TEVHİD’in temeli ve buna itikadın en doğru ifadesi şöyle demektir: “ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına, resûllerine, öldükten sonra dirilmeye, kaderin hayrı ve şerri ile ALLAH’tan olduğuna; hisaba, mizana, cennete, nara (cehenneme) ve bütün bunların hak ve gerçek olduğuna inandım; hepsi haktır, gerçektir.” f
.
ZAT-I VACİBUL VUCUD
ALLAH-U TEÂLÂ tektir. O’nun tekliği, sayı cinsinden değil, eşi ve benzeri olmaması itibariyledir.
Muhakkak ALLAH-U TEÂLÂ, mukaddes zatı ile mevcuttur (başka hiçbir şeye muhtaç olmaksızın kendi kendine daimi -ezelden ebede- vardır). Onun yüce mukaddes Zatı için ezelde bir yokluk söz konusu olmadığı gibi ebedlerde dahi söz konusu değildir. m
O’nun sıfatları ve fiilleri, zatı gibi keyfiyet ve benzerlikten münezzeh olup, imkân âlemindeki varlıkların sıfat ve fiilleri ile arasında -isim benzerliği, lafız ortaklığı hariç- hiçbir ilişki, benzerlik asla söz konusu değildir. m
O, yarattığı şeylerden hiçbirine (hiçbir cihetten) benzemediği gibi, yaratılanların hiçbiri de O’na (hiçbir cihetten) benzemez. f
Zatında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde ve mülkünde ortağı yoktur. c
O, isimleri ile zâti ve fiili sıfatları ile ezelden ebede bâkîdir.f
Bu sıfatlar O’nun zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır (Zatının aynı olduğunu söylemek olmadıklarını söylemek manasına geldiği, gayrı olduklarını söylemek ise zatından gayrı mutlak beka sahiplerinin olduğunu söylemek manasına geldiği için ‘ne aynıdır, ne de gayrıdır’ deriz). n
ALLAH-U TEÂLÂ’nın kâmil sıfatlarının başlıcası şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelâm, tekvin… Bu sekiz sıfat için Sıfat-ı Hakikiye (veya subutî sıfatlar da) denir.
Diğer sıfatlar yukarıda zikredilmiş olan selbi sıfatlardır: (Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Muhalefetün lil havadis, Kıyam bi Nefsihi)
Fiilî sıfatları ise tahlik (yaratma), terzik (rızıklandırma), inşa’ (yeniden yaratma), ibdâ’ (örneksiz ve eşsiz yaratma) ve sun’ (san’atlı yaratma) ve buna benzer sıfatlardır.
Zikredilen bütün bu sıfatlara veya burada zikredilmeyen diğer sıfatların hepsine Zâtî sıfatlar (Zâtına ait sıfatlar) da denir. c
ALLAH-U TEÂLÂ’nın sıfatlarında, mahlukatı yaratması ile herhangi bir değişiklik olmamıştır. t
ALLAH-U TEÂLÂ, mahlukatı yaratmadan önce de onların ne yapacaklarını bilici, onları yaratmadan önce de yaratıcı ve onları rızıklandırmadan evvel de rızık verici idi.t
O ilmiyle daima bilir; ilim O’nun ezelden sıfatıdır. f
Kudreti ile kâdirdir. Kudret O’nun ezelden sıfatıdır. f
Kelâmiyle söyler, kelâm O’nun ezelden sıfatıdır. f
Yaratması ile daima hâlıktır, yaratmak O’nun ezelden sıfatıdır. f
[Tekvin, ALLAH-U TEÂLÂ’nın ezeli sıfatıdır. Bu, âlemi ve her bir cüzünü, ezelde değil, “var olacakları vakit” ilmine ve irâdesine uygun şekilde halk etmesidir. n]
Fâil (her ne yaparsa Kendi fiiliyle yapan), O ALLAH-U TEÂLÂ’dır; bu da O’nun ezelden sıfatıdır. f
Yapılan (yaratılan) şeyler mahlûktur. ALLAH-U TEÂLÂ’nın fiili (yaratması, yaratma fiili) ise mahlûk değildir. O’nun sıfatları ezelidir; sonradan olma değildir, yaratılmış da değildir. Her kim bunların aksini söylerse veya şüphe ederse, şüphe ile duraklarsa ALLAH-U TEÂLÂ’yı inkâr etmiş olur. f
ALLAH-U TEÂLÂ araz değildir, cisim değildir, cevher değildir, musavver değildir (şekillenmiş değildir), mahdut (sınırlı) değildir, ma’dud (adetlenmiş) değildir, kısımlara ayrılmış-cüzlere bölünmüş, cüzlerden teşekkül etmiş, sınır-lar ile kuşatılmış değildir; bütün bunlardan münezzehtir. n
Zatı, sıfatları, fiilleri ve isimleri her türlü noksanlık ve zevalden münezzehtir; SÜBHAN’dır. Gelmek, gitmek, inmek, çıkmak, uyumak, uyanmak, yemek, acıkmak, gülmek, hüzünlenmek, ayrılmak veya bir şeyle bitişik olmak, büyümek veya bir ölçüde kalmak, bir şeyin içine girmek veya bir şeyden çıkmak, hareket etmek veya sakin olmak, yürümek veya bir yerde karar kılmak, bir mekanda veya cihette bulunmak gibi mahiyet (nasıllık) ve keyfiyet (nicelik) ifade eden hiçbir vasıflarla vasıflanamaz. c
O, Arş üzerinde Kendisinin beyan buyurduğu şekilde müstevidir. Bununla beraber orada cismi bir şekilde yerleşmek, karar kılmak, hulûl etmek ve dolaşmak gibi şeyler düşünülemez. Arşın Rabbi arşın fevkinde (üstünde) dir tabiri oraya yerleşme ve bitişme vasfı olmadan yücelik ve azamet itibari ile söylenir. Kuvvet ve galebesi ile Arş’ı istila etmiştir. O, Arş’tan da ondan küçük varlıklardan da müstağnidir. ct
O, Arş, arz (yer), sema (gök) her şeyin üzerindedir. Bu üzerinde olmak, Arş ve semâ üzerine yaklaşıp uzaklaşmak gibi mekânsal bir manada değildir. Bununla birlikte O, her varlığa keyfiyetsiz yakındır.
Vehimler ve fehimler O’nunla ilgili her ne düşünüp tasavvur ediyorsa o, O değildir.
O’nun sıfatlarının hiç biri mahlûkatın sıfatlarına benzemez. Bilir, bilmesi bizim bilişimiz gibi değildir. Her şeye kâdirdir, O’nun kudreti bizim gibi değildir. Görmesi, işitmesi bizim görmemize ve işitmemize benzemez. Konuşması da bizim konuşmamıza benzemez. Biz, organ ve harf gibi vasıtalarla konuşuruz. O ise uzuvsuz ve harfsiz söyler/söylemesi için vasıtaya ihtiyaç yoktur. Harfler mahlûktur, O’nun kelâmı mahlûk/yaratılmış değildir. f
Kur’an’da zikredildiği gibi ALLAH-U TEÂLÂ’nın (keyfiyetsiz) yed (el)i, vech (yüz)i ve nefsi kendine has sıfatlarıdır. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen bu yed (el), vech (yüz) ve nefs keyfiyetsiz sıfatlardır/nasıl olduğu bilinemez.f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yed’inden maksat O’nun kudreti-dir veya nimetidir denilemez. Zira bu taktirde sıfat iptal edilmiş/yok sayılmış olur. Bu, Kaderiye ve Mutezile’nin görüşüdür. O’nun yed’inin keyfiyetsiz sıfat olması gibi gazabı ve rızası da keyfiyeti (nasıl olduğu) bilinmeyen iki sıfatıdır. f
***
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yüce sıfatlarından hangisini, âlimler Farsça/Arapça’dan başka bir dille zikretmişse -Yed’in karşılığı olan el hariç- onu ALLAH-U TEÂLÂ için söylemek caizdir. Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak (Vechullah tabirinin karşılığı olarak) “Be-Rûy-ı Hüdâ” demek de caizdir. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın yakınlığı ve uzaklığı mesafe itibariyle değildir. Bu, kerâmet (Allah katında kıymetli, keremli, faziletli) ve zillet (Allah katında düşük, hakir) manasınadır. f
İtaatkâr olan, keyfiyetsiz olarak O’na yakındır. Âsi olan da keyfiyetsiz olarak O’ndan uzaktır. f
Cennette ALLAH-U TEÂLÂ’ya komşu olmak ve O’nun huzurunda bulunmak da böyledir (keyfiyeti, nasıl olduğu bilinemez). f
***
ALLAH-U TEÂLÂ, eşyayı (var olan) bir şeyden (maddeden) yaratmadı, yoktan var etti. f
Âlem (kâinat), bütün cüzleri ile yaratılmıştır. n Kâinatın kadim veya bâki olduğunu söylemek veya bu hususlarda şüpheye düşmek küfürdür. c
ALLAH-U TEÂLÂ eşyayı yaratmadan önce de onu ezelde bilendir. Eşyayı takdir eden ve ona dilediği gibi hükmeden O’dur. f
Dünya ve ahirette hiçbir şey O’nun dilemesi, ilmi, kazâsı, kaderi ve Levh-i Mahfuz’da yazısı olmaksızın meydana gelmiş ve gelecek değildir. Ancak Levh-i Mahfuz’daki yazısı, vasıf suretiyledir; hüküm olarak değil. (Nasıl olduğunu ezelde bilmesi ve dilemesi ile yazdı; istediği şekilde olmasına hükmederek değil.) f
Kazâ, kader ve bunlara ait meşiet -dileme ve irâde etme-, O’nun ezelde mevcut olan keyfiyetsiz (nasıl olduğu bizce bilinmeyen ama bildirildiği gibi îmân edilmesi gereken) sıfatlarıdır. f
ALLAH-U TEÂLÂ, ma’dumu (yok olanı) yokluk halinde bildiği gibi, onu yokluktan varlığa çıkardığı zaman da nasıl olacağını bilir. Mevcudu (var olanı), var iken var olarak bildiği gibi, onun yokluğunun nasıl olacağını da bilir. ALLAH-U TEÂLÂ, ayakta duranı bu haliyle bildiği gibi oturduğunda da oturuş halini bilmesi, O’nun ezeli ilminde değişiklik olmadan ve sonradan bilme hali ortaya çıkmadandır. İlminde değişme, başkalaşma ve ihtilaf yaratılmışlarda olur/O’nun ilminde ve diğer sıfatlarında asla bir değişiklik olmaz, değişen mahlûkattır. f
Bir kimse tevhid (akaid) ilminin inceliklerinden herhangi birisinin anlaşılmasında bir güçlük (şüphe) ile karşılaşırsa, sorup öğreneceği bir âlim buluncaya kadar, “ALLAH katında doğru olan ne ise, ona inandım” demesi o kişi üzerine borçtur. Arayıp geciktirmesi caiz olmaz. Bu hususta tereddüt ederek beklemek, duraklamak mazur görülmez. (Bilinmesi ve inanılması zaruri olan bir meselede) Eğer tereddüt ederek beklerse, önemsemediğinden duraklarsa küfre varır. f
[İmanın zıttı olan küfrün en kısa tarifi şöyledir: Şüphe, cehalet ve inat gibi sebeplerle iman edilmesi gereken şeylerin birini veya hepsini inkâr etmek/kabul etmemek ve şer’an tâzimi vacip olan şeyleri tahkir ve tahkiri vacip olan şeylere de tâzim etmektir.
Din-i İslâm-ı Mübin’in (ister itikadî olsun, ister ise âmel ile ilgili olsun) kat’i bir hükmünü kabul etmemek veya inkâr etmek, kesin bir helâlini haram veya kesin bir haramını helâl saymak küfre sebep olduğu gibi o hükümleri hafife almak veya onları değersiz ya da gereksizmiş gibi gösteren itikat, söz ve fiiller de küfre sebeptir. Çünkü bu gibi söz veya fiillerde ya bir ayet-i kerime veya bir hadis-i/sünnet-i şerif ve yahut da ümmetin icmâı ile sabit olan bir hükmün inkârı veya tahkiri ya da tahfifi vardır. Bu, ister söz ile olsun ister ima ve hareket ile fark etmez. İster muhtevasına inanarak olsun, ister muhtevasına inanmadan sırf eğlenmek için olsun yine aynıdır; iki şekilde de küfre sebeptir. Zira bu, dini hafife almış olmanın veya tahkir ediyor olmanın bir tezahürüdür.
Âlimlerin çoğunluğuna göre, küfre sebep olan şey zaruret olmaksızın ve isteyerek yapılsa fakat küfür kast edilmese veya küfür olduğu bilinmese de sonuç değişmez, küfür olur. Çünkü küfre düşüren sözler ve fiiller ile ilgili ilimlerin öğrenilmesi farz-ı ayn olduğu için böyle önemli bir meseleyi bir müslümanın bilmemesi ya da öğrenmemesi mazeret değil ayrı bir suçtur, ayrı bir günahtır.
Bilmemenin mazeret sayılması ise sadece yeni Müslüman olmuş ve söz konusu hususları öğrenecek bir zamanın geçmediği durumlar ile bilinmesi herkes tarafından mümkün ve zaruri olmayan haller ve dini bilgilerin öğrenilmesi kolay olmayan diyarlarda geçerli olabilir.
Örneğin, bir kimse, amentünün esaslarından birini kabul etmese veya faizin, zinanın, içkinin haram olmadığını ya da namazın, orucun, tesettürün farz olmadığını söylese küfre düşer. Çünkü bunlar gibi zaruriyat-ı diniyyeden olan ve hemen her müslüman tarafından bilinen hüküm-leri bilmemek mazeret değildir. Ancak, her müslümanın bilemeyeceği, bilinmesi ancak ilim ehline mahsus bir mevzuda hak olanın aksini savunmak küfre sebep olmaz. Bununla birlikte, o mevzunun hakikati izah edildikten son-ra yine de aynı fikirde ısrar edilmesi küfre sebep olur.
Söyleyeni küfre götüren sözlerin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ile söylenmesi gerekir. Başka söz söylemek niyetinde iken yanlışlıkla ağızdan küfür sözü çıkıverse bu söz küfür olmaz. Hata ile söylenen bu çeşit sözler küfre sebep olmasa da, yine de tövbe-istiğfar edilmesi daha doğrudur.
Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya te’villi olarak söyleyen veya küfre sebep olduğu ehl-i sünnet âlimleri arasında ihtilaflı olan bir sözü bilerek söyleyen küfre girmezse de imanını tazelemesi iyi olur.
Kişinin kalbine bazı küfür sözleri gelse de bunları tasdik etmese ve dile getirmese, bu durum onun imanlı olduğunun göstergesidir. Vesveseye kapılmadan, o sözlerin peşinde sürüklenmeden onları kalbinden def etmeye çalışmalıdır.
Küfre sebep olan sözler, tehdit, zor ve baskı altında ve zorlama tam ise -öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi gibi- kalbiyle tasdik etmeden dili ile zoraki söylense, küfür olmaz.
Küçük olsun büyük olsun, işlenen veya işlenmeyen günah helâl veya güzel ya da basit görülmedikçe ve haramlığı da inkâr edilmedikçe küfre sebep olmaz. Ancak günahta ısrar etmek, ısrarla günaha devam etmek küfür üzere ölmenin sebeplerindendir.
Küfre düştüğü kesin olan kişinin daha evvel yaptığı ibadetleri silinir; tövbe eder ve İslâm’a yeniden girerse yapmış olduğu haccını iade etmesi; evli ise, nikâhını yenilemesi gerekir.
Küfür olduğu kesin olan bir şeyi bir kimse söyler veya öyle inanırsa, o halden tövbe edip dönünceye kadar, o kimsenin ne namazı, ne orucu ne de başka ibadeti asla kabul olunmaz.
Tövbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek yeterli değildir; küfre sebep olan şey ve itikattan da tövbe edilmesi gerekir.
Mü’minler hakkında hayır sanıda/hüsn-ü zanda bulun-manın gereği olarak, her ne zaman küfre sebep olan bir mesele vuku bulsa; o meselenin iki veya daha çok veçhi/ manası olsa; bunlardan çoğu küfre sebep gözükse de bir veçhinde küfür manası olmasa; meseleye, küfre sebep olmayan tarafla söylenmiş olabileceği gözüyle bakmak gerekir. Fakat söyleyenin niyeti, küfre sebep olan mana ise birinin onu hayra yorması ona fayda vermez.
Bir hadis-i şerifte “Kim kardeşine küfür isnat ederse, ikisinden biri mutlaka kâfir olur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” buyrulur.
Bu sebeple İmam-ı A’zam rahmetullahi aleyh der ki: “Kendime, kimsenin küfrüne fetva vermemeyi lazım getirdim.”]
ALLAH-U TEÂLÂ’nın ezeli sıfatlarından biri Mütekellim ’dir (kelam edici, söyleyicidir). O’nun kelamı (söylemesi) ses ve harf cinsinden değildir. ALLAH-U TEÂLÂ bu sıfatı ile tekellüm eder, emreder, yasaklar ve haber verir. n
Allah-u Teala, ezelden ebede kadar tek bir kelâm ile mütekellimdir. Emrini, nehyini onunla haber verir. m
Tevrat, İncil, Zebur, Furkan ve enbiyaya inzal olunan sair suhuf, bütün hepsi o bir kelâma delalet etmektedir; ona alâmet olup onun tafsilidir. m
O kelâm ki, bir an (an ibaresi, ibarenin darlığındandır çünkü orada an da yoktur) içinde sudur eder; tek kelimedir. Hatta bir harf, hatta bir noktadır. Burada nokta ibaresi dahi, an ibaresi gibi ibarenin darlığından dolayı vaki olmuştur (kullanılmıştır). Halbuki (o makamda) noktanın yeri yoktur. O yüce Zat, Zatı ile sıfatları ile mümkinin sıfatlarından olan darlıktan ve genişlikten münezzeh ve müberradır. m
Kur’an-ı Kerim, ALLAH-U TEÂLÂ’nın kelâmıdır. Mushaflarda yazılan, kalblerde hıfz olunan (ezberlenen), dillerde okunan ve Nebi ‘aleyhisselatü vesselam’a inzâl olunandır. (Fakat o, bunların hiç birine hulul etmiş/girmiş değildir.) Kur’an’ı telaffuz edişimiz mahlûktur (yaratılmıştır), onu yazışımız mahlûktur; Kur’an ise mahlûk değildir, yaratılmamıştır (Kim Kur’an’ı işitir ve “O, beşer kelâmıdır” derse muhakkak küfre düşer).f
ALLAH-U TEÂLÂ, Kur’an’da Mûsa ve diğer enbiyadan; firavun ve iblisten hikâye yollu buyurduklarının hepsi haber verme cinsinden O’nun kelâmıdır. Mahlûk değildir. Musa “aleyhisselâm” ve diğer mahlûkların kelâmı ise mahlûktur, yaratılmıştır. ALLAH-U TEÂLÂ’nın kelâmı Kur’an-ı Kerim kadimdir/ezelîdir (başlangıcı ve sonu yoktur). Başkalarının kelâmı ise böyle değildir. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın bütün isim ve sıfatları, aralarında fark olmaksızın azamet ve fazilette eşit oldukları gibi; kelâmullah yönü ile Kur’an’ın bütün ayetleri, fazilet ve büyüklük bakımından birbirine eşittir. Fakat bazıları için zikir fazileti, bazıları için zikredilenin fazileti vardır. Ayet’el-Kürsi ve İhlas Suresi’nde olduğu gibi. Çünkü bu ayetlerde zikredilen ALLAH-U TEÂLÂ’nın celali (yüceliği), azameti ve sıfatlarıdır. Bu ayetlerde hem zikrin hem de zikredilenin fazileti cem oldu. Bazı ayetler için ise sadece zikir fazileti vardır. Kâfirlerin kıssalarında olduğu gibi… Bu ayetlerde zikredilenin bir fazileti yoktur. Çünkü onlar küfür ehlidirler. f
.
ALLAHU TEALA’YI GÖRMEK
Müminler, ALLAH-U TEÂLÂ’yı, şekli ve keyfiyeti olmayan bir görüşle, cennette, arada bir mesafe olmaksızın, (mekândan, cihetten, karşı karşıya bulunmaktan, kuşatılmaktan münezzeh olarak) teşbihsiz (bir şeye benzetmeksizin) ve keyfiyetsiz olarak baş gözleriyle göreceklerdir. m
Çünkü keyfiyetsiz ile alakalı rü’yet, keyfiyetsiz olur. Hatta görecek olan dahi keyfiyetsizlikten bol nasiplere nail olur ki keyfiyetsiz olanı görmeye güç yetirebilsin. m
Muhakkak ALLAH-U TEÂLÂ, bu muammayı, havasın dahi hası kullarına açmıştır. Bu manayı onlara inkişaf ettirmiştir. Bu derin mesele, o büyükler katında tahkike dayalı olup onlardan başkalarına da taklid yolludur. m
Ehl-i sünnetten başka muhalif fırkalardan hiçbiri bu meseleyi (rü’yeti) kabul etmemiştir; ister müminleri, isterse de küfre düşenleri olsun… Bu büyük zatlar hariç, hemen hepsi Sübhan Hakk’ın rüyetini imkansız kabul etti. m
Muhalif olanların gösterdikleri delil, dünya şartlarını ahiret şartları ile kıyaslamaktır. m
Bu gibi derin meselelere imanın meydana gelmesi, Resulullah Efendimizin sünnet-i seniyesine mütabaat nuru olmadan zordur. O sünnet-i seniyenin sahibine salât, selâm ve tahiyyet… m
[İslam’ın ayakları ancak teslimiyet ve kabullenmek üzerine kuruludur. Kim ki bilinmesi kendisinden men olunan (müteşabihatı) bilgiyi arayıp, anlayışı da teslimiyetle ikna olmasa, bu talebi, kendisinin hâlis tevhid’i, sâfî marifeti ve sahih imanı elde etmesine imkân vermez. (Bu durumda o kimse) vesveselere kapılmış, şaşkın, şüphe ve tereddüt içerisinde, yolunu şaşırmış bir halde; küfür ile iman, tasdik ile yalanlama, ikrar ile inkâr arasında gider, gelir. Ne tasdik eden bir mü’min, ne de yalanlayan ve inkâr eden bir kimse olur t
Selâm yurdu ehlinin Allah’ı görmeleri hususunu, herhangi bir vehim ile kabul eden yahut belli bir anlayışa göre te’vil edenlerin ru’yetüllaha imanları sahih olmaz. Zira ru’yetüllah’ın da, rubûbiyetle alakalı her bir hususun da asıl te’vili, te’vili terk etmek ve teslim yoluna bağlanmaktır. Müslümanların dini de bu yol üzeredir. t
Nefy etmekten (Sıfatları yok saymaktan) ve teşbihten (Sıfatları bir şeye benzetmekten) sakınmayanın ayağı kayar ve tenzihi (O’nun noksan sıfatlardan münezzeh olması hususunda) isabetli olamaz. t
Şüphesiz ki yüce ve celil olan Rabbimiz vahdaniyet ve ferdaniyet sıfatları ile vasıflanmıştır. O’nun gibi (sıfatlarındaki manaya sahip) hiçbir şey yoktur. t
O (Allah-u Teâlâ) sınırlardan, azalardan, araç ve gereçlerden yücedir, münezzehtir. Diğer yaratılan şeyleri (keyfiyetsiz) kuşattığı gibi altı yön O’nu kuşatamaz. t
ALLAH-U TEÂLÂ’yı beşere özgü hususiyetlerden birisi ile vasfeden kimse küfre düşer, kâfir olur. Basiretiyle bunu idrak eden, gerekli ibreti alır, küfür ehlinin sözlerine benzer söz söylemekten uzak durur ve bilir ki, O, sıfatları bakımından beşer gibi değildir. t]
Şunun da bilinmesi yerinde olur ki, cennet ve cennetten başka şeylerin tamamı, bütünüyle Sübhan Hakka nis-betle eşittir. Çünkü onların hepsi ALLAH-U TEÂLÂ’nın mahlukudur. Onlardan herhangi bir şeye, o Sübhan Zat’ın hulul etmesi ve temekkünü (yerleşmesi) söz konusu değildir. Fakat mahlukatın bazısında, yüce Sultan ve Vacib Zat’ın nurlarını zuhura getirme (gösterme) liyakati vardır; bazısında da yoktur. Nitekim aynada, suretleri zuhura getirme özelliği varken taşta ve kiremitte yoktur. Müsavatın bulunmasına rağmen değişiklik işi bu anlatılan tarafta olup, yüce Sübhan Hak katında değildir.m
Rüyet, dünyada vaki olmayacaktır. Zira bu dünya mahalli, (rü’yet) devletini göstermeye kabiliyetli değildir. Her kim, rüyetin dünyada vuku bulacağına kail olursa, o yalancı ve müfteridir. Sübhan Hakk’ın gayrını Hakk sanmıştır. Eğer bu devlet, bu dünya hayatında müyes-ser olsaydı; Musa Kelimullah (as) bu devlete en haklı olurdu. m
Her ne kadar Resulullah (sav) Efendimiz bu devletle müşerref olduysa, onun vukuu dünyada olmadı. Elbette cennete girdi; orada gördü. Cennet dahi ahiret alemindendir. O, dünyada iken görmüş değildir. Elbette, dünyadan çıktı; ahirete geçti ve gördü… m
***
Mi’râc haktır (gerçektir). Onu reddeden, hak yoldan sapmıştır, bid’atçıdır. f
Muhakkak Nebi-i Ekrem ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz geceleyin -Mekke’den Kudüs’e- götürülerek bedeni ile semaya, oradan Allah’ın dilediği yüce makamlara yükseltildi. ALLAH-U TEÂLÂ ona, dilediği şeyleri ikram etti, vahyettiklerini de vahyetti. “Kalp gördüklerini yalanlamadı.” ALLAH-U TEÂLÂ dünya ve ahirette ona salat ve selam eylesin! t
.
PEYGAMBERAN-I İZAM
Peygamberler alemlere rahmettir; onlara salât ve selam olsun.m
Allah-u Teala, onları halkın hidayet bulması için gönderdi. O büyüklerin vasıtası ile kullarını mukaddes Zatına davet etti. Rıza ve ünsiyetinin mahalli olan dar-ı selâma onları hidayet eyledi. m
Hizlanda kalan (mahrum olan) o kimsedir ki, Kerim Zat’ın davetine icabet edip de onun devlet sofrasından faydalanmaz. m
Bu büyükler, Sübhan Hakk tarafından her ne tebliğ etmişlerse, hepsi gerçektir; doğrudur; ona iman etmek dahi lâzımdır. m
Akıl her ne kadar hüccet (delil) ise, lâkin onun hüccet oluşu noksandır. Kesin hüccet (hücceti baliga), peygamberlerin gelmesi ile hâsıl olmuştur. Onlara salât ve selâm olsun. Çünkü onların gelişi özre, mazerete mahal bırakmamıştır. m
Peygamberlerin evveli Adem aleyhisselâm, sonuncusu ise Resulullah Efendimiz’dir. Allah-u Teala, ona salât ve selâm eylesin. m
Bütün peygamberlere iman etmek ve onların hepsinin doğru sözlü ve masum olduklarına iman etmek gerekir. Onlardan birine iman etmemek, hiçbirine iman etme-mek gibidir. Zira hepsinin söyledikleri müttefiktir; din esasları dahi aynıdır. m
Bütün peygamberler ‘aleyhimüsselam’, büyük ve küçük günah işlemekten, küfür ve kabahatlerden münezzehtir, uzaktır, paktırlar. Ancak onlardan yanılma-sürçme yollu küçük hatalar meydana gelmiştir. f
Hazret-i Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’, ALLAH-U TEÂLÂ’nın habibidir, resulüdür, nebisidir, seçilmiş ve arınmış kuludur. O asla puta tapmamış, bir an bile ALLAH-U TEÂLÂ’ya şirk koşmamış, ne küçük, ne büyük hiçbir günah işlememiştir. f
.
MELAİKE-İ KİRAM
Melekler, ALLAH-U TEÂLÂ’nın mükerrem kullarıdır. Risalet devleti ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın vahyini tebliğ etmekle müşerreftirler. Hangi şey ile emrolunurlarsa, onu yerine getirirler. İsyan ve ALLAH’ın taatından çıkmaları mümkün değildir.
[Melekler, ruhanî ve nurani birer cevherdirler. Latîftirler ancak enerji, kuvvet gibi maddesiz de değildirler.
Azalardan meydana gelmemişlerdir.
Zayıflık ve ihtiyarlığa maruz kalmazlar.
Bazısının iki, bazısının dört veya daha fazla -keyfiyeti bizce bilinmeyen- kanatları vardır.
Sayısı en çok olan mahlûk meleklerdir. Sayılarını ancak Allah-u Teâlâ bilir.]
Yemezler, içmezler, giyinmezler.
Cinsiyetleri (erkek veya dişilik vasıfları) yoktur; eşleşip çoğalmaları da söz konusu değildir.
[Şehevî karanlıklara sürüklenmezler. Yiyecekleri tesbih, içecekleri takdistir. Sevinç duymaları ve ünsiyetleri ALLAH iledir.
Göklerde, meleklerin ibadet etmedikleri boş bir yer yoktur.
Göklerin her yeri rükûda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her zerrede, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır.
İnsanlardan ve bütün mahlûklardan haberi olmayan melekler vardır. ALLAH-U TEÂLÂ’nın cemâli karşısında kendilerinden geçmişlerdir.]
Onlara iman etmek, dinin zaruri işlerindendir; onları tasdik etmek, İslâm vaciplerindendir.
İlâhi kitapların ve sahifelerin hepsi, onların tavassutu (vasıta olması) ile inmiş ve emanetleri eda etmedeki sadakatleri ile korunmuşlardır.
Ehl-i Hakk’ın cumhuruna göre; beşerin havassı, meleklerin havassından daha faziletlidir. Çünkü beşerin vuslatı, birçok engelin aşılması iledir; kudsiyyin olanların yakınlığı ise meşguliyet zorluğu ve halkın engellemesi olmadan hâsıl olmaktadır.
Her ne kadar tesbih ve takdis, kudsiyyin olanların meşguliyeti olsa da, kurb devleti ve nefis ile cihadı cem etmek kâmil insanların meşguliyetidir.
Bu manada ALLAH-U TEÂLÂ şöyle buyurdu:
“ALLAH, malları ile canlan ile cihad edenleri, derece itibarı ile oturanlar üzerine faziletli kıldı.”(4/95)
[Sûrun birinci üfürülmesinde, dört büyük melekten ve Hamele-i Arş (Arşı taşıyan) meleklerden başka bütün melekler de yok olacaktır. Bundan sonra Hamele-i Arş ve daha sonra dört melek yok olacaktır.
İkincisinde, önce bütün melekler dirilecektir. Hamele-i Arş ile bu dört melek, sûrun ikinci üfürülmesinden önce dirilecektir.
Melekler, bütün canlılardan önce yaratıldıkları gibi, her canlıdan sonra yok olacaklardır.]
.
AHİRET HALLERİ
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği kabir halleri, kıyamet, haşir, neşir şiddetleri, cennet cehennem, hepsi de haktır. Ahirete iman etmek gibi dini zaruriyattandır. Ahireti inkâr eden yaratıcıyı inkâr eden gibi kâfir olur. m
Kabrin daralıp sıkışması ve daha başka kabir azabı çeşitleri haktır. Bunu inkâr eden her ne kadar kâfir olmaz ise de; bid’ata saplanmış olur. Zira meşhur olan hadisi şerefleri kabul etmemektedir. m
Kabirde ruhun cesede iade edilmesi (ba’s, öldükten sonra dirilmek) haktır. Kabir azabı kâfirlerin hepsi, mü’minlerin de âsileri için haktır. n
İtaat ehli mü’minlerin ALLAH-U TEÂLÂ’nın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde nimetlendirilmeleri de haktır, gerçektir. n
Kabir dünya ile ahiret arasında bir geçit olduğundan; onun azabı bir yüzü ile dünya azabına benzer; bu da kesintiyi kabul ettiği (bazı sebeplerle durduğu) içindir. Bir başka yönü ile de ahiret azabına benzer ki; bu da onun cinsinden olduğu içindir. m
Kabir azabına uğrayanların çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan sakınmayan ve söz gezdirenlerdir. m
Kabirde Münker ve Nekîr’in sorgu ve sualleri de haktır. Bu, azim bir fitne olup çok çetin bir karşılaşmadır.
Allah-u Teala, kavl-i sabit (tevhid) üzere bize sebat ihsan eylesin. m
.
KIYAMET GÜNÜ
Deccal’in çıkması, Meryem oğlu Îsa ‘aleyhi’s-selâm’ın semadan inişi gibi Kıyâmet alâmetlerine iman ederiz. Güneşin batıdan doğacağına, Dâbbetü’l-arz’ın ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkacağına da inanırız. t
Sahih haberlerde bildirilen kıyâmet alâmetlerinin hepsi haktır.f
Kıyamet kopacak, elbette vaki olacaktır. O gün, semalar yarılacak, yıldızlar dağılacak, yerler ve dağlar parçala-nacak; hepsi de yokluğa katılacaktır. Bu manaları Kur’an ayetleri kesin olarak anlatmakta ve bütün ehl-i İslâm’ın icması da bu mana üzerinde karar kılmaktadır.
Bunları inkâr eden kâfirdir. İsterse mevhum mukaddimelerle (yorum ve açıklamalarla) küfrüne uydurma bir yol arasın ve o uydurma mukaddimelerle de sefihleri yoldan çıkarsın.
Kabirden o gün dirilmek, çürümüş, dağılmış kemiklerin canlanması haktır.
Amellerin hesaba vurulması, mizan (veznin, terazinin) kurulması, defterlerin uçup ashab-ı yemin olanlara sağdan, ashab-ı şimal olanlara da soldan gelmesi haktır.
Kıyâmet günü hasımlar arasında sevapların kısası (birinden alınıp diğerine verilmesi) haktır. Sevapları olmazsa, zulme uğrayanın günahının zulüm edenin üzerine yüklenmesi de haktır. f
Sual haktır.
Cehennemin üzerine kurulan sırat köprüsü ve Cennetliklerin oradan geçip cennete girmesi, Cehennemliklerin de onun üzerinden cehenneme düşmesi haktır.
(ALLAH-U TEÂLÂ’nın ümmetine rahmet olarak ihsan ettiği) Peygamberimiz’in havz-u kevseri haktır. f
CENNET ve CEHENNEM, yaratılmış olarak şu anda mevcutturlar. Hiçbir zaman da yok olmazlar. Cennetteki hur-i i’yn de ebedi fenâ bulmazlar. f
ALLAH-U TEÂLÂ’nın cennette mükâfatı, cehennemde de azabı ebedidir. f
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimizin haber verdiği her şeyi, hem de hiç duraklamadan ve mevhum mukaddimelerle (yorumlarla) şekke düşüp tereddüde kapılmadan kabul etmek gerek…
“Resulün size getirdiğini alın?”(57/7) mealine gelen ayet-i kerime bu manada nass-ı katidir.
.
ŞEFAAT
Salih ve hayırlı zatların; o gün, asiler ve şerliler hakkında şefaat etmeleri de haktır. Amma Gaffar Allah’ın izni ile.
Resulullah (sav) Efendimiz bu manada şöyle buyurdu:
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için sabittir.”
Hesap görüldükten sonra, kafirlerin cehennemde ebedi kalması ve azapları haktır.
Müminlerin dahi cennette ebedi kalmaları ve nimetlenmeleri haktır.
Fasık (günahkâr) bir müminin cehenneme girmesi, orada bir müddet azap görmesi caiz ise de, lâkin cehennemde ebedi kalmak onun hakkında yoktur. Kimin kalbinde zerre miktar iman varsa cehennemde ebedi kalmaz. Onun halinin neticesi rahmet, işinin döneceği yer ise cennettir.
[Çok faydalı bir mesele…
Sual: Cehennemin ebedî azabı, küfrün cezasıdır.
İmanı olmasına rağmen küfür merasimlerini işleyen, küfür ehlinin merasimlerine tazim edeni, ulema, o kimseyi küfür ehlinden, dinden dönenlerden sayarlar. Âlimlerin bu fetvasıyla böyle kişilerin ebedi cehennem azabıyla azaplandırılması lazım gelir. Halbuki sahih rivayetlerde geldi ki: «Kalbinde zerre kadar imanı olan, ebedî azap görmez; ateşten çıkarılır.»
Bu meselenin tahkiki (hakikati) nedir?
Derim ki: Eğer o kimse, sırf (kesin) kâfir ise onun cezası daimî cehennem azabıdır. ALLAH-U TEÂLÂ, bizi ondan saklasın.
Fakat küfür merasimlerini yapmasına rağmen kalbinde zerre miktarı iman var ise ateşte azap görür lâkin umulur ki, bu zerre imanı bereketi ile Cehennem azabında ebedi kalmaktan kurtulur.
***
Ölüm döşeğinde yatan bir hastayı ziyaretim esnasında, kalbinin şiddetli karanlıklar içerisinde olduğuna şahit olmuştum. Onları kaldırmak için ne kadar teveccüh etti isem de, kalkmadı. Sonunda bildim ki bu karanlıklar (zulumatlar) küfür sıfatından ortaya çıkmıştır. Bu sıkın-tıların menşei, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır.
Bundan sonra zahir oldu ki: Bu zulmetlerin defi için teveccüh, yerinde bir iş değildir. Zira onun temizlenmesi cehennem azabına kalmıştır. Ki, küfrün cezası odur.
Bu arada şu dahi bilinmiş oldu ki: İmandan bir zerre, onu ebedi cehennem azabında kalmaktan, o zerre imanın bereketi ile kurtaracaktır.
Bu durumu müşahede ettikten sonra hatırıma şöyle geldi: “Onun namazını kılmak caiz mi, değil mi?
Teveccühten sonra şöyle zahir oldu: “Onun namazını kılmak yerinde olur”.
İmanın varlığı ile beraber ehl-i küfrün âdetlerini icra eden, onların günlerine tazim eden Müslümanların üzerine (cenaze) namazını kılıp onları küffar arasına katmamak lazım gelir. İşin sonunda ebedi azaptan necatları umulur.
Ehl-i küfre ise af yoktur. Onlar için bağışlanmak da yoktur. Şu âyet-i kerime bu manada açıktır: «ALLAH, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.» (4/48)
Şayet katıksız kâfir ise onun küfrünün cezası ebedi azaptır. Eğer facirliği ile birlikte zerre kadar îmanı var ise onun cezası da muvakkat azaptır. Diğer büyük günahlarını, ALLAH dilerse bağışlar; dilerse azap eder.
Fakir’in kanaatine göre; cehennem azabı, küfre ve küfür sıfatlarına mahsustur. İster bu azap muvakkat olsun; isterse ebedî (muhalled) olsun.
Büyük günah işleyenler tövbeye muvaffak olamazsa, günahları bağışlanmazsa, şefaate nail olamazlarsa; dünyadaki elem ve sıkıntılar ile sekerat-ı mevt anındaki şiddetler günahlarına kefaret olmazsa umulan odur ki onlardan bir taife kabir azabı ile azaplandırılır; bir başka zümre ise kabir azabının yanında kıyamet dehşetleri ve şiddetleri ile azaplandırılır. Günahları kalmaz; cehennem azabından kurtulur.
«O kimseler ki iman ettiler; imanlarına da zulmü karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82) âyet-i kerimesi bu manayı kuvvetlendiricidir.
Bu âyet-i kerimede anlatılan zulümden kasıt şirktir.
En iyi bilen Sübhan Allah’tır.
Burada şöyle bir şey sorulabilir: “Küfür dışında bazı günahların cezası hakkında cehennem azabı tehdidi geldi. Şu âyet-i kerimede olduğu gibi: «Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir.» (4/93)
Bir hadis-i şerifte ise şöyle geldi: «Kasten bir vakit namazını kazaya bırakan, cehennemde bir hukb (seksen sene) kalacaktır.»
Bu manalar gösteriyor ki, Cehennem azabı küffara mahsus değildir.
Bunun cevabı için şöyle derim: “Katil hakkındaki bu hüküm, öldürmeyi helâl sayana mahsustur. Müfessirlerin de anlattıklarına göre, haram olan katli (Müslümanı haksız yere öldürmeyi) helâl sayan kâfir olur.
Cehennem azabı ile tehdid edilen küfür dışındaki diğer seyyielere (günahlara, haramlara) gelince, küfür sıfatı şaibesi sebebiyledir. Meselâ: O seyyieyi hafife almak, küçük görmek, aldırış etmeden yapmak, şerî emirleri ve yasakları hakir görmek…
«Şefaatim, ümmetimden kebair ehlinedir.»
«Ümmetim, rahmete nail olmuştur; onlara âhirette azap yoktur.» manasına gelen iki hadis-i şerifle şu âyet-i kerime anlatılan manayı teyid eder: «O kimseler ki, iman ettiler; imanlarına da zulmü (şirki) karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.» (6/82) m]
.
İMAN-KÜFÜR
İman ve küfür son nefeste kesinlik kazanır.
Çok kere insan, bütün ömrü boyunca bu ikisinden (iman veya küfürden) biri ile yaşar; ama sonunda yaşadığının tersi ile hayatı sonlanabilir. Asıl itibar neticeyedir.
İman, dinde tevatür ve zaruri yoldan geldiği bilinen şeyleri kalben tasdikten ibarettir. Aynı şekilde onu (dil ile) ikrar etmek dahi zaruridir. Sani-i Teala’nın varlığı ve birliğine iman etmek gibi… Aynı şekilde inzal olunan kitaplara ve sahifelere iman etmek gibi… Enbiya-i kirama, melâike-i izama, ilâ yevm’il-kıyama iman etmek gibi. Ahirete, cesetlerin haşrine, cennette ve cehennemde azabın ve sevabın ebediliğine; semaların yarılıp yıldızların dağılmasına, yerin ve dağların parçalanmasına iman etmek gibi…
Beş vakit namazın farz olduğuna, rekât sayılarının tayin edilmiş olduğuna, malların zekâtının farz olduğuna, Ramazan orucuna, gücü yetenin Beytullah’ı hac etmesi gerektiğine iman etmek gibi.
Aynı şekilde şarap içmenin haram olduğuna, haksız yere adam öldürmenin, ana babaya asi olmanın, hırsızlığın, zinanın, yetim malı yemenin, tevatürle sabit olan faiz ve emsali şeyleri yemenin haram olduğuna inanmak dini zaruriyat arasındadır.
***
İman iki taraflıdır: Birincisi, kalplere tevfik, hidayet ve mahabbetin ALLAH tarafından ilkâ edilmesidir. İman bu ciheti ile mahluk değildir. İkincisi ise dil ile ikrar, kalb ile tasdik etmektir. Bu ciheti ile de iman mahluktur, yaratılmıştır. c
Dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten ibaret olan iman ve iman edilmesi gereken şeyler cihetinden gök ve yer ehlinin imanları artmaz ve eksilmez. Yalnız yakîn ve tasdik (kuvvetli veya zayıf olması) cihetinden artar ve eksilir.
Mü’minlerin hepsi, marifet, yakîn, tevekkül, muhabbet, rıza, havf ve reca gibi hususlara iman konusunda birbir-lerine eşittirler. Fakat bütün bunlara imanın gayrısında (amellerdeki fazilet cihetinden) birbirlerinden farklıdırlar.
***
Mümin, büyük günah işlemekle imandan çıkmaz. Ama büyük günahları helâl saymak küfürdür; onu işlemek ise fasıklıktır.
***
Mü’min kendisinin hakikaten gerçek mümin olduğunu bilmesi gerek. İmanının sabit ve gerçek olduğunu söylemekten çekinmemelidir.
İstisna kelimesini, yani ‘İnşaallah’ demeyi imanına arkadaş tutmamalıdır. Zira böyle bir kelime, ‘şek’ten (şüpheden) haber verir. Bu ise zahiren de olsa imanın sübutuna aykırıdır. Her ne kadar istisna kelimesi son nefese dönük yapılsa bile; yine de şimdiki durumda şüphe hasıl etmekten geri kalmaz.
Şek ve şüphe suretini terk etmek ihtiyatlı hareket etmektir.
***
Haramı helâl saymadıkça, Peygamber Efendimiz’in söylediği ve haber verdiği her şeyi tasdik edip inkar etmediği sürece büyük günah bile işlese, bir Müslümanı küfre nisbet etmez, kâfir saymayız. Ondan iman vasfını kaldırmayız. Ona gerçek manasıyla mümin deriz. f
“İşlediği günah mü’mine zarar vermez” demeyiz. Günahkâr mü’minin cehenneme girmeyeceğini de söylemeyiz. Dünyadan mü’min olarak göçtükten sonra, fasık bile olsa, cehennemde ebedi kalacağını söylemeyiz. f
Mürcie’nin dediği gibi, “İyiliklerimiz makbul, kötülüklerimiz de affedilir” diyemeyiz. Şöyle deriz: “Kim amelinin fasit olmasına sebep olan kusurlardan ve batıl olmasına yol açan hususlardan uzak ve salim olarak, bütün şartlarına riayet ederek bir amel işler de, sonra bunu mürted olmak veya kâfir olmak gibi bir hal ile iptal ederek geçersiz kılmazsa, ahirete göçene kadar da bu halini devam ettirirse, şüphesiz ALLAH-U TEÂLÂ, o kulun amelini zâyi etmez. Aksine, kabul eder ve karşılığında da sevap verir. f
Şirk ve küfür dışında büyük ve küçük günahlardan her hangi birini işleyen kimse, ahirete göçene kadar tevbe etmezse, bu kimsenin durumu, ALLAH-U TEÂLÂ’nın iradesi (dilemesine) bağlıdır. Dilerse, günahı kadar o kişiyi azâblandırır; dilerse de affederek azâb etmez. f
Herhangi bir amelde riya bulunursa, o amelin sevabını (ecrini) yok eder. Ucb da (kendi amelini beğenmek, üstün görmek de) böyledir, amelin sevabını giderir. f
***
ALLAH-U TEÂLÂ’nın mü’minlerden ihsan ehli olanları affedeceğini, rahmetiyle onları cennetine koyacağını umarız. Azaba uğramayacaklarından emin olamayız. Kesin cennete gireceklerini söylemeyiz. Onların günahkarları için istiğfar ederiz, başlarına gelebilecek şeylerden korkarız; ümitlerini de kırmayız.
Peygamberler ve cennetle müjdelenen diğer kişiler haricinde kimsenin kesin olarak cennete gireceğini söylemeyiz. Cehennem ehli olduğu sabit olanlar hariç kimsenin kesin olarak cehennemlik olduğunu söylemeyiz.
Kendini garantide görmek ve ümitsizlik, (kişiyi) İslam dininden çıkartır. Ehl-i kıble için doğru olan yol bu ikisi arasıdır.
Mü’minlerin hepsi Rahman’ın dostlarıdır. ALLAH katında onların en keremli olanı, en çok ibadet eden ve Kur’an’a en çok boyun eğip tabi olanıdır.
Ümmeti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) den büyük günah işleyenler; tevhid ehli oldukları halde ölünce, tevbe etmeseler bile, iman ile ve ALLAH’ı bilerek ALLAH’a kavuştuktan sonra Cehennem’de ebedi kalmazlar. t
Bu kimseler, ALLAH’ın dilemesinde ve hükmündedirler. Dilerse onları, Kitabında ‘Şirkten başka günahları dilediğinden affeder’ buyurduğu gibi mağfiret eder ve fazl-u keremiyle bağışlar. Dilerse onları adaletiyle cehennemde cezalandırır. Sonra onları rahmetiyle ve taat ehlinden olan şefaat edenlerin şefaatıyla cehennemden çıkarır, cennetine gönderir. Şundan ki ALLAH-U TEÂLÂ, kendisini bilenlerin velisidir. Onları iki cihanda hidayetinden sapan, dostluğuna kavuşamayan inkarcılar gibi saymamıştır. t
Ehl-i kıbleden itaatkar ve günahkar kişilerin peşinde namaz kılmayı ve bu kişilerin cenaze namazını kılmayı caiz görürüz. Onlardan hiçbirinin cennete ve cehenneme indirmeyiz. (Girdirmekte kesin konuşmayız). Küfür, şirk ve nifaktan bir şey onlarda zahir olmadıkça bunların aleyhine küfürle, şirkle, nifakla şahitlik etmeyiz. Onların gizli hallerini Allaha havale ederiz. t
.
Ve bi’l-KADERİ
Kullar, Sübhan Hakkın mahluku olduğu gibi, kulların fiilleri de O’nun mahlukudur. Zira yaratmak ondan başkasına lâyık değildir. m
Kulun, ihtiyari olan fiillerinde dahli, ancak kudreti ve iradesi ile vaki olan kesbidir. Fiilin yaratılması Sübhan ALLAH’tan olup kesbi kuldandır. Kulun ihtiyari fiili kulun kesbi ile yüce Hakkın yaratmasının bir araya gelişinden meydana gelmiştir. Şayet kulun yaptığı fiilde, kesbinin ve ihtiyarın dahli olmasaydı; onun hükmü mürtaiş (elinde olmadan titreyen kişinin) hükmü gibi olurdu. Aradaki fark, his ve müşahede ile bellidir. Açıkça biliyoruz ki,-mürtaişin fiili, işinde muhtar olanın fiili gibi değildir. Kulun fiilinde, kesbinin dahil olması hususunda bu kadarlık fark yeterlidir. m
Sübhan Hakkın yaratması, kulun fiili (yapmak ve yapmamayı) kast etmesine tabidir. Bu da, O’nun tam manası ile şefkatinden ötürüdür. Zira kulun kastı fiiline taalluk ettikten sonra fiili vücuda getirmektedir. Bu sebeple kul övülmekte, ayıplanmakta, ikaba uğramakta ve sevaba nail olmaktadır. m
Hiç şüphe edilmeye ki, şer’i emirlerin ve yasakların uhdesinden gelecek kadar kudreti ve ihtiyarı Sübhan Hakk kula vermiştir. Kudret-i kâmile ve tam ihtiyar neden lâzım gelsin; ALLAH-U TEÂLÂ ona muhtaç olduğu kadarını vermiştir. m
***
ALLAH-U TEÂLÂ insanları küfür ve îmandan sâlim olarak yarattı. Sonra onlara hitap etti; emretti ve nehyetti. Kâfirin küfrü, kendi fiiliyledir; hakkı inkâr ve reddetmesi ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın yardımını kesmesiyledir. Mü’min’in îmanı da kendi fiiliyle (ilim, irade ve kudretiyle) dir; hakkı ikrar (can-ı gönülden kabul etmesi) ve tasdik etmesi ve ALLAH-U TEÂLÂ’nın tevfik ve yardım etmesi iledir. f
Bununla birlikte;
ALLAH-U TEÂLÂ dilediği kimseyi dalalete düşürür, dilediğini de hidayete erdirir. n
Kul için uygun olanı yaratmak, ALLAH-U TEÂLÂ üzerine vacip değildir. Lütf-u keremi ve rahmetiyle kullarının ihtiyacı olan şeyleri ihsan eder. n
ALLAH-U TEÂLÂ, yarattıklarından hiç birini îman ve küfür için zorlamaz. Yarattıklarını mümin veya kafir olarak değil de şahıslar olarak yaratmıştır. İman da küfür de, kulların kendi fiillerinin eseridir. ALLAH-U TEÂLÂ, küfre sapanı, küfrü esnasında kâfir olarak bilir. Eğer iman ederse onu imanlı haliyle mümin olarak bilir ve sever. Bunları bilmesi ile O’nun ilminde ve sıfatında bir değişiklik olmaz. f
Kulların hareket ve sükûn/hareketsizlik gibi bütün fiilleri, hakikaten kendi kesbleri/ kazanmaları iledir. ALLAH-U TEÂLÂ, o fiillerin yaratıcısıdır. Onların hepsi O’nun iradesi, ilmi, kazâsı (hükmü) ve kaderi (takdiri) ile meydana gelir.
Tâatlerin (iyilik ve ibadetlerin) tamamı ALLAH-U TEÂLÂ’nın emri, muhabbeti, rızası, ilmi, iradesi, kazâsı ve takdiriyledir. Ma’siyetlerin (haram ve günah olan fiillerin) hepsi de O’nun ilmi, kazâsı, takdiri ve iradesi iledir. Fakat muhabbeti, rızası ve emri ile değildir.
ALLAH’ın yardımı olmadan hiç kimse ma’siyetten uzak-laşamaz, kıpırdayamaz ve güç bulamaz. Yine ALLAH’ın yardımı olmadan hiçbir kimse, ALLAH’a taati yerine getirmeye ve bu istikamette sebat etmeye güç yetiremez.
Hiçbir şey bir an bile ALLAH’tan müstağni değildir. ALLAH’tan bir an bile müstağni olduğunu iddia eden kimse küfre girer; asilerden olur.
Her şey ALLAH’ın dilemesi, ilmi, kader ve kazası ile meydana gelir. O’nun dilemesi tüm dilemelere, kazası da tüm tedbirlere galip gelir. O dilediğini yapar. Ayet-i Kerime’de buyurulduğu gibi: “Yaptığından sorumlu değildir. Kullar ise sorumlu tutulacaklardır.”
***
Kulların -küfürden olsun, imandan olsun, taattan veya isyandan olsun- bütün fiillerini yaratan ALLAH-U TEÂLÂ’dır. n
Kullar ise ihtiyarı (iradesi) ile olan fiillere karşılık sevap kazanır veya azap görürler. n
İnsanın vurmasının akabinde duyulan acı, kırması akabinde oluşan kırıklık veya buna benzeyen şeylerin tamamı ALLAH-U TEÂLÂ’nın yaratması iledir. Yaratma yönünden bunlarda, kulların hiçbir tesiri yoktur. (Kul iradesini kullanır, ALLAH-U TEÂLÂ dilerse yaratır.) n
Öldürülen, eceli ile ölmüştür. Ölüye isabet eden ölüm ALLAH-U TEÂLÂ’nın yaratması iledir. Bunda kulun yaratmak veya elde etmek bakımından bir tesiri yoktur. (Yasak ve haram bir işi yaptığı için azabı hak eder.) n
Haram da rızıktır. Herkes, helal olsun haram olsun kendi rızkını tam olarak elde eder. Bir insanın rızkını yememesi veya başkasının onun rızkını yemesi düşünülemez. n
***
ALLAH-U TEÂLÂ ezelde, cennete ve cehenneme gireceklerin sayısını tek bir bilişle ve tümüyle bilmiştir. Bu sayıya ne bir şey eklenir, ne ondan bir şey eksiltilir. Kulların yapacağı fiillerde de durum aynısıdır. Herkes, kendisi için takdir edilmiş olanı yapmaya müyesser kılınır. t
Ameller de neticelerine göre değer kazanır. Saîd, ALLAH’ın kazası/hükmü ile saîddir; şakî de Allah’ın kazası gereği şakidir. Kimi cennete sokmayı dilerse bu O’nun fazlından, kimi Cehennem’e sokmayı dilerse bu da O’nun adaletindendir. Herkes kendisi için taktir edilmiş şeye doğru gider.t
ALLAH-U TEÂLÂ, sırf fazlından dolayı dilediğini hidâyete ulaştırır. Sırf adaletinin gereği olarak dilediğini de dalâlete düşürür. O’nun dalâlete düşürmesi, hızlânıdır. Hızlan demek, kulundan yardımını kesmesidir. Ki, bu, O’nun adaletidir. Hızlâna uğrayanı günahından dolayı cezalandırması da adaletinin neticesidir. (Bu bakımdan hepsi, O’nun meşieti/dilemesi sınırları içinde fazl-u keremi ve adaleti arasında dönüp dururlar.) t
***
Kaderin aslı ALLAH-U TEÂLÂ’nın mahlûkatındaki bir sırrıdır. Bu sırlara (tamamına) ne mukarreb bir melek, ne mürsel bir peygamber vakıf olmuştur. Bu hususta derine dalıp akıl-fikir yürütmek, hızlana vesiledir; mahrumiyet merdivenidir, tuğyan derecesidir. Bu hususta akıl yürütmekten, fikir üretmekten ve vesveseden son derece sakınmak lazım gelir! Çünkü yüce ALLAH kader ilmini mahlûkatına kapalı tuttuğu gibi onun hakkında tartışmayı, onun bilgisini elde etmeyi istemeyi de yasaklamıştır. Nitekim yüce Allah Kitabında şöyle buyurmaktadır: “O yaptığından sorulmaz (mes’ul değildir). Fakat onlar sorgulanacaklardır.” (Enbiya 21/23) Buna göre kim “niye yaptı?” diye soracak olursa, Kitabın hükmünü reddetmiş olur. Kitabın hükmünü reddeden de kâfirlerden olur. t
Bu açıklama, Allah dostlarının nurlanmış kalplerinin ihtiyaç duyduğu şeylerin özeti ve ilimde derinleşmiş olanların mertebesidir. Çünkü ilim iki türlüdür: Birisi mahlûkatta var olan (onlara bildirilen) ilimdir, diğeri ise mahlûkatta olmayan ilimdir. Var olanın inkârı küfürdür; olmayanı bilmek iddiası da küfürdür. İman ancak, var olan ilmi kabul etmek ve bildirilmeyen ilmi elde etmeyi terk etmekle sabit olur. t
Levhi mahfuz’a, kalem’e ve orada yazılanların tamamına iman ederiz. Bütün mahlukat, Allah’ın levh-i mahfuzda (kesin) olacağını yazdığı şeyin olmaması için toplansalar, buna güç yetiremezler; şayet Allah’ın Levh-i mahfuz’da (kesin) olmayacağını yazdığı şeyin olması için bütün mahlukat bir araya gelse, buna da kâdir olamazlar. (Çünkü) Kalem kıyamete kadar olacak şeyleri yazmış ve artık (mürekkebi) kurumuştur. t
.
ASHAB-I KİRAM
Ashab-ı Resulullah’ın hepsini ancak ve sadece hayırla anarız. t
Kendi aralarında yaptıkları muharebeler hakkında yorum yapmayız. Çünkü onlar, yapmış oldukları içtihatlara göre hareket etmişlerdir. İçtihat yapabilenler, hata da yapabilir, isabet de edebilir. Hataları bir sevap, isabet ettikleri iki sevaptır. Bize farz olan ise, onlara tazim etmek ve hepsinin adaletli olduğuna inanmaktır. h
O büyüklerin arasında vaki olan muharebe ve münazaaları (asla birbirlerine zarar vermek ve yaralamak kastı ile olmadığına inanarak) her daim iyiye yormalı; onları, heva ve heves zannından uzak tutmalıdır. Makam ve baş olmak sevdasından, üstünlük ve mevki talebinden de… Zira bütün bu rezillikler, nefs-i emmareden kaynaklanır. Halbuki bu büyüklerin nefisleri, Resulullah (sav) Efendimizin sohbet-i şerifi ile saf ve temiz olmuşlardır.m
Bütün sahabe adalet üzeredir. Bütün rivayetleri dahi makbuldür. Hazret-i Ali’nin (r.a.) muvafıkları ve muhalifleri rivayetlerde doğru olmakta bütünüyle müsavidir; hepsi itimada şayandır. m
Ashabın tamamını sevmek gerek. Zira onları sevmek, Resulullah Efendimizi sevmektir. Resulullah Efendimize ve onlara salâtlar ve selâmlar. Çünkü Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Bir kimse, onları severse, beni sevdiği için sever.” m
Onlara buğzetmekten sakınmak gerekir. Zira onlara buğzetmek, Resulullah (sav) Efendimize buğzetmektir. Resulullah (sav) Efendimizin buyurduğu gibi: “Onlara buğzeden bana buğzettiğinden buğzeder.” m
Asıl onlara buğz eden ve onları hayırdan başka bir şeyle anan kimselere buğz etmek gerekir. t
Bu büyüklere tazim ve hürmette, Resulullah (sav) Efendimize tazim ve hürmet vardır. Ona ve âline salât ve selâm olsun. Onlara tazimin olmayışı da, Resulullah (sav) Efendimize tazimin olmayışındandır. m
Onlara muhabbet beslemek dindir, imandır, ihsandır. Onlara buğz etmek, küfürdür, nifaktır, tuğyandır. t
Anlatılan manadan ötürü Resulullah (sav) Efendimize tazim olacağından, onların tümüne tazim etmek gerekir.m
Şeyh Şibli şöyle dedi: “Ashabına tazim etmeyen, Allah’ın Resulüne iman etmemiştir.” m
Allah Resulünün ashabı, her türlü lekeden tertemiz zevceleri ve her türlü kirden pak olan zürriyyeti hakkında güzel söyleyen kişi nifaktan emin olur. t
Nebi/peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi Ebû Bekr’s-Sıddîk’tır. Sonra Hattab oğlu Ömer el-Fâruk’tur. Sonra Affân oğlu Osman’dır. Daha sonra da Ali el-Murtaza’dır ‘rıdvanullah-i teâlâ aleyhim ecmain’. Onlar hak üzere, hak ile beraber, hakkıyla ibadet eden kişilerdi.
Fakirin anlayışına göre daha faziletli olmanın sebebi, menkıbelerin ve faziletlerin çokluğundan değildir. İmanda en başta olmak, mal harcamakta daha öncelik almak, nefsi vermekte her durumda evvel davranmak-tandır. Bu yapılanlar da dinin teyidi (kuvvetlenmesi), Seyyid’ül-mürselin Resulullah (sav) Efendimizin şeriatının revaç bulması için olmak… m
***
Önceki selef âlimleri ile peşlerinden gelen tâbiînden hayır, eser, fıkıh ve nazar ehli olanlar ancak güzellikle anılırlar. Onlardan kötülükle söz eden, hak yolun dışında bir yol üzerindedir. t
İslâm âlimlerini, âlim oldukları için, taşıdıkları ilim sebebi ile hafife almak, onlarla alay etmek, onları herhangi bir şekilde küçük düşürmek, itibarsızlaştırmak veya sebepsiz yere onlara buğz veya hakaret etmek küfürdür. c
Hiç bir veli zâtı, hiç bir peygamber’den ‘aleyhi’s-selâm’ üstün tutmayız. Hatta bir tek peygamber dahi bütün velilerden daha faziletlidir, deriz.
Evliyanın sahih yolla gelen kerametlerine ve güvenilir kimselerden sahih olarak bize ulaşan rivayetlerine inanırız.t
Velinin kerameti haktır. İrşad olmak isteyen kişinin rağbetini arttırmak ve ibadet konusunda zorluklarına yardım etmek gayesiyle velinin keramet göstermesi caizdir.
Haberlerde rivayet edildiği üzere iblis, firavun ve deccal gibi ALLAH-U TEÂLÂ’nın düşmanlarına ait olup da onların vukua gelmiş ve gelecek olan olağanüstü hal ve hareketleri, mucize veya keramet diye isimlendirilmez. Bu, onların hacetlerini yerine getirmedir. Çünkü, ALLAH-U TEÂLÂ, düşmanlarının hacetlerini sırf istidraç (derece derece onları cezaya çekmek ve sonunda da cezalandırmak) mahiyetinde yerine getirir. Onlar da buna aldanır, isyan ve azgınlıklarını arttırırlar. Bütün bunlar caiz ve mümkündür. f
.
MÎSAK
ALLAH-U TEÂLÂ’nın, Hz. Âdem ve soyundan aldığı ahd-ü misak haktır. t
ALLAH-U TEÂLÂ, Hazret-i Âdem’in neslini, sulbünden (zerreler halinde), akıllılar olarak çıkarmış, onlara hitap etmiş, îmanı emredip küfrü yasaklamıştır. Onlar da O’nun Rabb olduğunu ikrar etmişlerdi. (Ruhlar âlemindeki) Bu ikrar, onların imanıdır. İşte onlar, bu fıtrat (İslâm fıtratı) üzere doğarlar. Kim bu ahitten sonra küfre saparsa, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat etmiş ve imanla devam etmiş olur. f
.
NASLAR
Hiçbir kul emir ve yasakların kendisinden sâkıt olduğu bir dereceye ulaşamaz (Her mümin, ölünceye kadar dinî hükümleri yerine getirmekle mükelleftir.) n
Nasslar zahirlerine hamledilir (açık manalarına göre değerlendirilir). Zahiri manaları bırakıp bâtınîlerin iddia ettiği manalara dönmek (işâri ve bâtınî manalarını esas almak) inkâr ve küfürdür. n
Nasları (kesin hükümleri) reddetmek küfürdür. Haramları helal saymak küfürdür. İslami hükümleri hafife almak küfürdür. İslami hükümlerle alay etmek küfürdür. ALLAH’tan ümit kesmek küfürdür. ALLAH’ın azabından emin olmak küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrula-mak küfürdür. n
.
MUHTELİF HUSUSLAR
Dirilerin dua ve sadakalarından ölmüşler için menfaat vardır.n
Hiçbir kâhini, hiçbir arrâf’ı; Kitab’a, sünnete ve ümmetin icmâ’ına muhalif herhangi bir iddiada bulunanı da tasdik etmeyiz. t
Bir müminin, kafir olmadan fasık olması caizdir. f
İyi veya facir (günahkâr) her müminin arkasında namaz kılmak caizdir. f
Mestler üzerine meshetmek sünnettir. Ramazan gecelerinde teravih namazını kılmak da sünnettir. f
***
İmamlarımız ve idarecilerimize, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. İdarecilere itaatten elimizi çekmeyiz. Bize ma’siyeti, günahı emretme-dikleri müddetçe, onlara itaati, Allah’a itaatin gereği olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere bulunmaları için onlara dua ederiz. t
‘Sünnet ve Cemaat’e ittiba ederiz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini sever, zulüm ve hıyanet ehline de buğz ederiz. t
“Bilinmesi bize karışık gelen meseleleri en iyi bilen ALLAH’tır” deriz. t
“Şeytan, Mü’minin imanını zorla, cebren alır” dememiz caiz değildir. Fakat “Kul îmanı terkederse, şeytan da onun îmanını soyar alır” deriz.
Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’’in anne ve babası, câhiliyye itikâdı üzere ölmemişlerdir. (İbrahim aleyhisselâm’ın dinine bağlı muvahhidler olarak vefat etmişlerdir.) Resulullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’’in amcası Ebû Tâlib ise küfür üzere ölmüştür. f
***
ALLAH’ın dini, semavatta ve arzda tektir. O da İslâm’dır. Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ALLAH katında din, İslâm’dır” “Size din olarak İslâm’dan razı oldum” . t
[İSLÂM, ALLAH-U TEÂLÂ’nın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmektir. Lügat bakımından iman ile islâm arasında fark vardır. Fakat imansız islâm ve islâmsız da iman olmaz. İman ile islâmın münasebeti iç ile dış (et ile kemik) gibidir. f Din ise, iman, İslâm ve şer’i hükümlerin hepsine birden verilen isimdir. f]
O din ifrat (aşırı gitmek) ile tefrit (kusurlu kalmak), teşbih ile ta’til, cebriyye ile kaderiyye arasında, kendisini emin hissetmek ile ümit kesmek arasında bir yoldur. t
İşte bu, bizim dinimiz, zâhiren ve bâtınen itikadımızdır. Sözünü ettiğimiz ve açıkladığımız hususlara muhalefet eden herkesten ALLAH’a sığınırız. t
ALLAH’tan, bizlere iman üzere sebat vermesini ve bu iman ile hayatımızı sona erdirmesini, (Ehl-i sünnet) cemâat(in)e muhalefet eden, dalâlet ile ahidleşmiş bulunan Müşebbihe, Mu’tezile, Cehmiyye, Cebriyye, Kaderiyye ve diğer çeşitli hevâlardan (bid’at fırkalarından), (itikâden sapık) farklı farklı görüşlerden ve (cumhura muhalefet eden) bayağı mezheblerden muhafaza buyurmasını dileriz. Biz onlardan uzağız. Bize göre onlar, (itikâden) sapıklık içindedirler, bayağıdırlar (Ehl-i sünnet cemâatinin dışında kalmışlardır). t
İsmet ve tevfîk, ancak, yüce ALLAH’ın yardımı ile mümkündür. t
ALLAH-U TEÂLÂ, kimi dilerse doğru yola hidayet eder.f