DİNİN İHYASI
İnsanın şerefi ve bütün yaratıklara kendisini üstün kılan fazileti, Allah’ın mârifetine hazırlanmakla elde edilir. Öyle mârifet ki dünyada, dünyanın güzelliği, kemâli ve medâr-ı iftihârıdır. Öyle mârifet ki âhiretin zahîresi ve azığıdır.
Allah’ın mârifetine, insanoğlu, ancak kalbiyle hazırlanabilir. Kalbin dışında herhangi bir âzasıyla mârifete hazırlanamaz.
O halde Allah’ı bilen, Allah’a yaklaştıran, Allah için çalışan ve Allah için gayrette bulunan, Allah nezdindeki sırları keşfeden kalptir. Diğer âzalar ise kalbin yardımcılarıdır. Kalbin çalıştırdığı âletlerdir. Bu bakımdan Allah nezdinde makbûl olan kalptir. Şu şartla ki, Allah’ın gayrisinden boş olmalıdır.
Allah’ın gayrisiyle dolu olduğu zaman Allah’tan (cemâlinden) mahcub (perdelenmiş) olan da kalptir. Kendisine hitap edilen, kendisine itâb edilen de kalptir. Allah’a yaklaşmakla saîd olan da kalptir. Bu bakımdan insanoğlu kalbini temizlediği zaman felaha kavuşur, kalbini kirlettiği ve gaflete daldırdığı zaman şekavete sapar ve rahmetten mahrum olur.
Hakikatte Allah’a itaat eden kalptir. İbâdetlerden gelen nûrlarını âzalar üzerine saçan kalptir.
Allah’a karşı inat ve isyan bayrağını açan kalpten başka hangi âza olabilir? Âzalara sirayet eden fuhşiyât ancak onun eseridir.
Zâhirin güzellikleri ve çirkinlikleri ancak ve ancak kalbin nûrlu veya karanlık olmasından ileri gelir. Zira her kalp, içindekini dışarıya sızdırır.
Kalp, öyle bir şeydir ki insanoğlu onu tanıdığı zaman, muhakkak nefsini tanımıştır. Nefsini tanıdığı zaman muhakkak Rabbini tanımıştır. İnsan kalbini tanımadığı zaman, kendi nefsini tanımamıştır. Kendi nefsini tanımadığı zaman da Rabbini tanımamıştır. Kalbini bilmeyen de kalbinin gayrisini haydi haydi bilemez. Zira insanların çoğu, kalplerini ve nefislerini bilmemekte, kalpleri ve nefisleri arasında perdeler gerilmiş bulunmaktadır. Çünkü Allah-u Teâlâ, bazen insanoğlu ile kalbi arasına kuvvet ve kudretiyle girer.
Allah’ın kuvvet ve kudretiyle insanoğlu ile kalbi arasına girmesinin mânâsı, Kendisinin müşâhedesinden, murâkabesinden, sıfatlarının mârifetinden ve Rahmân olan Allah’ın kudret parmaklarının ikisi arasında nasıl evrilip çevrildiğini görmekten men eder; esfel-i sâfilîne nasıl indiğini, şeytanların ufkuna doğru yuvarlandığını ve nasıl â’lâ-i illiyyîn’e yükseldiğini, mukarreb meleklerin âlemine nasıl yükseldiğini ona bildirmez, demektir.
Kalbini murâkebe ve gözetmek için melekût âleminin hazinelerinden kalbinin üzerine akan ve kalpte beliren incelikleri gözlemek için kalbini tanımayan bir kimse Allah-u Teâlâ’nın şu ayetinin mefhumuna dahil olmuş olur: “Şu, Allah’ı unuttular da Allah da bu yüzden onlara kendi nefislerini unutturduğu kimseler gibi olmayın… İşte onlar fasıkların ta kendileridir. (Haşr/19)”
Bu bakımdan kalbin mârifeti ve vasıflarının hakikati, dinin temeli, sâlikler yolunun esasıdır.
***
Bundan sonra bilmiş ol ki; kusurları alabildiğine gizleyen ve ayıpları en iyi şekilde bilen Allah-u Teâla’ya (kalben) yönelmekle günahlardan tevbe etmek, sâlikler yolunun başlangıcı, kurtuluşa erenlerin ana sermayesi, mürîdlerin ilk adımı, şüpheli şeylere meyledenlerin istikâmet bulmalarının anahtarı ve babamız Hz. Adem ‘aleyhisselam’ ile diğer Peygamberlere ‘aleyhimüsselam’ uymanın esasıdır.
Evladın atalara uyması ne güzeldir. Ademoğlunun kusur işleyip günahkâr olması, şaşılacak bir şey değildir. Bu bir tabiattır.
Babasına benzeyen haddi aşmış sayılmaz. Yani kusur işlemek, babadan kalma bir mirastır. Evlât babaya benzeyebilir, fakat benzeyiş her yönü ile olmalıdır. Baba, kırdığını sardığı ve yıktığını yaptığı gibi, evlât da aynı yolu tutmalı; hem müsbet ve hem de menfi yönden ona tabi olmalıdır.
Nitekim, Adem ‘aleyhisselam’dan zelle sadır olduğu zaman pişman oldu, onun ateşi ile yandı ve tevbekâr oldu. Yalnız kusurda Adem ‘aleyhisselam’ı örnek alıp da tevbe ve pişmanlıkta ona uymayanlar, ayakları sürçmüş kimselerdir.
Hata insanın yaratılışında mevcuttur. Hatasız insan olmaz. Ancak hemen tevbe etmek, pişman olmak lazımdır.
Hiç kusur işlememek, meleklerin vasfı; hiç iyilik yapmamak da şeytanların hususiyetidir. Kötülük işledikten sonra iyiliğe yönelmek de insanlara mahsus ve onlar için zaruridir.
Yalnız iyilikle uğraşan Allah katında mukarreb bir melek, yalnız kötülük için çalışan şeytan; düştüğü kötülükte hayra yönelen ise insandır. O halde, insanın hamuruna iki huy karıştırılmış, bu iki tabiat ona arkadaş edilmiş olduğu için ya meleğe, ya Adem’e veya şeytana benzer. Kusurdan tevbe eden, şerden sonra hayra yönelen, Adem ‘aleyhisselam’ın evladı olduğunu ispatlar; kusur ve isyanda ısrar eden ise kendini şeytana uymakla tescil ettirmiş olur.
Sırf hayır yapmakla meleklere nisbet edilmeye gelince, bu imkân haricindedir; zira şer, hayırla beraber Adem ‘aleyhisselam’ın çamuruna kuvvetli bir şekilde mayalanmıştır.
İnsanı şerden iki ateşten biri kurtarır (arındırır): Ya pişmanlık ateşi veya cehennem ateşi!
İhya-i Ulumiddin