildir. Ancak Levh-i Mahfuz’daki yazısı, vasıf suretiyledir; hüküm olarak değil. (Nasıl olduğunu ezelde bilmesi ve dilemesi ile yazdı; istediği şekilde olmasına hükmederek değil.) f
Kazâ, kader ve bunlara ait meşiet -dileme ve irâde etme-, O’nun ezelde mevcut olan keyfiyetsiz (nasıl olduğu bizce bilinmeyen ama bildirildiği gibi îmân edilmesi gereken) sıfatlarıdır. f
ALLAH-U TEÂLÂ, ma’dumu (yok olanı) yokluk halinde bildiği gibi, onu yokluktan varlığa çıkardığı zaman da nasıl olacağını bilir. Mevcudu (var olanı), var iken var olarak bildiği gibi, onun yokluğunun nasıl olacağını da bilir. ALLAH-U TEÂLÂ, ayakta duranı bu haliyle bildiği gibi oturduğunda da oturuş halini bilmesi, O’nun ezeli ilminde değişiklik olmadan ve sonradan bilme hali ortaya çıkmadandır. İlminde değişme, başkalaşma ve ihtilaf yaratılmışlarda olur/O’nun ilminde ve diğer sıfatlarında asla bir değişiklik olmaz, değişen mahlûkattır. f
Bir kimse tevhid (akaid) ilminin inceliklerinden herhangi birisinin anlaşılmasında bir güçlük (şüphe) ile karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, “ALLAH katında doğru olan ne ise, ona inandım” demesi o kişi üzerine borçtur. Arayıp geciktirmesi caiz olmaz. Bu hususta tereddüt ederek beklemek, duraklamak mazur görülmez. (Bilinmesi ve inanılması zaruri olan bir meselede) Eğer tereddüt ederek beklerse, önemsemediğinden duraklarsa küfre varır. f
[İmanın zıttı olan küfrün en kısa tarifi şöyledir: Şüphe, cehalet ve inat gibi sebeplerle iman edilmesi gereken şeylerin birini veya hepsini inkâr etmek/kabul etmemek ve şer’an tâzimi vacip olan şeyleri tahkir ve tahkiri vacip olan şeylere de tâzim etmektir.
Din-i İslâm-ı Mübin’in (ister itikadî olsun, ister ise âmel ile ilgili olsun) kat’i bir hükmünü kabul etmemek veya inkâr etmek, kesin bir helâlini haram veya kesin bir haramını helâl saymak küfre sebep olduğu gibi o hükümleri hafife almak veya onları değersiz ya da gereksizmiş gibi gösteren itikat, söz ve fiiller de küfre sebeptir. Çünkü bu gibi söz veya fiillerde ya bir ayet-i kerime veya bir hadis-i/sünnet-i şerif ve yahut da ümmetin icmâı ile sabit olan bir hükmün inkârı veya tahkiri ya da tahfifi vardır. Bu, ister söz ile olsun ister ima ve hareket ile fark etmez. İster muhtevasına inanarak olsun, ister muhtevasına inanmadan sırf eğlenmek için olsun yine aynıdır; iki şekilde de küfre sebeptir. Zira bu, dini hafife almış olmanın veya tahkir ediyor olmanın bir tezahürüdür.
Âlimlerin çoğunluğuna göre, küfre sebep olan şey zaruret olmaksızın ve isteyerek yapılsa fakat küfür kast edilmese veya küfür olduğu bilinmese de sonuç değişmez, küfür olur. Çünkü küfre düşüren sözler ve fiiller ile ilgili ilimlerin öğrenilmesi farz-ı ayn olduğu için böyle önemli bir meseleyi bir müslümanın bilmemesi ya da öğrenmemesi mazeret değil ayrı bir suçtur, ayrı bir günahtır.
Bilmemenin mazeret sayılması ise sadece yeni Müslüman olmuş ve söz konusu hususları öğrenecek bir zamanın geçmediği durumlar ile bilinmesi herkes tarafından mümkün ve zaruri olmayan haller ve dini bilgilerin öğrenilmesi kolay olmayan diyarlarda geçerli olabilir.
Örneğin, bir kimse, amentünün esaslarından birini kabul etmese veya faizin, zinanın, içkinin haram olmadığını ya da namazın, orucun, tesettürün farz olmadığını söylese küfre düşer. Çünkü bunlar gibi zaruriyat-ı diniyyeden olan ve hemen her müslüman tarafından bilinen hüküm-leri bilmemek mazeret değildir. Ancak, her müslümanın bilemeyeceği, bilinmesi ancak ilim ehline mahsus bir mevzuda hak olanın aksini savunmak küfre sebep olmaz. Bununla birlikte, o mevzunun hakikati izah edildikten son-ra yine de aynı fikirde ısrar edilmesi küfre sebep olur.
Söyleyeni küfre götüren sözlerin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ile söylenmesi gerekir. Başka söz söylemek niyetinde iken yanlışlıkla ağızdan küfür sözü çıkıverse bu söz küfür olmaz. Hata ile söylenen bu çeşit sözler küfre sebep olmasa da, yine de tövbe-istiğfar edilmesi daha doğrudur.
Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya te’villi olarak söyleyen veya küfre sebep olduğu ehl-i sünnet âlimleri arasında ihtilaflı olan bir sözü bilerek söyleyen küfre girmezse de imanını tazelemesi iyi olur.
Kişinin kalbine bazı küfür sözleri gelse de bunları tasdik etmese ve dile getirmese, bu durum onun imanlı olduğunun göstergesidir. Vesveseye kapılmadan, o sözlerin peşinde sürüklenmeden onları kalbinden def etmeye çalışmalıdır.
Küfre sebep olan sözler, tehdit, zor ve baskı altında ve zorlama tam ise -öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi gibi- kalbiyle tasdik etmeden dili ile zoraki söylense, küfür olmaz.
Küçük olsun büyük olsun, işlenen veya işlenmeyen günah helâl veya güzel ya da basit görülmedikçe ve haramlığı da inkâr edilmedikçe küfre sebep olmaz. Ancak günahta ısrar etmek, ısrarla günaha devam etmek küfür üzere ölmenin sebeplerindendir.
Küfre düştüğü kesin olan kişinin daha evvel yaptığı ibadetleri silinir; tövbe eder ve İslâm’a yeniden girerse yapmış olduğu haccını iade etmesi; evli ise, nikâhını yenilemesi gerekir.
Küfür olduğu kesin olan bir şeyi bir kimse söyler veya öyle inanırsa, o halden tövbe edip dönünceye kadar, o kimsenin ne namazı, ne orucu ne de başka ibadeti asla kabul olunmaz.
Tövbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek yeterli değildir; küfre sebep olan şey ve itikattan da tövbe edilmesi gerekir.
Mü’minler hakkında hayır sanıda/hüsn-ü zanda bulun-manın gereği olarak, her ne zaman küfre sebep olan bir mesele vuku bulsa; o meselenin iki veya daha çok veçhi/ manası olsa; bunlardan çoğu küfre sebep gözükse de bir veçhinde küfür manası olmasa; meseleye, küfre sebep olmayan tarafla söylenmiş olabileceği gözüyle bakmak gerekir. Fakat söyleyenin niyeti, küfre sebep olan mana ise birinin onu hayra yorması ona fayda vermez.
Bir hadis-i şerifte “Kim kardeşine küfür isnat ederse, ikisinden biri mutlaka kâfir olur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” buyrulur.
Bu sebeple İmam-ı A’zam rahmetullahi aleyh der ki: “Kendime, kimsenin küfrüne fetva vermemeyi lazım getirdim.”]
ALLAH-U TEÂLÂ’nın ezeli sıfatlarından biri Mütekellim ’dir (kelam edici, söyleyicidir). O’nun kelamı (söylemesi) ses ve harf cinsinden değildir. ALLAH-U TEÂLÂ bu sıfatı ile tekellüm eder, emreder, yasaklar ve haber verir. n
Allah-u Teala, ezelden ebede kadar tek bir kelâm ile mütekellimdir. Emrini, nehyini onunla haber verir. m
Tevrat, İncil, Zebur, Furkan ve enbiyaya inzal olunan sair suhuf, bütün hepsi o bir kelâma delalet etmektedir; ona alâmet olup onun tafsilidir. m
O kelâm ki, bir an (an ibaresi, ibarenin darlığındandır çünkü orada an da yoktur) içinde sudur eder; tek kelimedir. Hatta bir harf, hatta bir noktadır. Burada nokta ibaresi dahi, an ibaresi gibi ibarenin darlığından dolayı vaki olmuştur (kullanılmıştır). Halbuki (o makamda) noktanın yeri yoktur. O yüce Zat, Zatı ile sıfatları ile mümkinin sıfatlarından olan darlıktan ve genişlikten münezzeh ve müberradır. m
Kur’an-ı Kerim, ALLAH-U TEÂLÂ’nın kelâmıdır. Mushaflarda yazılan, kalblerde hıfz olunan (ezberlenen), dillerde okunan ve Nebi ‘aleyhisselatü vesselam’a inzâl olunandır. (Fakat o, bunların hiç birine hulul etmiş/girmiş değildir.) Kur’an’ı telaffuz edişimiz mahlûktur (yaratılmıştır), onu yazışımız mahlûktur; Kur’an ise mahlûk değildir, yaratılmamıştır (Kim Kur’an’ı işitir ve “O, beşer kelâmıdır” derse muhakkak küfre düşer).f
ALLAH-U TEÂLÂ, Kur’an’da Mûsa ve diğer enbiyadan; firavun ve iblisten hikâye yollu buyurduklarının hepsi haber verme cinsinden O’nun kelâmıdır. Mahlûk değildir. Musa “aleyhisselâm” ve diğer mahlûkların kelâmı ise mahlûktur, yaratılmıştır. ALLAH-U TEÂLÂ’nın kelâmı Kur’an-ı Kerim kadimdir/ezelîdir (başlangıcı ve sonu yoktur). Başkalarının kelâmı ise böyle değildir. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın bütün isim ve sıfatları, aralarında fark olmaksızın azamet ve fazilette eşit oldukları gibi; kelâmullah yönü ile Kur’an’ın bütün ayetleri, fazilet ve büyüklük bakımından birbirine eşittir. Fakat bazıları için zikir fazileti, bazıları için zikredilenin fazileti vardır. Ayet’el-Kürsi ve İhlas Suresi’nde olduğu gibi. Çünkü bu ayetlerde zikredilen ALLAH-U TEÂLÂ’nın celali (yüceliği), azameti ve sıfatlarıdır. Bu ayetlerde hem zikrin hem de zikredilenin fazileti cem oldu. Bazı ayetler için ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi… Bu ayetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur. Çünkü onlar küfür ehlidirler. f
.
ALLAHU TEALA’YI GÖRMEK
Müminler, ALLAH-U TEÂLÂ’yı, şekli ve keyfiyeti olmayan bir görüşle, cennette, arada bir mesafe olmaksızın, (mekândan, cihetten, karşı karşıya bulunmaktan, kuşatılmaktan münezzeh olarak) teşbihsiz (bir şeye benzetmeksizin) ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir. m
Çünkü keyfiyetsiz ile alakalı rü’yet, keyfiyetsiz olur. Hatta görecek olan dahi keyfiyetsizlikten bol nasiplere nail olur ki keyfiyetsiz olanı görmeye güç yetirebilsin. m
Muhakkak ALLAH-U TEÂLÂ, bu muammayı, havasın dahi hası kullarına açmıştır. Bu manayı onlara inkişaf ettirmiştir. Bu derin mesele, o büyükler katında tahkike dayalı olup onlardan başkalarına da taklid yolludur. m
Ehl-i sünnetten başka muhalif fırkalardan hiçbiri bu meseleyi (rü’yeti) kabul etmemiştir; ister müminleri, isterse de küfre düşenleri olsun… Bu büyük zatlar hariç, hemen hepsi Sübhan Hakk’ın rüyetini imkansız kabul etti. m
Muhalif olanların gösterdikleri delil, dünya şartlarını ahiret şartları ile kıyaslamaktır. m
Bu gibi derin meselelere imanın meydana gelmesi, Resulullah Efendimizin sünnet-i seniyesine mütabaat nuru olmadan zordur. O sünnet-i seniyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet… m
[İslam’ın ayakları ancak teslimiyet ve kabullenmek üzerine kuruludur. Kim ki bilinmesi kendisinden men olunan (müteşabihatı) bilgiyi arayıp, anlayışı da teslimiyetle ikna olmasa, bu talebi, kendisinin hâlis tevhid’i, sâfî marifeti ve sahih imanı elde etmesine imkân vermez. (Bu durumda o kimse) vesveselere kapılmış, şaşkın, şüphe ve tereddüt içerisinde, yolunu şaşırmış bir halde; küfür ile iman, tasdik ile yalanlama, ikrar ile inkâr arasında gider, gelir. Ne tasdik eden bir mü’min, ne de yalanlayan ve inkâr eden bir kimse olur t
Selâm yurdu ehlinin Allah’ı görmeleri hususunu, herhangi bir vehim ile kabul eden yahut belli bir anlayışa göre te’vil edenlerin ru’yetüllaha imanları sahih olmaz. Zira ru’yetüllah’ın da, rubûbiyetle alakalı her bir hususun da asıl te’vili, te’vili terk etmek ve teslim yoluna bağlanmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir. t
Nefy etmekten (Sıfatları yok saymaktan) ve teşbihten (Sıfatları bir şeye benzetmekten) sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi (O’nun noksan sıfatlardan münezzeh olması hususunda) isabetli olamaz. t
Şüphesiz ki yüce ve celil olan Rabbimiz vahdaniyet ve ferdaniyet sıfatları ile vasıflanmıştır. O’nun gibi (sıfatlarındaki manaya sahip) hiçbir şey yoktur. t
O (Allah-u Teâlâ) sınırlardan, azalardan, araç ve gereçlerden yücedir, münezzehtir. Diğer yaratılan şeyleri (keyfiyetsiz) kuşattığı gibi altı yön O’nu kuşatamaz. t
ALLAH-U TEÂLÂ’yı beşere özgü hususiyetlerden birisi ile vasfeden kimse küfre düşer, kâfir olur. Basiretiyle bunu idrak eden, gerekli ibreti alır, küfür ehlinin sözlerine benzer söz söylemekten uzak durur ve bilir ki, O, sıfatları bakımından beşer gibi değildir. t]
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, cennet ve cennetten başka şeylerin tamamı, bütünüyle Sübhan Hakka nis-betle eşittir. Çünkü onların hepsi ALLAH-U TEÂLÂ’nın mahlukudur. Onlardan herhangi bir şeye, o Sübhan Zat’ın hulul etmesi ve temekkünü (yerleşmesi) söz konusu değildir. Fakat mahlukatın bazısında, yüce Sultan ve Vacib Zat’ın nurlarını zuhura getirme (gösterme) liyakati vardır; bazısında da yoktur. Nitekim aynada, suretleri zuhura getirme özelliği varken taşta ve kiremitte yoktur. Müsavatın bulunmasına rağmen değişiklik işi bu anlatılan tarafta olup, yüce Sübhan Hak katında değildir.m
Rüyet, dünyada vaki olmayacaktır. Zira bu dünya mahalli, (rü’yet) devletini göstermeye kabiliyetli değildir. Her kim, rüyetin dünyada vuku bulacağına kail olursa, o yalancı ve müfteridir. Sübhan Hakk’ın gayrını Hakk sanmıştır. Eğer bu devlet, bu dünya hayatında müyes-ser olsaydı; Musa Kelimullah (as) bu devlete en haklı olurdu. m
Her ne kadar Resulullah (sav) Efendimiz bu devletle müşerref olduysa, onun vukuu dünyada olmadı. Elbette cennete girdi; orada gördü. Cennet dahi ahiret alemindendir. O, dünyada iken görmüş değildir. Elbette, dünyadan çıktı; ahirete geçti ve gördü… m
***
Mi’râc haktır (gerçektir). Onu reddeden, hak yoldan sapmıştır, bid’atçıdır. f
Muhakkak Nebi-i Ekrem ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz geceleyin -Mekke’den Kudüs’e- götürülerek bedeni ile semaya, oradan Allah’ın dilediği yüce makamlara yükseltildi. ALLAH-U TEÂLÂ ona, dilediği şeyleri ikram etti, vahyettiklerini de vahyetti. “Kalp gördüklerini yalanlamadı.” ALLAH-U TEÂLÂ dünya ve ahirette ona salat ve selam eylesin! t
.
PEYGAMBERAN-I İZAM
Peygamberler alemlere rahmettir; onlara salât ve selam olsun.m
Allah-u Teala, onları halkın hidayet bulması için gönderdi. O büyüklerin vasıtası ile kullarını mukaddes Zatına davet etti. Rıza ve ünsiyetinin mahalli olan dar-ı selâma onları hidayet eyledi. m
Hizlanda kalan (mahrum olan) o kimsedir ki, Kerim Zat’ın davetine icabet edip de onun devlet sofrasından faydalanmaz. m
Bu büyükler, Sübhan Hakk tarafından her ne tebliğ etmişlerse, hepsi gerçektir; doğrudur; ona iman etmek dahi lâzımdır. m
Akıl her ne kadar hüccet (delil) ise, lâkin onun hüccet oluşu noksandır. Kesin hüccet (hücceti baliga), peygamberlerin gelmesi ile hâsıl olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Çünkü onların gelişi özre, mazerete mahal bırakmamıştır. m
Peygamberlerin evveli Adem aleyhisselâm, sonuncusu ise Resulullah Efendimiz’dir. Allah-u Teala, ona salât ve selâm eylesin. m
Bütün peygamberlere iman etmek ve onların hepsinin doğru sözlü ve masum olduklarına iman etmek gerekir. Onlardan birine iman etmemek, hiçbirine iman etme-mek gibidir. Zira hepsinin söyledikleri müttefiktir; din esasları dahi aynıdır. m
Bütün peygamberler ‘aleyhimüsselam’, büyük ve küçük günah işlemekten, küfür ve kabahatlerden münezzehtir, uzaktır, paktırlar. Ancak onlardan yanılma-sürçme yollu küçük hatalar meydana gelmiştir. f
Hazret-i Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’, ALLAH-U TEÂLÂ’nın habibidir, resulüdür, nebisidir, seçilmiş ve arınmış kuludur. O asla puta tapmamış, bir an bile ALLAH-U TEÂLÂ’ya şirk koşmamış, ne küçük, ne büyük hiçbir günah işlememiştir. f
.
MELAİKE-İ KİRAM
Melekler, ALLAH-U TEÂLÂ’nın mükerrem kullarıdır. Risalet devleti ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın vahyini tebliğ etmekle müşerreftirler. Hangi şey ile emrolunurlarsa, onu yerine getirirler. İsyan ve ALLAH’ın taatından çıkmaları mümkün değildir.
[Melekler, ruhanî ve nurani birer cevherdirler. Latîftirler ancak enerji, kuvvet gibi maddesiz de değildirler.
Azalardan meydana gelmemişlerdir.
Zayıflık ve ihtiyarlığa maruz kalmazlar.
Bazısının iki, bazısının dört veya daha fazla -keyfiyeti bizce bilinmeyen- kanatları vardır.
Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Sayılarını ancak Allah-u Teâlâ bilir.]
Yemezler, içmezler, giyinmezler.
Cinsiyetleri (erkek veya dişilik vasıfları) yoktur; eşleşip çoğalmaları da söz konusu değildir.
[Şehevî karanlıklara sürüklenmezler. Yiyecekleri tesbih, içecekleri takdistir. Sevinç duymaları ve ünsiyetleri ALLAH iledir.
Göklerde, meleklerin ibadet etmedikleri boş bir yer yoktur.
Göklerin her yeri rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her zerrede, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır.
İnsanlardan ve bütün mahlûklardan haberi olmayan melekler vardır. ALLAH-U TEÂLÂ’nın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir.]
Onlara iman etmek, dinin zaruri işlerindendir; onları tasdik etmek, İslâm vaciplerindendir.
İlâhi kitapların ve sahifelerin hepsi, onların tavassutu (vasıta olması) ile inmiş ve emanetleri eda etmedeki sadakatleri ile korunmuşlardır.
Ehl-i Hakk’ın cumhuruna göre; beşerin havassı, meleklerin havassından daha faziletlidir. Çünkü beşerin vuslatı, birçok engelin aşılması iledir; kudsiyyin olanların yakınlığı ise meşguliyet zorluğu ve halkın engellemesi olmadan hâsıl olmaktadır.
Her ne kadar tesbih ve takdis, kudsiyyin olanların meşguliyeti olsa da, kurb devleti ve nefis ile cihadı cem etmek kâmil insanların meşguliyetidir.
Bu manada ALLAH-U TEÂLÂ şöyle buyurdu:
“ALLAH, malları ile canlan ile cihad edenleri, derece itibarı ile oturanlar üzerine faziletli kıldı.”(4/95)
[Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve Hamele-i Arş (Arşı taşıyan) meleklerden başka bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır.
İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir.
Melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.]
.
AHİRET HALLERİ
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği kabir halleri, kıyamet, haşir, neşir şiddetleri, cennet cehennem, hepsi de haktır. Ahirete iman etmek gibi dini zaruriyattandır. Ahireti inkâr eden yaratıcıyı inkâr eden gibi kâfir olur. m
Kabrin daralıp sıkışması ve daha başka kabir azabı çeşitleri haktır. Bunu inkâr eden her ne kadar kâfir olmaz ise de; bid’ata saplanmış olur. Zira meşhur olan hadisi şerefleri kabul etmemektedir. m
Kabirde ruhun cesede iade edilmesi (ba’s, öldükten sonra dirilmek) haktır. Kabir azabı kâfirlerin hepsi, mü’minlerin de âsileri için haktır. n
İtaat ehli mü’minlerin ALLAH-U TEÂLÂ’nın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde nimetlendirilmeleri de haktır, gerçektir. n
Kabir dünya ile ahiret arasında bir geçit olduğundan; onun azabı bir yüzü ile dünya azabına benzer; bu da kesintiyi kabul ettiği (bazı sebeplerle durduğu) içindir. Bir başka yönü ile de ahiret azabına benzer ki; bu da onun cinsinden olduğu içindir. m
Kabir azabına uğrayanların çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan sakınmayan ve söz gezdirenlerdir. m
Kabirde Münker ve Nekîr’in sorgu ve sualleri de haktır. Bu, azim bir fitne olup çok çetin bir karşılaşmadır.
Allah-u Teala, kavl-i sabit (tevhid) üzere bize sebat ihsan eylesin. m
.
KIYAMET GÜNÜ
Deccal’in çıkması, Meryem oğlu Îsa ‘aleyhi’s-selâm’ın semadan inişi gibi Kıyâmet alâmetlerine iman ederiz. Güneşin batıdan doğacağına, Dâbbetü’l-arz’ın ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkacağına da inanırız. t
Sahih haberlerde bildirilen kıyâmet alâmetlerinin hepsi haktır.f
Kıyamet kopacak, elbette vaki olacaktır. O gün, semalar yarılacak, yıldızlar dağılacak, yerler ve dağlar parçala-nacak; hepsi de yokluğa katılacaktır. Bu manaları Kur’an ayetleri kesin olarak anlatmakta ve bütün ehl-i İslâm’ın icması da bu mana üzerinde karar kılmaktadır.
Bunları inkâr eden kâfirdir. İsterse mevhum mukaddimelerle (yorum ve açıklamalarla) küfrüne uydurma bir yol arasın ve o uydurma mukaddimelerle de sefihleri yoldan çıkarsın.
Kabirden o gün dirilmek, çürümüş, dağılmış kemiklerin canlanması haktır.
Amellerin hesaba vurulması, mizan (veznin, terazinin) kurulması, defterlerin uçup ashab-ı yemin olanlara sağdan, ashab-ı şimal olanlara da soldan gelmesi haktır.
Kıyâmet günü hasımlar arasında sevapların kısası (birinden alınıp diğerine verilmesi) haktır. Sevapları olmazsa, zulme uğrayanın günahının zulüm edenin üzerine yüklenmesi de haktır. f
Sual haktır.
Cehennemin üzerine kurulan sırat köprüsü ve Cennetliklerin oradan geçip cennete girmesi, Cehennemliklerin de onun üzerinden cehenneme düşmesi haktır.
(ALLAH-U TEÂLÂ’nın ümmetine rahmet olarak ihsan ettiği) Peygamberimiz’in havz-u kevseri haktır. f
CENNET ve CEHENNEM, yaratılmış olarak şu anda mevcutturlar. Hiçbir zaman da yok olmazlar. Cennetteki hur-i i’yn de ebedi fenâ bulmazlar. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın cennette mükâfatı, cehennemde de azabı ebedidir. f
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği her şeyi, hem de hiç duraklamadan ve mevhum mukaddimelerle (yorumlarla) şekke düşüp tereddüde kapılmadan kabul etmek gerek…
“Resulün size getirdiğini alın?”(57/7) mealine gelen ayet-i kerime bu manada nass-ı katidir.
.
ŞEFAAT
Salih ve hayırlı zatların; o gün, asiler ve şerliler hakkında şefaat etmeleri de haktır. Amma Gaffar Allah’ın izni ile.
Resulullah (sav) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu:
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için sabittir.”
Hesap görüldükten sonra, kafirlerin cehennemde ebedi kalması ve azapları haktır.
Müminlerin dahi cennette ebedi kalmaları ve nimetlenmeleri haktır.
Fasık (günahkâr) bir müminin cehenneme girmesi, orada bir müddet azap görmesi caiz ise de, lâkin cehennemde ebedi kalmak onun hakkında yoktur. Kimin kalbinde zerre miktar iman varsa cehennemde ebedi kalmaz. Onun halinin neticesi rahmet, işinin döneceği yer ise cennettir.
[Çok faydalı bir mesele…
Sual: Cehennemin ebedî azabı, küfrün cezasıdır.
İmanı olmasına rağmen küfür merasimlerini işleyen, küfür ehlinin merasimlerine tazim edeni, ulema, o kimseyi küfür ehlinden, dinden dönenlerden sayarlar. Âlimlerin bu fetvasıyla böyle kişilerin ebedi cehennem azabıyla azaplandırılması lazım gelir. Halbuki sahih rivayetlerde geldi ki: «Kalbinde zerre kadar imanı olan, ebedî azap görmez; ateşten çıkarılır.»
Bu meselenin tahkiki (hakikati) nedir?
Derim ki: Eğer o kimse, sırf (kesin) kâfir ise onun cezası daimî cehennem azabıdır. ALLAH-U TEÂLÂ, bizi ondan saklasın.
Fakat küfür merasimlerini yapmasına rağmen kalbinde zerre miktarı iman var ise ateşte azap görür lâkin umulur ki, bu zerre imanı bereketi ile Cehennem azabında ebedi kalmaktan kurtulur.
***
Ölüm döşeğinde yatan bir hastayı ziyaretim esnasında, kalbinin şiddetli karanlıklar içerisinde olduğuna şahit olmuştum. Onları kaldırmak için ne kadar teveccüh etti isem de, kalkmadı. Sonunda bildim ki bu karanlıklar (zulumatlar) küfür sıfatından ortaya çıkmıştır. Bu sıkın-tıların menşei, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır.
Bundan sonra zahir oldu ki: Bu zulmetlerin defi için teveccüh, yerinde bir iş değildir. Zira onun temizlenmesi cehennem azabına kalmıştır. Ki, küfrün cezası odur.
Bu arada şu dahi bilinmiş oldu ki: İmandan bir zerre, onu ebedi cehennem azabında kalmaktan, o zerre imanın bereketi ile kurtaracaktır.
Bu durumu müşahede ettikten sonra hatırıma şöyle geldi: “Onun namazını kılmak caiz mi, değil mi?
Teveccühten sonra şöyle zahir oldu: “Onun namazını kılmak yerinde olur”.
İmanın varlığı ile beraber ehl-i küfrün âdetlerini icra eden, onların günlerine tazim eden Müslümanların üzerine (cenaze) namazını kılıp onları küffar arasına katmamak lazım gelir. İşin sonunda ebedi azaptan necatları umulur.
Ehl-i küfre ise af yoktur. Onlar için bağışlanmak da yoktur. Şu âyet-i kerime bu manada açıktır: «ALLAH, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.» (4/48)
Şayet katıksız kâfir ise onun küfrünün cezası ebedi azaptır. Eğer facirliği ile birlikte zerre kadar îmanı var ise onun cezası da muvakkat azaptır. Diğer büyük günahlarını, ALLAH dilerse bağışlar; dilerse azap eder.
Fakir’in kanaatine göre; cehennem azabı, küfre ve küfür sıfatlarına mahsustur. İster bu azap muvakkat olsun; isterse ebedî (muhalled) olsun.
Büyük günah işleyenler tövbeye muvaffak olamazsa, günahları bağışlanmazsa, şefaate nail olamazlarsa; dünyadaki elem ve sıkıntılar ile sekerat-ı mevt anındaki şiddetler günahlarına kefaret olmazsa umulan odur ki onlardan bir taife kabir azabı ile azaplandırılır; bir başka zümre ise kabir azabının yanında kıyamet dehşetleri ve şiddetleri ile azaplandırılır. Günahları kalmaz; cehennem azabından kurtulur.
«O kimseler ki iman ettiler; imanlarına da zulmü karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82) âyet-i kerimesi bu manayı kuvvetlendiricidir.
Bu âyet-i kerimede anlatılan zulümden kasıt şirktir.
En iyi bilen Sübhan Allah’tır.
Burada şöyle bir şey sorulabilir: “Küfür dışında bazı günahların cezası hakkında cehennem azabı tehdidi geldi. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi: «Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir.» (4/93)
Bir hadis-i şerifte ise şöyle geldi: «Kasten bir vakit namazını kazaya bırakan, cehennemde bir hukb (seksen sene) kalacaktır.»
Bu manalar gösteriyor ki, Cehennem azabı küffara mahsus değildir.
Bunun cevabı için şöyle derim: “Katil hakkındaki bu hüküm, öldürmeyi helâl sayana mahsustur. Müfessirlerin de anlattıklarına göre, haram olan katli (Müslümanı haksız yere öldürmeyi) helâl sayan kâfir olur.
Cehennem azabı ile tehdid edilen küfür dışındaki diğer seyyielere (günahlara, haramlara) gelince, küfür sıfatı şaibesi sebebiyledir. Meselâ: O seyyieyi hafife almak, küçük görmek, aldırış etmeden yapmak, şerî emirleri ve yasakları hakir görmek…
«Şefaatim, ümmetimden kebair ehlinedir.»
«Ümmetim, rahmete nail olmuştur; onlara âhirette azap yoktur.» manasına gelen iki hadis-i şerifle şu âyet-i kerime anlatılan manayı teyid eder: «O kimseler ki, iman ettiler; imanlarına da zulmü (şirki) karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82) m]
.
İMAN-KÜFÜR
İman ve küfür son nefeste kesinlik kazanır.
Çok kere insan, bütün ömrü boyunca bu ikisinden (iman veya küfürden) biri ile yaşar; ama sonunda yaşadığının tersi ile hayatı sonlanabilir. Asıl itibar neticeyedir.
İman, dinde tevatür ve zaruri yoldan geldiği bilinen şeyleri kalben tasdikten ibarettir. Aynı şekilde onu (dil ile) ikrar etmek dahi zaruridir. Sani-i Teala’nın varlığı ve birliğine iman etmek gibi… Aynı şekilde inzal olunan kitaplara ve sahifelere iman etmek gibi… Enbiya-i kirama, melâike-i izama, ilâ yevm’il-kıyama iman etmek gibi. Ahirete, cesetlerin haşrine, cennette ve cehennemde azabın ve sevabın ebediliğine; semaların yarılıp yıldızların dağılmasına, yerin ve dağların parçalanmasına iman etmek gibi…
Beş vakit namazın farz olduğuna, rekât sayılarının tayin edilmiş olduğuna, malların zekâtının farz olduğuna, Ramazan orucuna, gücü yetenin Beytullah’ı hac etmesi gerektiğine iman etmek gibi.
Aynı şekilde şarap içmenin haram olduğuna, haksız yere adam öldürmenin, ana babaya asi olmanın, hırsızlığın, zinanın, yetim malı yemenin, tevatürle sabit olan faiz ve emsali şeyleri yemenin haram olduğuna inanmak dini zaruriyat arasındadır.
***
İman iki taraflıdır: Birincisi, kalplere tevfik, hidayet ve mahabbetin ALLAH tarafından ilkâ edilmesidir. İman bu ciheti ile mahluk değildir. İkincisi ise dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir. Bu ciheti ile de iman mahluktur, yaratılmıştır. c
Dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten ibaret olan iman ve iman edilmesi gereken şeyler cihetinden gök ve yer ehlinin imanları artmaz ve eksilmez. Yalnız yakîn ve tasdik (kuvvetli veya zayıf olması) cihetinden artar ve eksilir.
Mü’minlerin hepsi, marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, havf ve reca gibi hususlara iman konusunda birbir-lerine eşittirler. Fakat bütün bunlara imanın gayrısında (amellerdeki fazilet cihetinden) birbirlerinden farklıdırlar.
***
Mümin, büyük günah işlemekle imandan çıkmaz. Ama büyük günahları helâl saymak küfürdür; onu işlemek ise fasıklıktır.
***
Mü’min kendisinin hakikaten gerçek mümin olduğunu bilmesi gerek. İmanının sabit ve gerçek olduğunu söylemekten çekinmemelidir.
İstisna kelimesini, yani ‘İnşaallah’ demeyi imanına arkadaş tutmamalıdır. Zira böyle bir kelime, ‘şek’ten (şüpheden) haber verir. Bu ise zahiren de olsa imanın sübutuna aykırıdır. Her ne kadar istisna kelimesi son nefese dönük yapılsa bile; yine de şimdiki durumda şüphe hasıl etmekten geri kalmaz.
Şek ve şüphe suretini terk etmek ihtiyatlı hareket etmektir.
***
Haramı helâl saymadıkça, Peygamber Efendimiz’in söylediği ve haber verdiği her şeyi tasdik edip inkar etmediği sürece büyük günah bile işlese, bir Müslümanı küfre nisbet etmez, kâfir saymayız. Ondan iman vasfını kaldırmayız. Ona gerçek manasıyla mümin deriz. f
“İşlediği günah mü’mine zarar vermez” demeyiz. Günahkâr mü’minin cehenneme girmeyeceğini de söylemeyiz. Dünyadan mü’min olarak göçtükten sonra, fasık bile olsa, cehennemde ebedi kalacağını söylemeyiz. f
Mürcie’nin dediği gibi, “İyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilir” diyemeyiz. Şöyle deriz: “Kim amelinin fasit olmasına sebep olan kusurlardan ve batıl olmasına yol açan hususlardan uzak ve salim olarak, bütün şartlarına riayet ederek bir amel işler de, sonra bunu mürted olmak veya kâfir olmak gibi bir hal ile iptal ederek geçersiz kılmazsa, ahirete göçene kadar da bu halini devam ettirirse, şüphesiz ALLAH-U TEÂLÂ, o kulun amelini zâyi etmez. Aksine, kabul eder ve karşılığında da sevap verir. f
Şirk ve küfür dışında büyük ve küçük günahlardan her hangi birini işleyen kimse, ahirete göçene kadar tevbe etmezse, bu kimsenin durumu, ALLAH-U TEÂLÂ’nın iradesi (dilemesine) bağlıdır. Dilerse, günahı kadar o kişiyi azâblandırır; dilerse de affederek azâb etmez. f
Herhangi bir amelde riya bulunursa, o amelin sevabını (ecrini) yok eder. Ucb da (kendi amelini beğenmek, üstün görmek de) böyledir, amelin sevabını giderir. f
***
ALLAH-U TEÂLÂ’nın mü’minlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine koyacağını umarız. Azaba uğramayacaklarından emin olamayız. Kesin cennete gireceklerini söylemeyiz. Onların günahkarları için istiğfar ederiz, başlarına gelebilecek şeylerden korkarız; ümitlerini de kırmayız.
Peygamberler ve cennetle müjdelenen diğer kişiler haricinde kimsenin kesin olarak cennete gireceğini söylemeyiz. Cehennem ehli olduğu sabit olanlar hariç kimsenin kesin olarak cehennemlik olduğunu söylemeyiz.
Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i kıble için doğru olan yol bu ikisi arasıdır.
Mü’minlerin hepsi Rahman’ın dostlarıdır. ALLAH katında onların en keremli olanı, en çok ibadet eden ve Kur’an’a en çok boyun eğip tabi olanıdır.
Ümmeti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) den büyük günah işleyenler; tevhid ehli oldukları halde ölünce, tevbe etmeseler bile, iman ile ve ALLAH’ı bilerek ALLAH’a kavuştuktan sonra Cehennem’de ebedi kalmazlar. t
Bu kimseler, ALLAH’ın dilemesinde ve hükmündedirler. Dilerse onları, Kitabında ‘Şirkten başka günahları dilediğinden affeder’ buyurduğu gibi mağfiret eder ve fazl-u keremiyle bağışlar. Dilerse onları adaletiyle cehennemde cezalandırır. Sonra onları rahmetiyle ve taat ehlinden olan şefaat edenlerin şefaatıyla cehennemden çıkarır, cennetine gönderir. Şundan ki ALLAH-U TEÂLÂ, kendisini bilenlerin velisidir. Onları iki cihanda hidayetinden sapan, dostluğuna kavuşamayan inkarcılar gibi saymamıştır. t
Ehl-i kıbleden itaatkar ve günahkar kişilerin peşinde namaz kılmayı ve bu kişilerin cenaze namazını kılmayı caiz görürüz. Onlardan hiçbirinin cennete ve cehenneme indirmeyiz. (Girdirmekte kesin konuşmayız). Küfür, şirk ve nifaktan bir şey onlarda zahir olmadıkça bunların aleyhine küfürle, şirkle, nifakla şahitlik etmeyiz. Onların gizli hallerini Allaha havale ederiz. t
.
Ve bi’l-KADERİ
Kullar, Sübhan Hakkın mahluku olduğu gibi, kulların fiilleri de O’nun mahlukudur. Zira yaratmak ondan başkasına lâyık değildir. m
Kulun, ihtiyari olan fiillerinde dahli, ancak kudreti ve iradesi ile vaki olan kesbidir. Fiilin yaratılması Sübhan ALLAH’tan olup kesbi kuldandır. Kulun ihtiyari fiili kulun kesbi ile yüce Hakkın yaratmasının bir araya gelişinden meydana gelmiştir. Şayet kulun yaptığı fiilde, kesbinin ve ihtiyarın dahli olmasaydı; onun hükmü mürtaiş (elinde olmadan titreyen kişinin) hükmü gibi olurdu. Aradaki fark, his ve müşahede ile bellidir. Açıkça biliyoruz ki,-mürtaişin fiili, işinde muhtar olanın fiili gibi değildir. Kulun fiilinde, kesbinin dahil olması hususunda bu kadarlık fark yeterlidir. m
Sübhan Hakkın yaratması, kulun fiili (yapmak ve yapmamayı) kast etmesine tabidir. Bu da, O’nun tam manası ile şefkatinden ötürüdür. Zira kulun kastı fiiline taalluk ettikten sonra fiili vücuda getirmektedir. Bu sebeple kul övülmekte, ayıplanmakta, ikaba uğramakta ve sevaba nail olmaktadır. m
Hiç şüphe edilmeye ki, şer’i emirlerin ve yasakların uhdesinden gelecek kadar kudreti ve ihtiyarı Sübhan Hakk kula vermiştir. Kudret-i kâmile ve tam ihtiyar neden lâzım gelsin; ALLAH-U TEÂLÂ ona muhtaç olduğu kadarını vermiştir. m
***
ALLAH-U TEÂLÂ insanları küfür ve îmandan sâlim olarak yarattı. Sonra onlara hitap etti; emretti ve nehyetti. Kâfirin küfrü, kendi fiiliyledir; hakkı inkâr ve reddetmesi ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın yardımını kesmesiyledir. Mü’min’in îmanı da kendi fiiliyle (ilim, irade ve kudretiyle) dir; hakkı ikrar (can-ı gönülden kabul etmesi) ve tasdik etmesi ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın tevfik ve yardım etmesi iledir. f
Bununla birlikte;
ALLAH-U TEÂLÂ dilediği kimseyi dalalete düşürür, dilediğini de hidayete erdirir. n
Kul için uygun olanı yaratmak, ALLAH-U TEÂLÂ üzerine vacip değildir. Lütf-u keremi ve rahmetiyle kullarının ihtiyacı olan şeyleri ihsan eder. n
ALLAH-U TEÂLÂ, yarattıklarından hiç birini îman ve küfür için zorlamaz. Yarattıklarını mümin veya kafir olarak değil de şahıslar olarak yaratmıştır. İman da küfür de, kulların kendi fiillerinin eseridir. ALLAH-U TEÂLÂ, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. Eğer iman ederse onu imanlı haliyle mümin olarak bilir ve sever. Bunları bilmesi ile O’nun ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaz. f
Kulların hareket ve sükûn/hareketsizlik gibi bütün fiilleri, hakikaten kendi kesbleri/ kazanmaları iledir. ALLAH-U TEÂLÂ, o fiillerin yaratıcısıdır. Onların hepsi O’nun iradesi, ilmi, kazâsı (hükmü) ve kaderi (takdiri) ile meydana gelir.
Tâatlerin (iyilik ve ibadetlerin) tamamı ALLAH-U TEÂLÂ’nın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, iradesi, kazâsı ve takdiriyledir. Ma’siyetlerin (haram ve günah olan fiillerin) hepsi de O’nun ilmi, kazâsı, takdiri ve iradesi iledir. Fakat muhabbeti, rızası ve emri ile değildir.
ALLAH’ın yardımı olmadan hiç kimse ma’siyetten uzak-laşamaz, kıpırdayamaz ve güç bulamaz. Yine ALLAH’ın yardımı olmadan hiçbir kimse, ALLAH’a taati yerine getirmeye ve bu istikamette sebat etmeye güç yetiremez.
Hiçbir şey bir an bile ALLAH’tan müstağni değildir. ALLAH’tan bir an bile müstağni olduğunu iddia eden kimse küfre girer; asilerden olur.
Her şey ALLAH’ın dilemesi, ilmi, kader ve kazası ile meydana gelir. O’nun dilemesi tüm dilemelere, kazası da tüm tedbirlere galip gelir. O dilediğini yapar. Ayet-i Kerime’de buyurulduğu gibi: “Yaptığından sorumlu değildir. Kullar ise sorumlu tutulacaklardır.”
***
Kulların -küfürden olsun, imandan olsun, taattan veya isyandan olsun- bütün fiillerini yaratan ALLAH-U TEÂLÂ’dır. n
Kullar ise ihtiyarı (iradesi) ile olan fiillere karşılık sevap kazanır veya azap görürler. n
İnsanın vurmasının akabinde duyulan acı, kırması akabinde oluşan kırıklık veya buna benzeyen şeylerin tamamı ALLAH-U TEÂLÂ’nın yaratması iledir. Yaratma yönünden bunlarda, kulların hiçbir tesiri yoktur. (Kul iradesini kullanır, ALLAH-U TEÂLÂ dilerse yaratır.) n
Öldürülen, eceli ile ölmüştür. Ölüye isabet eden ölüm ALLAH-U TEÂLÂ’nın yaratması iledir. Bunda kulun yaratmak veya elde etmek bakımından bir tesiri yoktur. (Yasak ve haram bir işi yaptığı için azabı hak eder.) n
Haram da rızıktır. Herkes, helal olsun haram olsun kendi rızkını tam olarak elde eder. Bir insanın rızkını yememesi veya başkasının onun rızkını yemesi düşünülemez. n
***
ALLAH-U TEÂLÂ ezelde, cennete ve cehenneme gireceklerin sayısını tek bir bilişle ve tümüyle bilmiştir. Bu sayıya ne bir şey eklenir, ne ondan bir şey eksiltilir. Kulların yapacağı fiillerde de durum aynısıdır. Herkes, kendisi için takdir edilmiş olanı yapmaya müyesser kılınır. t
Ameller de neticelerine göre değer kazanır. Saîd, ALLAH’ın kazası/hükmü ile saîddir; şakî de Allah’ın kazası gereği şakidir. Kimi cennete sokmayı dilerse bu O’nun fazlından, kimi Cehennem’e sokmayı dilerse bu da O’nun adaletindendir. Herkes kendisi için taktir edilmiş şeye doğru gider.t
ALLAH-U TEÂLÂ, sırf fazlından dolayı dilediğini hidâyete ulaştırır. Sırf adaletinin gereği olarak dilediğini de dalâlete düşürür. O’nun dalâlete düşürmesi, hızlânıdır. Hızlan demek, kulundan yardımını kesmesidir. Ki, bu, O’nun adaletidir. Hızlâna uğrayanı günahından dolayı cezalandırması da adaletinin neticesidir. (Bu bakımdan hepsi, O’nun meşieti/dilemesi sınırları içinde fazl-u keremi ve adaleti arasında dönüp dururlar.) t
***
Kaderin aslı ALLAH-U TEÂLÂ’nın mahlûkatındaki bir sırrıdır. Bu sırlara (tamamına) ne mukarreb bir melek, ne mürsel bir peygamber vakıf olmuştur. Bu hususta derine dalıp akıl-fikir yürütmek, hızlana vesiledir; mahrumiyet merdivenidir, tuğyan derecesidir. Bu hususta akıl yürütmekten, fikir üretmekten ve vesveseden son derece sakınmak lazım gelir! Çünkü yüce ALLAH kader ilmini mahlûkatına kapalı tuttuğu gibi onun hakkında tartışmayı, onun bilgisini elde etmeyi istemeyi de yasaklamıştır. Nitekim yüce Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır: “O yaptığından sorulmaz (mes’ul değildir). Fakat onlar sorgulanacaklardır.” (Enbiya 21/23) Buna göre kim “niye yaptı?” diye soracak olursa, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur. t
Bu açıklama, Allah dostlarının nurlanmış kalplerinin ihtiyaç duyduğu şeylerin özeti ve ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir. Çünkü ilim iki türlüdür: Birisi mahlûkatta var olan (onlara bildirilen) ilimdir, diğeri ise mahlûkatta olmayan ilimdir. Var olanın inkârı küfürdür; olmayanı bilmek iddiası da küfürdür. İman ancak, var olan ilmi kabul etmek ve bildirilmeyen ilmi elde etmeyi terk etmekle sabit olur. t
Levhi mahfuz’a, kalem’e ve orada yazılanların tamamına iman ederiz. Bütün mahlukat, Allah’ın levh-i mahfuzda (kesin) olacağını yazdığı şeyin olmaması için toplansalar, buna güç yetiremezler; şayet Allah’ın Levh-i mahfuz’da (kesin) olmayacağını yazdığı şeyin olması için bütün mahlukat bir araya gelse, buna da kâdir olamazlar. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur. t
.
ASHAB-I KİRAM
Ashab-ı Resulullah’ın hepsini ancak ve sadece hayırla anarız. t
Kendi aralarında yaptıkları muharebeler hakkında yorum yapmayız. Çünkü onlar, yapmış oldukları içtihatlara göre hareket etmişlerdir. İçtihat yapabilenler, hata da yapabilir, isabet de edebilir. Hataları bir sevap, isabet ettikleri iki sevaptır. Bize farz olan ise, onlara tazim etmek ve hepsinin adaletli olduğuna inanmaktır. h
O büyüklerin arasında vaki olan muharebe ve münazaaları (asla birbirlerine zarar vermek ve yaralamak kastı ile olmadığına inanarak) her daim iyiye yormalı; onları, heva ve heves zannından uzak tutmalıdır. Makam ve baş olmak sevdasından, üstünlük ve mevki talebinden de… Zira bütün bu rezillikler, nefs-i emmareden kaynaklanır. Halbuki bu büyüklerin nefisleri, Resulullah (sav) Efendimizin sohbet-i şerifi ile saf ve temiz olmuşlardır.m
Bütün sahabe adalet üzeredir. Bütün rivayetleri dahi makbuldür. Hazret-i Ali’nin (r.a.) muvafıkları ve muhalifleri rivayetlerde doğru olmakta bütünüyle müsavidir; hepsi itimada şayandır. m
Ashabın tamamını sevmek gerek. Zira onları sevmek, Resulullah Efendimizi sevmektir. Resulullah Efendimize ve onlara salâtlar ve selâmlar. Çünkü Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse, onları severse, beni sevdiği için sever.” m
Onlara buğzetmekten sakınmak gerekir. Zira onlara buğzetmek, Resulullah (sav) Efendimize buğzetmektir. Resulullah (sav) Efendimizin buyurduğu gibi: “Onlara buğzeden bana buğzettiğinden buğzeder.” m
Asıl onlara buğz eden ve onları hayırdan başka bir şeyle anan kimselere buğz etmek gerekir. t
Bu büyüklere tazim ve hürmette, Resulullah (sav) Efendimize tazim ve hürmet vardır. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Onlara tazimin olmayışı da, Resulullah (sav) Efendimize tazimin olmayışındandır. m
Onlara muhabbet beslemek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğz etmek, küfürdür, nifaktır, tuğyandır. t
Anlatılan manadan ötürü Resulullah (sav) Efendimize tazim olacağından, onların tümüne tazim etmek gerekir.m
Şeyh Şibli şöyle dedi: “Ashabına tazim etmeyen, Allah’ın Resulüne iman etmemiştir.” m
Allah Resulünün ashabı, her türlü lekeden tertemiz zevceleri ve her türlü kirden pak olan zürriyyeti hakkında güzel söyleyen kişi nifaktan emin olur. t
Nebi/peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi Ebû Bekr’s-Sıddîk’tır. Sonra Hattab oğlu Ömer el-Fâruk’tur. Sonra Affân oğlu Osman’dır. Daha sonra da Ali el-Murtaza’dır ‘rıdvanullah-i teâlâ aleyhim ecmain’. Onlar hak üzere, hak ile beraber, hakkıyla ibadet eden kişilerdi.
Fakirin anlayışına göre daha faziletli olmanın sebebi, menkıbelerin ve faziletlerin çokluğundan değildir. İmanda en başta olmak, mal harcamakta daha öncelik almak, nefsi vermekte her durumda evvel davranmak-tandır. Bu yapılanlar da dinin teyidi (kuvvetlenmesi), Seyyid’ül-mürselin Resulullah (sav) Efendimizin şeriatının revaç bulması için olmak… m
***
Önceki selef âlimleri ile peşlerinden gelen tâbiînden hayır, eser, fıkıh ve nazar ehli olanlar ancak güzellikle anılırlar. Onlardan kötülükle söz eden, hak yolun dışında bir yol üzerindedir. t
İslâm âlimlerini, âlim oldukları için, taşıdıkları ilim sebebi ile hafife almak, onlarla alay etmek, onları herhangi bir şekilde küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak veya sebepsiz yere onlara buğz veya hakaret etmek küfürdür. c
Hiç bir veli zâtı, hiç bir peygamber’den ‘aleyhi’s-selâm’ üstün tutmayız. Hatta bir tek peygamber dahi bütün velilerden daha faziletlidir, deriz.
Evliyanın sahih yolla gelen kerametlerine ve güvenilir kimselerden sahih olarak bize ulaşan rivayetlerine inanırız.t
Velinin kerameti haktır. İrşad olmak isteyen kişinin rağbetini arttırmak ve ibadet konusunda zorluklarına yardım etmek gayesiyle velinin keramet göstermesi caizdir.
Haberlerde rivayet edildiği üzere iblis, firavun ve deccal gibi ALLAH-U TEÂLÂ’nın düşmanlarına ait olup da onların vukua gelmiş ve gelecek olan olağanüstü hal ve hareketleri, mucize veya keramet diye isimlendirilmez. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Çünkü, ALLAH-U TEÂLÂ, düşmanlarının hacetlerini sırf istidraç (derece derece onları cezaya çekmek ve sonunda da cezalandırmak) mahiyetinde yerine getirir. Onlar da buna aldanır, isyan ve azgınlıklarını arttırırlar. Bütün bunlar caiz ve mümkündür. f
.
MÎSAK
ALLAH-U TEÂLÂ’nın, Hz. Âdem ve soyundan aldığı ahd-ü misak haktır. t
ALLAH-U TEÂLÂ, Hazret-i Âdem’in neslini, sulbünden (zerreler halinde), akıllılar olarak çıkarmış, onlara hitap etmiş, îmanı emredip küfrü yasaklamıştır. Onlar da O’nun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdi. (Ruhlar âlemindeki) Bu ikrar, onların imanıdır. İşte onlar, bu fıtrat (İslâm fıtratı) üzere doğarlar. Kim bu ahitten sonra küfre saparsa, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat etmiş ve imanla devam etmiş olur. f
.
NASLAR
Hiçbir kul emir ve yasakların kendisinden sâkıt olduğu bir dereceye ulaşamaz (Her mümin, ölünceye kadar dinî hükümleri yerine getirmekle mükelleftir.) n
Nasslar zahirlerine hamledilir (açık manalarına göre değerlendirilir). Zahiri manaları bırakıp bâtınîlerin iddia ettiği manalara dönmek (işâri ve bâtınî manalarını esas almak) inkâr ve küfürdür. n
Nasları (kesin hükümleri) reddetmek küfürdür. Haramları helal saymak küfürdür. İslami hükümleri hafife almak küfürdür. İslami hükümlerle alay etmek küfürdür. ALLAH’tan ümit kesmek küfürdür. ALLAH’ın azabından emin olmak küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrula-mak küfürdür. n
.
MUHTELİF HUSUSLAR
Dirilerin dua ve sadakalarından ölmüşler için menfaat vardır.n
Hiçbir kâhini, hiçbir arrâf’ı; Kitab’a, sünnete ve ümmetin icmâ’ına muhalif herhangi bir iddiada bulunanı da tasdik etmeyiz. t
Bir müminin, kafir olmadan fasık olması caizdir. f
İyi veya facir (günahkâr) her müminin arkasında namaz kılmak caizdir. f
Mestler üzerine meshetmek sünnettir. Ramazan gecelerinde teravih namazını kılmak da sünnettir. f
***
İmamlarımız ve idarecilerimize, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. İdarecilere itaatten elimizi çekmeyiz. Bize ma’siyeti, günahı emretme-dikleri müddetçe, onlara itaati, Allah’a itaatin gereği olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere bulunmaları için onlara dua ederiz. t
‘Sünnet ve Cemaat’e ittiba ederiz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini sever, zulüm ve hıyanet ehline de buğz ederiz. t
“Bilinmesi bize karışık gelen meseleleri en iyi bilen ALLAH’tır” deriz. t
“Şeytan, Mü’minin imanını zorla, cebren alır” dememiz caiz değildir. Fakat “Kul îmanı terkederse, şeytan da onun îmanını soyar alır” deriz.
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’’in anne ve babası, câhiliyye itikâdı üzere ölmemişlerdir. (İbrahim aleyhisselâm’ın dinine bağlı muvahhidler olarak vefat etmişlerdir.) Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’’in amcası Ebû Tâlib ise küfür üzere ölmüştür. f
***
ALLAH’ın dini, semavatta ve arzda tektir. O da İslâm’dır. Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ALLAH katında din, İslâm’dır” “Size din olarak İslâm’dan razı oldum” . t
[İSLÂM, ALLAH-U TEÂLÂ’nın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat bakımından iman ile islâm arasında fark vardır. Fakat imansız islâm ve islâmsız da iman olmaz. İman ile islâmın münasebeti iç ile dış (et ile kemik) gibidir. f Din ise, iman, İslâm ve şer’i hükümlerin hepsine birden verilen isimdir. f]
O din ifrat (aşırı gitmek) ile tefrit (kusurlu kalmak), teşbih ile ta’til, cebriyye ile kaderiyye arasında, kendisini emin hissetmek ile ümit kesmek arasında bir yoldur. t
İşte bu, bizim dinimiz, zâhiren ve bâtınen itikadımızdır. Sözünü ettiğimiz ve açıkladığımız hususlara muhalefet eden herkesten ALLAH’a sığınırız. t
ALLAH’tan, bizlere iman üzere sebat vermesini ve bu iman ile hayatımızı sona erdirmesini, (Ehl-i sünnet) cemâat(in)e muhalefet eden, dalâlet ile ahidleşmiş bulunan Müşebbihe, Mu’tezile, Cehmiyye, Cebriyye, Kaderiyye ve diğer çeşitli hevâlardan (bid’at fırkalarından), (itikâden sapık) farklı farklı görüşlerden ve (cumhura muhalefet eden) bayağı mezheblerden muhafaza buyurmasını dileriz. Biz onlardan uzağız. Bize göre onlar, (itikâden) sapıklık içindedirler, bayağıdırlar (Ehl-i sünnet cemâatinin dışında kalmışlardır). t
İsmet ve tevfîk, ancak, yüce ALLAH’ın yardımı ile mümkündür. t
ALLAH-U TEÂLÂ, kimi dilerse doğru yola hidayet eder.f
Tasavvufun gayesi, itikat ve amel hususunda şer’i şerifin dışında başka ve yeni şeyler elde etmek değildir. Zira böyle bir durum insanın ayağının kaymasına yol açan uzun emellerden sayılır. Bilakis bundan maksat, itikadi konularda şüphecilerin bulandırmasıyla sarsılmayacak ve ortaya atılan şüphelerle boşa çıkmayacak bir yakîn ve itminan (gönül huzuru) elde etmektir. Delil ile kuvvetlendirilen imân böyle sağlam olamaz. (Çünkü şüphe hasıl edecek sebeplerin sonu gelmez.)
Dini bilgileri, delil ile ispat ederek inandırmak, kolay değildir. Yakîni, vicdâni bir imân elde etmek için, kalbi hastalıktan kurtarmak icap eder. Nitekim safra hastasına, şekerin tatlı olduğunu delillerle ispatlamak için uğraşmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak en doğru olanıdır. Şekerin tatlı olduğu, ne kadar ispat edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü şeker ağzına acı gelmekte, vicdânen acı olduğunu hissetmektedir.
Konumuzda da hüküm bu minval üzeredir: Nefs-i emmâre, bizzat, şer’i hükümleri inkâr etmekte; tabiatı ile o hükümlere karşı/zıt olduğunu ispat etmektedir. (Şer’i ölçülere uymak, nefse zor ve acı gelmesinin esas sebebi de budur. Bu hastalık tedavi edilmezse, zamanla, yaratılış itibari ile temiz olan kalbi de istila eder.) Nefs-i emmare bu hal üzerinde iken, aksini ispatta ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, deliller getirilsin, onu yakinen inandırmak çok güçtür.
Bu afet ve hastalıklarla birlikte bulunan iman görünüştedir, zahirdedir. İçerde ise nefs-i emmare, o imânın tersini istemekte; küfründe inat ve ısrar etmektedir. Böyle iman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îmân etmesi gibidir. Her ne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmektedir. Ancak safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîki imân hâsıl olur.
İmânın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra hâsıl olur.
İşte bu sebeple, nefsin temizlenmesi zaruridir.
Seyr-ü sülûktan yani tasavvuftan maksat da nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. Yani nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır.
“Onu tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur. Onu (günahlara) gömüp gizleyen ise
gerçekten hüsrana uğramıştır.” Şems Sûresi: 9-10
***
Bilmek gerekir ki, Allah-u Teâlâ kullarına güçleri miktarınca sorumluluk yüklemiş; bünyeleri zayıf olduğu için de yüklerini daha da hafifletmiştir.
ALLAH sizden hafifletmek diliyor; çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Nisa Sûresi: 27-28
Allah-u Teâlâ rauf ve rahim olduğu halde nasıl böyle olmasın ki? Kula gücünün üstünde bir şey yüklememek, merhamet ve şefkatle muamele etmesindendir. Cenab-ı Hakk hiçbir zaman kullarına kocaman bir kaya parçasını kaldırmalarını emretmemiş; bunun yerine kıyam, kıraat, rükû ve secdeden oluşan namazı emir buyurmuştur. Emrettiği ibadetlerin hepsi de son derece kolaydır.
Oruç ta son derece kolaydır. Zekat ta aynı şekilde… Zira kırkta biri taktir etti; tamamını veya yarısını emretmedi ki kullara ağır gelmesin. Merhametinin kemâlinden, aslî haliyle yerine getiremedikleri bir takım emirlerin yerini tutacak halefini yeterli buldu. Mesela abdest alma imkânı olmayanlar için teyemmümü; namazda ayakta duramayanlar için, oturarak kılmayı; oturamayanlar için, yatarak kılmayı; rükü’ ve secde yapamayanlara, îmâ ile kılmayı halef kılmış, daha nice kolaylıklarla hafifletmeyi murâd etmiştir.
Şer’i hükümlere insaf ve ibret nazarıyla bakanlar, buna benzer birçok kolaylıkla karşılaşır; tekliflerin son derece kolay ve kolaylaştırılmış olduğunu müşahede ederler.
Tekliflerin kolay olduğunu gösteren bir başka delil de, avam insanların emredilen bu tekliflerin daha da arttırılmasını temenni etmeleridir. Bunların bazısı farz olan namaz ve oruca ilave olarak namaz kılıp oruç tutmak isterken bazısı da daha fazla tasadduk etmek ister… Bu istek ve temenni, dini emirlerin hafifliğinden kaynaklanmaktadır.
Bunun aksine bazılarının dini vazifeleri kolay bulmaması, emir ve nehiyleri yerine getirmekte zorlanması, kendisini, Allah-u Teâlâ’ya düşmanlığa adayan nefs-i emmarenin heva ve hevesinin tabii neticelerinden ve zulmanî karanlıklar içerisinde bulunmasındandır.
Nasıl ki dini vazifelerin edasını zorlaştıran zahiri hastalıklar varsa, bunlar da şer’i ölçülere uymayı zorlaştıran batîni hastalıklardandır.
İşte, şer’i hükümlerden gaye, nefs-i emarenin merasimlerini iptal etmek ve onun heva ve hevesini yok etmektir.
Nefsin heva ve hevesi ile şer’i hükümlere tabi olmak birbirine zıt olan iki tarafın gerçekleridir. Dini emirlerin karşısında zorlanmak, (gizli veya açık) nefsani arzuların güçlü olduğu ve onların peşinde sürüklendiğinin bir delilidir. Kişinin heva ve hevesi dini vazifeler karşısında yaşanan zorluğun miktarıyla ölçülür. Heva ve heves tamamen yok olursa zorluk da ortadan kalkar.
Tasavvufun ikinci gâyesi de budur; ibâdetlerde kolaylık ve huzur hâsıl olması; nefs-i emmâreden doğan sıkılma, tembellik, zorluk ve inadın giderilmesidir.
***
Sûfilerin yoluna girmeye bağlı olan diğer bir husus da, ilim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsın hakikat ve kemâlâtının tedarikidir.
Şurası bir gerçek ki, genel olarak bütün Müslümanlar, gayret etmeleri durumunda kısmen de olsa bazı amellerinde ihlâslı olabilirler. Ancak burada söz konusu ettiğimiz ihlâs; tüm söz ve davranışlarda, hareket ve sekenatta çaba sarf etmeden kendiliğinden hasıl olan ihlâstır. Çalışıp çabalamakla ve kendini zorlayarak gerçekleşen ihlâs sürekli değildir. İhlâsın sürekli olabilmesi için zorlanmanın ortadan kalkması, kendiliğinden hasıl olması gerekir.
ALLAH’ın veli kulları, her yaptıklarını ALLAH rızası için yaparlar, nefsani arzuları için değil. Zira onların nefsleri Hakk Teâlâ’ya fedâ/kurban olmuştur. Bu sebeple ihlâsı sağlayabilmek için niyetlerini düzeltmeye ihtiyaçları yoktur.
Mesela nefsine esir ve ona uyan bir kişi, ister niyet etsin ister etmesin, her yaptığını nefsi için (çıkarı, kârı için) yaptığı gibi; nefsine esir olmaktan ve ona uymaktan kurtulup Hakk Teâlâ’nın sevgi ve rızasına bağlanan kişi de, artık yaptığı her işi ALLAH rızası için yapar, ister böyle niyet etsin ister etmesin.
Sürekli ihlâs sahibi olan muhlas’lardandır; sürekli ihlâs kazanma derdinde olan ise muhlis’lerdendir. Aralarında ne kadar da fark vardır…
(İşte bütün bunlar tasavvufun asıl gayesidir ve bütün bunlara kavuşmak, sûfilerin yoluna girmeye ve o yolda ilerlemeye bağlıdır.)
***
(Yoksa) Tasavvuf yoluna girmekten gaye, gayb âlemine ait bir takım suret ve şekilleri müşahede etmek, nasıl olduğu bilinmeyen bir kısım nurları, renkleri ve kıymetli rüyaları görmek değildir ve olmamalıdır. Zira bütün bunlar oyun ve boş işler sınıfına dâhildir. Görünen âlemdeki nurların ve suretlerin ne kusuru var ki, bir kişi bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sıkıntılara katlansın. Çünkü bu sûretler ve nurlarla o sûretler ve nurların hepsi, Hakk Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir ki O’nun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu göstermektedirler.
Bu madde âleminde bulunan güneş ve ay ışıkları, âlem-i misâldeki nûrlardan, renklerden kat kat dahâ üstündür. Fakat bunlar her zaman ve herkes tarafından görüldüğü için kıymet verilmiyor, herkesin bilmediği, görmediği nûrlar aranıyor.
Kapı önünde devamlı akan su için kıymet yoktur, Kevser suyu olsa da!
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr ‘Kuddise Sirruhu’ buyurdu ki: Bütün haller ve vecdler bize verilse de, hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıyla süslenmiş ve bezenmiş olmasa, o halleri ziyandan başka bir şey kabul etmeyiz. Şayet bizde hata ve kusurlar toplansa, fakat hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere istikametli olsa, o hatalarda bir beis görmeyiz.
***
Tasavvuf yolları arasında en lüzumlu ve en uygun olanı ise sünnet-i seniyyeye ittiba eden ve karanlık bid’atlerden sakınan büyüklerimizin yoludur.
Bu yüksek yola girmek ve ilerlemek, yol gösteren mürşide muhabbet bağıyla mümkün olur. O ki, seyr-i muradi ile (kuvvetli cezbe ile çekilerek) bu yoldan geçirilmiş ve o kemâlâta kavuşturulmuştur. Onun bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onun teveccühü ve sevgisine kavuşmak, manevî hastalıkları giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zamanının imâmıdır. Asrının halîfesidir.
Bu yolda yetişmek ve başkalarını yetiştirmek ise -uzaktan da olsa- aks (yansıma) yolu ile olur. Mürid, mürşidine olan muhabbet bağı ile her dem onun rengiyle renklenir; yansıma yoluyla da onun nurlarıyla nurlanır. Bu durumda faydalandırma ve faydalanma hususundaki halleri bilmeye de gerek kalmaz. Görmez misin karpuz, her dem güneşin ışığıyla yetişir ve olgunlaşır. Ne karpuzun geliştiğini bilmesi ve ne de güneşin, karpuzun olgunlaşmasında vesile olduğunu bilmesi gerekir.
Evet, kendi arzusuyla sülük etmek ve başkasının süluk yollarından geçmesini sağlayabilmek için (hallerle ilgili) ilim lâzımdır fakat bu, diğer yollara mahsustur. Ashab-ı kiramın yolundan ibaret olan bizim yolumuzda bu, zorunlu değildir. Bu yolun öncüsü olan mürşidin, derin ilim ve marifet sâhibi olması yeterlidir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyarlar, kavuşmakta eşittirler. Çünkü onlar maksatların nihayetine ya muhabbet rabıtası (bağı) ya da devlet sahibi mürşidin teveccüh vesilesi ile kavuşurlar.
“İşte bu Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir… Allah ZülFadlil Azıym’dir.” Cuma Sûresi: 4
Mektubat-ı Rabbani
İHTİYÂR
Vaktiyle birisi, gönlü aşk ve yanışla dolu olduğu halde pazar etrafında gündüzleri elinde fener ile gezerdi. Boşboğaz biri ona dedi ki: “Böyle güpegündüz elinde fenerle her dükkânda ne arıyorsun? İnsanlarla alay mı ediyorsun?” O da: “Her tarafta ilâhî nefesle diri olan, gönlü ilâhî ma’rifetle dolu bir insan arıyorum! Böyle bir adam var mıdır?” dedi.
-Görmüyor musun; bu çarşı, bu pazar adamlarla dolu?
-Ben, dedi; gazabına ve şehvetine hâkim olan adam isterim! Öfkelendiği ve şehvete kapıldığı zaman sabreden ve kendisini zapteden adam nerede? Mahalle mahalle böyle bir adamı arıyorum! Dünyada bu iki hâle karşı koyan adam hani; nerede? Ta ki ona can feda ederim!
-Acip bir şey arıyorsun. Galiba kaza ve kaderin hüküm ve hikmetinden gafilsin! Aslı bırakmış, teferruata dalmışsın! Fer’ biziz; aslolan kader hükümleridir! Kazâ ve kader, dönüp duran feleğe bile yolunu kaybettirir. Tedbir âlemini dar eder; demiri ve mermeri bile eritir! Ey bu yolu adım adım yürümeye karar vermiş olan; hamın hamısın, hamın hamısın, hamın hamı!
Değirmen taşının dönüşünü gördün madem, bir kere de onu döndüren derenin suyunu gör! Havaya yükselen tozu toprağı gördün ya; tozu toprağı havalandıran rüzgârı da gör! Düşünce kazanlarını kaynarken görmedesin; aklını başına al da, onu kaynatan ateşi de gör! Ne zamana kadar dolabın dönüşünü seyredeceksin? Başını çevir de, şu hızlı akıp giden suyu da gör! Onun hikmetlerini görüyorum deyip durmadasın ama o görüşün nice alametleri var! Köpüğü gören sırlar söyler; denizi görense hayran olur, kendinden geçer! Köpüğü gören, düşüncelere tutulur, niyetler eder; denizi görense iradesini terk eder! Köpüğü gören, dönüş içinde kararsız olur; çırpınır, durur. Denizi gören ise arı duru bir hal alır!”
-Ey cebrî, şimdi sözümü dinle de sana cevap vereyim! Kendi özür mektubunu okudun; Sünni’nin mektubunu da oku! Cebrice sözler söyledin, onun sırrını bir de benden dinle! dedi.
Şüphe yok ki bizim için ihtiyâr vardır! Duyguyu inkâr edemezsin; ayândır! Taşa hiç kimse; ‘Gel buraya!’ demez! Bir kerpiç parçasından hiç kimse vefa beklemez. Hiç kimse bir adama; ‘Haydi uç!’ yahut ‘Ey kör kişi; bana bak!’ demez. Emir ve nehiy, öfke, lütuf ve azarlamak ancak ihtiyarı olan kişiyedir. Zulümde de ihtiyarımız vardır, sitemde de! İhtiyar (bir işi yapma azmi), senin içinde sâkindir; o bir Yûsuf görmeden elini kesmez. İhtiyar, istek nefistedir; dilediği şeyi görür de sonra kol kanat açar. Köpek uyumuş, ihtiyarı kaybolmuştur fakat işkembeyi görünce kuyruğunu sallar. At arpayı görünce kişnemeye başlar; kediye et gösterilince miyavlar. İhtiyarın harekete geçmesine görüş sebep olur, sönmüş ateşten kıvılcım çıkaran körük gibi…
İblis aracı olup sana “vis”in (nefsinin arzuladığı şeyin) haberini getirince ihtiyarın harekete geçer. Ne zaman birisine matlubunu arz eder, uykuda olan ihtiyar büklümü, hemen açılıverir. Melek de, şeytanın rağmına, hayırlar gösterir, gönle bir coşkunluk salar. Nihayet hayır olan ihtiyar harekete geçer.
Bir şey gösterilmeden önce her iki huy da uykuda idiler. Şu halde; melek de, şeytan da ihtiyârın damarlarını harekete geçirmek için bir şeyler gösterirler. İlhamlardan ve vesveseden sendeki hayır-şer ihtiyârı bir iken on kişilik olur. Namazdan çıkarken o sebeple meleklere selam vermek gerekir. Ki; ‘Sizin güzel ilham ve da’vetinizden benim namaz kılmak ihtiyârım harekete geldi, kavileşti!’ Günahtan sonra da, tutar İblis’e lanet edersin; çünkü bu kötü işe onun vesvesesi ile düştün. O iki zıt, gayb perdesi ardından gizliden gizliye sana hayrı ve şerri arzederler. Fakat gayb perdesi gözden kalktı mı, kendi kılavuzlarının yüzünü görürsün. Sözlerini apaçık tanırsın, o gizlice söz söyleyenlerin bunlar olduğunu bilirsin.
Şeytan, ey tabiatına ve bedeni isteklerine esir olan, ben sadece güzel ve tatlı gösterdim, zorlamadım!’ der! Melek de sana; günahın verdiği zevk yüzünden gamın ve ıstırabın artar demedim mi, der! Filan gün cennetlerin yolu şu taraftadır demedim mi? Biz, senin can dostunuz; canına can katarız; senin atana ihlas ile secde edenleriz! Şimdi de sana hizmet etmek istiyoruz; hizmete layık olman için seni çağırıp durmadayız! O taife ise, senin babana da düşman idi; Secde ediniz, emrine uymadılar! Fakat sen; o taifeye uydun da bizi attın, hizmetlerimizin hakkını tanımadın! Şimdi bizi de ayan beyan gör, onları da; sözümüzden tanı bizi! Geceleyin sana haber getiren iki kişiyi sabahleyin seslerinden tanıman gibi…
Hâsılı: Bizde görünmez olan ihtiyar, hayrı ve şerri gördü mü artmaya başlar! Şeytan ile meleğin arzetmesiyle ihtiyâr tamam olur.
Üstadlar çocukları döverler de kara taşı terbiye etmeye kalkışırlar mı hiç? Taşa, “Yarın gel, gelmezsen sana kötü ceza veririm” der misin? Hiç akıllı kişi bir kerpici döver mi? Birisi bir taşı azarlar mı?
Akılda cebir (bende irade ve ihtiyâr yoktur demek), kaderîyeden (irade ve ihtiyâr sırf bana aittir demekten) daha rüsvaydır. Zira cebir, kendi hissini inkâr etmektedir. Kaderî ise kendi hissine münkir değildir. Kaderî der ki, duman var, ateş yok! Cebri ise, ateşi gördüğü halde ateşi inkâr eder.
Cümle âlem, bunu yapma, bunu yap diye ihtiyarı ikrar eyler! Fakat Cebri olan; ‘Emir ve nehiy diye bir şey yoktur! Yapılan işler, dileğimizle değildir’ diye söylenir durur! Ona göre, ihtiyar da yoktur; buna inanmak da hatadır!
Hakk’tan başkasında ihtiyar yoksa ne diye suçluya kızıyorsun? Nasıl oluyor da düşmana diş biliyorsun? Niçin günahı, suçu ondan görüyorsun? Evin çatısından bir tahta düşse de seni adamakıllı yaralasa; çatıdan düşen tahtaya hiç kızar mısın? Ona kin besler misin? “Neden bana vurdu da elimi kırdı? O benim can düşmanımmış.” der misin? Niye malını çalan hırsız için, tutun şunu, elini ayağını kırın, esir edin dersin? Namusuna göz koyana karşı neden içinde yüzbinlerce öfke doğar? Sendeki öfke, cebrice özürler getirmeyesin diye ihtiyarın varlığına işaret eder.
Hislerin galeyana gelince, heva ve hevesin uyanınca, yirmi adamın ihtiyarını elde edersin. Dostun senin ufak bir menfaatine zarar verirse, içinde onunla çekişme irade ve ihtiyârı canlanır. Fakat nimetlere şükretme zamanı gelince, irade ve ihtiyârın yok olur.
“Yarın bunu yaparım yahut onu yapmayayım” demen irade ve ihtiyârın varlığını ispat eder. O kötülük yüzünden pişman oluşun da irade ve ihtiyârındandır; onunla pişman oldun, doğru yolu buldun.
Deveci bir deveyi dövse, o deve dövene kin güder, ona saldırır. Devenin öfkesi, devecinin değneğine değildir. Demek ki deve bile ihtiyârın kokusunu almıştır. Bir köpeğe taş atsan, gerilip saldırır sana. Erişemeyeceği bir yerde olmandan attığın taşa saldırması, sana olan hışmındandır. Hayvanın aklı bile irade ve ihtiyârı bildikten sonra, artık öyle söyleme, utan! Nitekim cebri olan iblis de: “Beni azdırmana karşılık” demekle kurtulamamıştır. Az çoğa delâlet eder.
Bütün Kur’an emirdir, nehiydir, vaîddir. Taşa ve mermere emredildiğini kim gördü? Hiç bir âkil, bunu yapar mı? Kerpice, taşa kızar da kin güder mi? “Ey ölüler! Niçin yapmadınız, der mi? “Ey eli bağlı, ayağı kırık! Haydi mızrağı al da, gel savaş.” der mi? Bir Hâlık ki yıldızları ve feleği yaratır, nasıl olur da öyle emir ve nehiyde bulunur?
Adamın biri ağacın üstüne çıkmış, şiddetle meyvelerini döküyordu. Bağ sahibi geldi de: “Ey alçak adam, Hakk’tan utanmaklığın hani? Bu yaptığın nedir?” dedi. Hırsız dedi ki: “Hudâ’nın bağından, Hudâ’nın kulu, Hakk’ın lütfettiği hurmayı yerse, cahilce ne diye şikayet ediyorsun? Ganî olan Hakk Teâla’nın sofrasında neden cimrilik ediyorsun?” Bağ sahibi hizmetçisine: “Ey Aybey! dedi. O ipi getir de en güzel cevabı vereyim.” Adamı ağaca sıkıca bağladı. Kuvvetli bir sopa ile arkasına, ayaklarına vurmaya başladı. Hırsız; “Hudâ’dan hayâ et!” dedi, “Bu suçsuzu inlete inlete öldürecek misin?” Bağ sahibi; “Hudâ’nın sopasını, O’nun bir kulu, diğer bir kuluna güzel güzel vurursa, bunda kızacak ne var?” dedi. Hırsız; “Tövbe ettim, dedi. Anladım ki ihtiyâr vardır, ihtiyâr vardır, ihtiyâr var.”
Bizim ihtiyârımızı, O’nun ihtiyârı var etti. O’nun ihtiyârı, bizim ihtiyâr ettiğimizi (dilerse) halk eder. Hakk’ın kudreti mutlaktır ama kuldaki ihtiyârı yok saymaz. Aslında herkesin ihtiyârı yerindedir, Hakk’ın kudret ve iradesi bütün ihtiyârların üzerinde… galiptir ve kâhirdir. Hakk’ın kudretini, kuvvetini, dilemesini bütün kemali ile söyle de söyle! Bu ne cebr sayılır, ne de sapıklıktır.
***
Kulun; “Allah neyi diledi ise o oldu.” demesi; “Olan oldu, o işle uğraşma, tenbel ol!” demek değildir. Çünkü Hakk’ın işinde ve indinde geçmiş ve gelecek yoktur. Aksine bu söz, ciddiyete, candan ve gösterişsiz olarak işe daha iyi sarılmaya teşviktir. Hatta o hizmette daha fazla gayrette bulun, o işte daha da ehil ol, demektir. Yani dileme, O’nun dilemesi; rıza O’nun rızasıdır. O’nun rızasını arayın. Bu yolda başkalarının gazabı, başkalarının sizi reddetmesi gönlünüzü daraltmasın.
Sana; “Ne dilersen dile, işin iş, her şey dilediğin gibi olacak” deseler de tembellik etsen, yerindedir. Çünkü ne dilersen o olacak… Fakat “Allah ne dilerse o oldu/olur. Hüküm ebediyen O’nundur. Mutlak bu böyledir” deseler; neden yüz kişi imişsin gibi o işin etrafında kula yakışır şekilde dolaşmazsın? Ne diye o işe candan sarılmazsın? Sen bu sözü ters anladın da gayreti bıraktın, tembelleştin, bu hal anlayışına ters düştü, aklın karıştı.
“(Zaruri bir işin ile ilgili) Emir yetkisi vezirindir, vezir nasıl uygun görürse…” deseler, başına ihsanlar saçması için hemencecik yüz adam gibi etrafında pervane mi olursun yoksa vezirden, köşkünden kaçıp gider misin?
Seni hararetlendiren, İlâhî lûtfa ümitle koşturan, seni çevikleştiren, seni ar ve haya sahibi yapan te’vîl, haktır, doğrudur.
Yok seni gevşek ve tembelleştiren te’vîl, bil ki, te’vîl değildir. Sadece seni (kötüye doğru) değiştiren bir haldir (vehimdir, vesvesedir).
Kur’ân’ın mânâsını yalnız Kur’ân’dan ya da heva ve hevesini ateşe atıp yakmış kişiden öğren, o kadar! Kur’ân’ın mânâsını, Kur’ân önünde kurban olmuş, benliğinden geçmiş ve zelîl olmuş; adeta ruhu, ayn-ı Kur’ân kesilmiş kimseden sor. Gül de yok olmuş yağı ister gül yağı olarak kokla, ister gül…
Bunun gibi “Kalem kurudu” hadîsinin te’vîli de seni en önemli işe teşviktir. Binâenaleyh kalem yazdı ki, her amel için onun lâyıkı olan te’sir ve cezâ vardır; herkesin işine layık olan mükâfât ve mücâzâtı yazmıştır kalem. Eğri gidersen eğer, kalem de eğri yazar sana. Doğru gidersen, doğrulukta bulunursan, saadetini arttırır. Zulüm edersen, insanlıkta geri kalırsın. Kalem kurudu. Adalette bulunursan muradına erersin. Kalem kurudu. Vaktaki çaldın, el gitti, kalem kurudu. Şarap içmiş olan sarhoş oldu, kalem kurudu.
Sen reva görür müsün ki, Hakk Teâla ezelde verdiği emir yüzünden işten kalsın, hiç bir şey yapmasın? “İş benim elimden çıktı. Benim huzuruma bu kadar gelme, bu kadar çok tazarru’ etme” desin.
“Kalem kurudu.” sözünün manası; “Adl ile zulüm Benim indimde eşit değildir. Hayırla şerrin arasını ayırdım, kötüyü daha da kötüden ayırdettim.” demektir.
Sende, edep bir zerre kadar artsa, bu senin için dosttan gelen bir lütuftur. Hakk’ın fazlından bil! O bir zerre senin değerini arttırır. Çalışıp çabalaman bir zerre kadar artsa, Hakk’ın terazisinde tartılır o.
“Kalem (yazdı, mürekkebi) kurudu” sözü, hiç “Cefâlarla vefâlar bir olur” manasına gelir mi? Aksine cefaya karşılık cefa yazmıştır; vefaya karşılık da vefa yazmıştır kalem.
Her an sana gelip çatan bu dertler, bu belalar, senin yaptıklarının cezasıdır, karşılığıdır; işte “Kalem kurudu” hadîsinin mânâsı budur.
Af vardır. Fakat ümit ışığının parıltısı, aydınlığı nerede ki, takva sahibi bir kul gibi yüzü ak olsun, nurlansın. Hırsız affedilse, canını kurtardığı için sevinir. Yoksa vezîr olmak, hazîne emini olmak hırsız için mümkün müdür?
Ey din emini, ey Allah adamı gel! Gel ki her taç ve her bayrak eminlikle belirdi, kendini gösterdi. Padişaha ihanet eden oğlu bile olsa, bil ki, başı bedeninden ayrılır. Fakat Hintli bir köle (padişaha) vefa gösterirse, devlet o köleye “Çok yaşa!” diye seslenir. Köle de ne ki; eğer bir kapının köpeği vefalı olsa, sahibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce razılık, yüzlerce hoşnutluk belirir. Bu yüzden köpeği sever, okşar… Eğer köpek yerinde aslan olsa, onu ne denli hoş tutardı… Eğer bir hırsız da candan ona hizmetlerde bulunsa, sadık olsa; onun doğruluk ve sadakati önceki cefayı kökünden söküp atsa, padişah onu vezir de yapar hazine emini de…
Yol kesen Fudayl candan tövbe etti de on adam gibi tövbeye sarıldı. Velî oldu. Bu hâli de kalem yazmış, mürekkebi de kurumuştu.
Çok boş ve manasız olan cebir inancını terk et ki cebrin sırrının sırrını anlayasın. Günah işleyen tembellerin takılıp kaldıkları bu cebri terk et ki, can gibi olan o (Ehl-i Sünnet’teki) orta cebirden haber alasın.
***
Cebrî kâfir öyle hoş cevaba başladı ki, Sünnî’nin mantıkı o cevaplardan şaşırdı, hayranlığa düştü. Fakat o soru ve cevapların hepsini anlatacak olsam asıl söyleyeceğim sözden kalırım. Ondan daha mühim söyleyeceğimiz şeyler var ki, onlarla anlayışın daha güzel işaretlere kavuşur. Bu zor bahsi, bu karışık mevzuyu kavrayışın daha kolaylaşır.
O bahsin pek azını anlattık. Çünkü çoğun hali, azı ile belli olur. Bu görüş ayrılığı ve inanış öyle bir bahistir ki, kıyamete kadar münakaşası sürüp gider. Bu yetmiş iki fırka, kıyamete kadar kalır da bid’atçinin lafı-sözü eksik olmaz.
Bu yol, ötekine düşman olur, kin güder; taklitçi ise iki yol arasında şaşırıp kalır; her iki yolun da doğru olduğunu, her topluluğun kendi yolunda sevinç içinde olduklarını görür. Birinin, hasmına verecek bir cevabı yoksa da kıyamete dek onunla kavgaya tutuşur. Doğru tarafı bize gizli kalmış olsa da, büyüklerimiz bunun cevabını bilirler, der durur.
Vesvesenin ağzını bağlayan ancak İlâhî aşktır; tartışmayı bir tek İlâhî muhabbet keser. Sen vesveseyi içinden atmak istiyorsan, İlâhî aşka sarılmak için bir kâmil mürşit ara! İlâhî aşktan haberi olmayan, bilgili ve akıllı geçinen kişiden uzaklaş; o senin şerefini, haysiyetini alçaltır. Böyle yalancı mürşit, senin İlâhî duygularını körleştirir, manevî ve ruhanî zevklerini yok eder.
Senin şu aklının erdiği şeylerden başka akıl erdirilecek şeyler var. Onları topraktan yaratılmış bu baştaki akılla değil, gönül yolu ile baha biçilmez aşkla bulabilirsin. Şunu iyi bil ki, Hakk Teâla, sende bulunan şu akıldan başka akıllar da yaratmıştır. Gökler, gökyüzünün sebepleri o akılla idrak edilir. Şu başta bulunan fanî akılla dünyalık elde edersin; öteki akılla, göklerde kendine bir makam edinirsin. Aklını eğer İlâhî muhabbete kaptırırsan, ALLAH da sana, o aklın on mislini yahut yedi yüz mislini verir.
İlahi muhabbet yüzünden söze hayret gelir, şaşırır kalır. Macerayı anlatmaya cesaret edemez. Layık olmayanlara, hakikati söylemekten çekinir. Bir cevap vermeye kalkarsa, dudaklarından bir hakîkat incisinin düşmesinden korkar. Ağzından bir inci düşmesin diye dudaklarını sıkıca yumar. Nitekim Peygamber’in dostu demiştir ki: “Peygamber bize bir şey söylerken; O seçilmiş resul, o incileri saçarken, bizden huzur isterdi. Yüzlerce vakar, ağır başlılık dilerdi.” Öyle ki sanki başında bir kuş varmış da, uçacakmış korkusu ile canın titrer. Güzel kuşun uçup havalara gitmesin diye yerinden bile kımıldamazsın. O humâ kuşu uçar diye nefes bile almazsın. Öksürüğün bile gelse, kendini sıkar öksürmezsin. O sırada birisi sana tatlı da söylese, acı da söylese parmağını dudağına götürür, “Sus!” diye işâret edersin. İşte o kuş hayrettir. Şaşırıp kalmaktır. O seni susturur; tencerenin ağzını kapar da aşk ateşinde kaynatmaya başlar; pişirir, olgunlaştırır, dedikodudan kurtarır.
Mesnevi-i Şerif
HİKMET ve ADALET
Davud aleyhisselâm zamanında çalışmadan, eziyet çekmeden helâl rızık isteyen bir adam vardı. O yoksul adam, gece gündüz feryat etmekte, Allah’tan eziyetsiz, zahmetsiz, çalışmadan helâl rızık istemekte; her akıllı ve ahmak adamın yanında, daima şöyle dua etmekteydi: “Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızık, bir servet ihsan eyle! Mademki beni tembel yarattın, rızkımı da tembellik yolundan, çalışmadan, didinmeden ihsan et! Tembelim ben, varlık âleminde senin ihsan ve cömertliğinin gölgesinde yatmış, uyumuşum. Tembeller ve zahmetsizce yaşamaya alışmış olanlar için galiba başka türlü bir rızık takdir etmişsin ki, onlara çalışmadıkları hâlde rızıkları geliyor. Kimin ayağı varsa gider rızkını arar; ayağı olmayan, çalışacak hâli bulunmayansa yanıp yakılır, durur! Bulutu yeryüzüne sürdüğün gibi rızkı da o mahzun kişinin yanına götür! Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutları ona doğru iki kat hızla sürer, götürür. Çocuğun ayağı olmadığı, henüz yürümeye başlamadığı için, anası başı ucuna kadar gelir; nimet ve ihsanlarını yağdırır. Yarabbi, Senden zahmetsizce, yorulmadan, ansızın gelecek bir rızık istiyorum. Zaten yalvarıp yakarmadan ve istekten başka bir çalışmam da yok!”
Birçok zaman sabahtan akşama, akşamdan da kuşluk çağına kadar bu duâyı eder dururdu. Halk da onun sözlerine, yersiz istek ve ısrarına güler ve: “Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını başından aldı?” derlerdi. “Rızık, zahmet çekmek ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder. ‘Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin… Evlere kapılarından girin’ denmiştir. Şimdiki zamanın Hakk elçisi, buyruk sahibi ve sultanı, nice sanat ve hünerlere sahip Davut Peygamber’dir. Dostun inayetleri onu seçmiş ve bu kadar naz-ü naime sahip olduğu halde yine de çalışıyor. Mucizelerin haddi hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne gelip duruyor. Hazreti Âdem’den bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi. Her vaazında iki yüz kişi ölmekte… Güzel sesi insanları candan etmekte. Aslanlar, ceylânlar vaazına gelmekte… Ne onun bundan haberi var, ne bunun ondan (aslan ve ceylanlar birbirlerinden habersiz kalırlardı)! Sesine dağlar da ses veriyor, (eşlik ediyor) kuşlar da. Onun, bunun gibi ve daha yüzlerce mucizeleri var. Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün cihetleri de kaplamış. Bunca yücelikle beraber ALLAH, onun bile rızkını çalışmadan vermiyor. Rızıklanması çalışmasına bağlı. Bunca yücelikle beraber zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı gelmiyor. Hâlbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin. İşte böyle bir zavallı, ticaret yapmaksızın eteğini kârla doldurmak istiyor. Böyle bir şaşkın, gökyüzüne merdivensiz çıkarım diyor.”
Birisi alaya alıp “Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte; öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi. O ise halkın bu kınama ve alayına hiç aldırış etmez, duayı niyazı azaltmazdı bile. Sonunda şehirde böyle tanındı, boş ambarda peynir aramakta diye şöhret buldu. Bu haliyle darb-ı mesel oldu ama yine de bu istekten bu niyazdan vazgeçmedi.
Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken, birdenbire evine doğru bir sığır koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı. Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp sığırı bağladı. Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti. Derisini yüzsün diye çabucak kasabı çağırmaya gitti. Meğer o sığır kasabın imiş.
Sahibi sığırı görünce “Ey karanlıkta benim sığırımı aşıran, borçlusun bana sen. Neden onu kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi. Adam, “Ben Allah’tan rızık istiyor, kıblemi niyazımla süsleyip duruyordum. Eskiden beri edip durduğum dua müstecâb oldu. Benim rızkım idi, tutup kestim, işte cevap” dediyse de, o hışma geldi, yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu. “Ey zalim ahmak, saçma sapan lafları bırak azgın herif!” diyerek onu çeke çeke Davud Nebi’nin huzuruna kadar götürdü. “Aklını başına al, kendine gel! Bu ne çeşit dua? Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu.
Adam “Ben Hakk’a dualar etmişim, bu tazarru’ içinde nice kanlar yutmuş, zahmetler çekmişim. Yakînen biliyorum ki dua müstecâb oldu. Ey hitabı kötü olan, var, başını taşa vur” dediyse de…Davacı adam “Ey Müslümanlar, toplanın da bu herifin yavelerini (saçmalarını) duyun! Ey Müslümanlar, ALLAH için söyleyin… Dua nasıl olur da benim malımı onun yapar? Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder, mal, mülk sahibi olurdu. Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi. Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, Ey Hudâ bize mal, mülk ver diyorlar. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan, bize ihsan kapısını da aç, derler. Fakat bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi.
Halk da, “Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zalim bir adam. Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir? Bu, şeriatte görülmüş bir şey mi? Ya paranla bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar yahut vasiyet eder (miras bırakır) yahut da gönlünden kopar da sana verir. Aksi halde bir şeye sahip olamazsın. Bu yeni şeriat hangi kitapta? Sen ya o sığırı ver, ya hapse git” demekteydi.
O, gök tarafına teveccüh etti ve dedi ki: “Yarabbi, bizim vâkıamızı Senin gayrin bilmez. Gönlüme o duayı ilham eden de, gönlümde yüzlerce ümit belirten de Sensin! İlâhî, o duayı beyhude etmedim; Yûsuf gibi rüyalar görmüş idim.” “Yûsuf, güneşle yıldızların, huzurunda kullar gibi secde ettiklerini gördü. O rüyaya itimadı olduğu için, kuyuda da onun zuhurunu bekliyordu, zindanda da. Ondan başka, ne kölelikten derdi vardı, ne ‘Züleyha meselesinde’ az çok kınanmaktan! Rüyası, mum gibi gözünün önünde yanmakta, onu aydınlatıp durmaktaydı.” Yusuf’u kuyuya attıkları zaman taraf-ı Îlâhî’den nidâ geldi. “Ey yiğit, bir gün padişah olacak ve ettikleri bu cefayı yüzlerine vuracaksın.” Bu nidânın kâili gözle görünmez ama gönül, kâili eserinden tanır. O nidâdan bir kuvvet, bir rahat, bir huzur canının ta ortasına düştü. O nidâ-i Celîl sebebi ile, kuyu, Halîl üzerine olan ateş gibi gülşen oldu. Gayri ne cefâ ki ona erişirdi, o kuvvetle neşeyle karşılar idi. Nitekim ‘Elestü bi Rabbiküm’ hitabının zevki de öyledir ve her müminin gönlünde tâ mahşere kadar devam eder. Bu sebeple ne belâya itiraz ederler ne de Hakk’ın emir ve nehyinden sıkılırlar.
Adam dedi ki: “Yâ Râbbi! Bu cürümden dolayı, o hilekâr bana kör diyor! İblisçe bir kıyas! Ben ne vakit duayı körcesine ettim; Hâlîk’tan gayrisine ihtiyacı arz ettim? Kör, cehli dolayısıyla halktan umar; ben ise yalnız Senden! Zîrâ her müşkilin kolaylığı Sendendir. Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canımın niyazını ve ihlasını görmedi! Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Ey güzel, “Kişiyi sevdiği şey, kör ve sağır yapar.” Bu körlük, o körlüktür. Hudâ’dan başkasına körüm ki müşâhede-i Îlâhî’de (gönül) gözüm açıktır. Aşkın muktezası da budur. Yâ Râb, Sen ki Basîr’sin, beni körlere katma! Ey Lütfunun etrafında dönüp durduğum! Yusuf-u Sıddıyk’a gösterdiğin rüya ona dayanak olduğu gibi lütfunla bana gösterdiğin rüya da hadsiz hesapsız dualarım da beyhude olmadı. Fakat halk benim sırlarımı bilmez de sözlerimi hezeyan sanır. Hakları da var. Gayb sırrını, sırları bütünüyle bilen ve ayıpları tamamıyla örtenden başka kim bilebilir?”
Hasmı dedi ki: “Ey amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana dön de doğruyu söyle! Hilekârlık ediyor ve halkı aldatmak istiyorsun; aşktan, kurbetten dem vuruyorsun. Madem ki (haram yiyecek kadar) kalbi ölmüş birisin, hangi yüzle yüzünü göklere çeviriyorsun?”
Bu hâdise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O Müslümansa, “Ey Hudâ, bu kulunu rüsvây etme! Eğer fena isem de sırrımı aşikâr etme!” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere sürmekteydi.
Vaktaki Davut Nebî dışarı geldi ve dedi: “Ahvâl nedir, nasıl oldu?
Müddei (iddia eden) dedi ki: “Ey Allah’ın nebisi, adalet! Sığırım, bu adamın evine girmiş; o da onu kesmiş. Ona sor, neden kesmiş, söylesin.”
Davut ona dedi: “Ey kerem sahibi, niçin muhteremin mülkünü telef ettin? Sakın lafı dolaştırma, delilini getir ki bu dâva halledilsin” dedi.
Dedi: “Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Hudâ’dan, helâl ve zahmetsiz bir rızık istemekte idim. Erkek kadın, herkes feryadımı bilir; çocuklar bile macera vasf ederler idi. Kime istersen sor, derhal söyleyiversin. Bu eski abalı yoksul neler söyler idi diye halktan hem gizli sor, hem de aşikâre…
Bu cümle duadan ve figandan sonra ansızın evime bir sığır girdi. Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye… O gaybı bilen duamı kabul etti diye şükür için hemen oracıkta onu kestim.”
Davut aleyhisselam dedi : “Bu sözleri yıka, dâvana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde bâtıl bir sünnet koyayım, kötü bir âdet bırakayım? Bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Niçin mahsul alıyorsun, ekinci misin? Ey amca, kazanç elde etmeyi de ziraat gibi bil! Sen ekmedikçe ürün senin olamaz. Ektinse, ektiğini biçersin; senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun kat’i olur. Git, müslümanın malını ver, eğri söyleme! Borç al, ver; bâtılı isteme!” dedi.
Dedi ki, “Ey Şah, zulüm sahiplerinin söylediğinin aynını söylüyorsun bana!”
Secde etti ve dedi: “Ey kalbimdeki yanışı bilen, o şu’leyi Davud’un kalbine de at! Sır ile gönlüme düşürdüğünü, onun gönlüne de düşür, ey ihsan sahibi Rabbim.”
Bu sözleri söyledikten sonra hıçkıra hıçkıra ağladı. Öyle ki, Davud’un gönlü yerinden oynadı.
Dedi ki: “Ey sığırı dâva eden, bana bugün mühlet ver ve bu dâvayı eşme. Tâ ki ben halvet tarafına gideyim, sır biliciden namazda bu ahvâli sorayım! Namazda o iltifata alışmışım; “Namaz gözümün nurudur” sırrı zuhur eder; bu benim huyumdur. Derûnî safâmdan dolayı ruhumun penceresi açılır da oradan Hudâ’nın nâmesi vasıtasız erişir. Nâme, yağmur ve nûr madenimden, hakikatimden gelir, penceremden evime düşer. Penceresi olmayan ev cehennem gibidir.
Ey kul, dinin aslı, pencere açmak ve oradan tevhid ve hidayet ziyası alarak kalbi aydınlatmaktır.
Gayret baltasını o manevi pencereyi açmak için vur…”
Davut, kapıyı kapayıp acele mihraba ve duayı müstecâb tarafına gitti. Hakk ona işin hakikatini tamamıyla gösterdi de cezaya layık kimdir, kısasa layık adam hangisidir, vakıf oldu. Ertesi gün bütün hasımlar geldiler, Davud Peygamber’in huzurunda saf vurdular. Müddei yine aynı davayı tekrarladı, ağır sözler söyledi.
Davud ona dedi: “Sus, bu dâvayı bırak, sığırı bu müslümana bağışla!” dedi. Ey civan, mademki Hudâ, senin sırrını örttü; git süküt et de onun bu Settar’lığına şükret” dedi.
Adam dedi ki: “Vâveylâ, bu nasıl hüküm, ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı koymak istersin. Oysa adaletin âleme yayıldı da yer, gök güzel kokulara büründü. Kör köpeklere bile bu sitem vaki olmadı. Bu haksızlıktan taş da yarıldı, dağ da!” “Ey ahali, vakit zulüm vaktidir, gelin de görün!” diye bağırıyor; açıktan açığa ağır sözler söylüyordu.
Davud ona dedi ki: “A inatçı, malının hepsini ona bağışla. Yoksa işin çok şiddetli olur! Sana söyledim; tâ ki ona mahsus olan zulmün zahir olmasın!”
Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “Her an zulmü ziyade ediyorsun” dedi ve bir müddet kınamaya devam etti. Davud onu tekrar huzuruna çağırıp dedi ki: “Ey bahtı körleşmiş, mademki talihin yok, senin zulmün yavaş yavaş zuhura geldi. Pislenmiş olduğun halde yine başköşeyi gözetip duruyorsun ha! Senin gibi bir eşşeğe çerçöple saman bile yazık… Beyhûde feryat etme, yürü, çocukların da onun kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!”
İki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı gidip gelmekteydi. Onun yaptığını bilmeyen, işin iç yüzüne vakıf olmayan halk da kınamaya başladı.
Saman çöpü gibi hevâ ve heves elinde oyuncak olan, zalimi mazlumdan nasıl fark edebilir? Zalimi mazlumdan ayırt eden, zulümkâr nefsinin boynunu vurmuş kişidir. Yoksa içten içe nefse zebun olan kişi, deliliğinden mazlumlara düşman kesilir.
Mazlumu öldürücü, zalime tapıcı avâm, pusudan köpek gibi Davud aleyhisselamın karşısına sıçradı. Ona teveccüh edip “Ey bizim üzerimize seçilmiş olan nebi-i muhtar! Senden bu lâyık değildir, zîrâ bu açık bir zulümdür. Sebep yokken bir günahsızı kahrettin” dediler.
Dedi: “Ey dostlar, onun zamanı erişti ki, gizli olan sırrı zahir ola! Hepiniz kalkınız, tâ ki dışarıya gidelim de o gizli sırra vakıf olalım. Filân ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, birbirleriyle birleşmiştir. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplamış, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor. O latîf ağacın dibinde kan vardır. Bu uğursuz, orada efendisini öldürmüştür. Şimdiye kadar Hudâ’nın hilmi onu örttü. Fakat bu kaltaban, şükürsüzlüğünden, efendisinin çoluk çocuğuna ne baharlarda bir şey verdi, ne bayramlarda. O muhtaç biçarelerin hal ve hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı; eski hakları aklına bile getirmedi. Bu mel’ûn şimdi de bir sığır için onun oğlunu yere vuruyor. Günahtan perdeyi kendi kaldırdı; yoksa Hudâ, onu örttü idi.
Kâfir ve fâsık bu zarar devrinde kendi perdelerini kendileri yırtarlar. Can sırları arasında zulüm gizlidir, onu halkın önüne koyan zalimdir. Bakın bana, der; boynuzlarım var benim; açıkça görün cehennem sığırını!”
El ve ayak, isyan ve zulüm sahibine (bu dünyada da) şahitlik eder. İyi veya kötü itikadını gizleme, açığa vur diye gönlündeki şey, kendi bâtının başına dikilir. Özellikle öfke ve gıybet zamanında, sırrını en ince ayrıntısına kadar açığa çıkartır. Zulüm ve cefa: “Ey el ve ayak, beni açıkla!” diye galebe çalınca, sırrın şahidi, özellikle coşku, öfke ve kin zamanında buna nasıl dirensin?
Sırrın sancağını sahraya dikmek için böyle bir memur atayan, mahşer gününde de diğer memurları atamaya kadirdir.
Ey zulüm ve düşmanlığa on elle sarılan! Özün ortada senin, tanığa gerek yok! Zararda meşhur olmana gerek yok! Basiret ehli, ateş gibi yakıcı olan içine, özüne vakıftır. Nefsin, beni görün, ben nâr ashabındanım (ateş ehliyim), diye her an yüzlerce kıvılcım saçar. Ben, ateşin cüz’üyüm (parçasıyım), küllüme (aslıma) dönüyorum. Nur değilim ki Hazret tarafına gideyim.
Nitekim hak tanımaz bu zalim, bir sığır için bunca hilelere girişti. Hâlbuki o, efendisinden yüzlerce sığır, yüzlerce deve almıştı. Bir gün bile Hudâ’ya yüz tutup ağlamadı, inlemedi. Ağzından bir kerecik olsun aşkla, dertle “Yâ Râbbi” sözü çıkmadı. “Allah’ım, düşmanımı hoşnut et. Ben bir ziyankârlıkta bulundum ama sen onu kâra tebdil eyle” bile demedi.
Vaktaki şehirden çıkıp o ağaca doğru gittiler, dedi ki, “Onun elini arkasına sıkıca bağlayın! Tâ ki onun günahını ve zulmünü izhar edeyim, adl bayrağını sahraya dikeyim!”
Dedi: “Bre köpek, bunun ceddini öldürmüşsün; sen kölesin, efendi olmuşsun. Efendiyi öldürüp malını götürdün… Hakk Teâla, halini âşikâr etti. Senin kadının, onun cariyesi imiş; bu efendiye o da cefa göstermiş idi. (Onunla bu kötü işi yaptın.) Ondan erkek, dişi ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır. Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı istedin, al sana şeriat!
Efendini ‘sakın yapma’ diye yalvarta yalvarta burada öldürdün. Gördüğün korkunç bir hayalden dolayı korktun… Aceleyle bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa gömdün. İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını! Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Efendiye işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.”
Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da! Halka bir velveledir düştü. Hepsi de belindeki inkâr kuşağını, zünnarlarını kestiler.
Ondan sonra hak sahibine “Gel buraya ey hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi. Aynı bıçakla o adamın da kısas edilmesini emretti.
…
Kim ne hile ve zulum yaparsa yapsın, ALLAH’ın ilminden, mekrinden ve adaletinden kurtulabilir mi hiç?
ALLAH’ın hilmi, bazen zâlim ve katilleri gizler ve cezasını geciktirse de, zulüm haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar.
Kan uyumaz yani gönüllere onu araştırmak, müşkülü halletmek merakı düşer. ALLAH’ın adaleti, şunun, bunun gönlünden zuhur eder durur. “Filân ne oldu, hali nedir, kim öldürdü acaba?” “Falanın durumu nasıl?” diye topraktan ekin fışkırır gibi onun bunun gönlünden meraklar fışkırır.
Gönüllerdeki bu meraklar, bu araştırmalar, bundan bahsetmeler, hep o kanın kaynamasıdır.