Hamd, kazâ ve kader sırlarını havas kullarına açan; doğru ve orta yoldan sapmaları mümkün olduğu için de avamdan saklayan ALLAH’adır.
Salât ve selâm, kendisi ile hüccet-i baliğanın (kesin delilin) ikmâl olduğu (tamamlandığı) ve gelişi ile isyan yoluna sapanların özürlerinin kesildiği Zat’adır! Çok hayır sahibi ve takva ehli ashâbına da; ki onlar, kadere imân edip kazâya râzı olmuşlardır.
***
Kazâ ve kader, kendisinde, hem hayret ettirici ve hem de dalalete düşürücü işlerin / sırların pek çok olduğu meselelerdendir.
(Bu sebeple) bunlara nazar edenlerin pek çoğunda, bâtıl vehim ve hayaller ağır basmış, galip gelmiştir.
Bazısı, kulların isteyerek yaptığı işlerde sırf cebir (tercih hakkı olmaksızın yapmaya mecbur) olduğuna kâil olmuş; bazısı da, işlerin Sübhan ALLAH ile olan bağını yok saymış; irade ile yapılan işlere O’nun karışmadığı vehmine kapılmıştır.
Diğer bir tâife ise itikadda orta yolu tutmuş; ifrat ve tefriti (aşırılığın iki ucunu) terk edip ara yolu tercih etmiş olan fırka-i naciye’dir ki: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. ALLAH onlardan, seleflerinden ve haleflerinden razı olsun!
İmam-ı Azam’dan rivayet edildiğine göre; kendisi İmam-ı Cafer-i Sadık’a sordu:
“Ey Resulûllah’ın torunu; Allah-u Teâlâ, işleri kullarına bırakmış mıdır?
İmam-ı Cafer-i Sadık:
“Allah-u Teâlâ, Rübûbiyyetini (Rablığını, bütün varlığı kuşatan hâkimiyyetini, mâlikiyyetini, idare ve terbiyesini) kullarına bırakmaktan münezzehtir; çok çok yücedir.
İmam-ı Azam: “Onları bu işe zorlamış mıdır?
İmam-ı Cafer-i Sadık: “Hâşâ ki, Allah-u Teâlâ, onları bir işe zorlayıp da sonra kendilerine azap etsin. O, bundan, çok uzak; çok çok adaletlidir.
İmâm-ı Âzam: “O halde bu durum nasıldır?
İmâm-ı Cafer-i Sadık: “İkisi arası, ikisinin arası… Ne cebir vardır; ne de işi kullara bırakmak… Ne zoraki yaptırma vardır; ne de işi onlara havale etmek…
Bu sebeple Ehl-i Sünnet der ki: Kulların iradesine bağlı fiillerin meydana gelmesi, yaratılma ve icad cihetinden Allah-u Teâlâ’nın kudreti ve takdiri iledir; kesb (çalışıp kazanmak) cihetinden de kulların kudreti ve iradesiyledir.
Kulun (iradî) fiili, Yüce Allah’ın takdir ve kudretine nisbet edildiği zaman, halk edilen (yaratılan); kulun kudretine nisbet edildiği zaman ise kesb edilen (çalışıp kazanılan) olur. Yani iradeye bağlı fiiller, Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile yaratılır, kulun kudreti ile kazanılır.
Ama Ehl-i Sünnet’ten olan Eş’arî, bu mânâda farklı bir görüşe gitmiş ve kulların fillerinin meydana gelmesinde ihtiyarın (tercih etme ve seçmenin) dahli olmadığını; Sübhan Allah’ın, fiilleri, onların ihtiyar etmesinin hemen akabinde yarattığını ve iradî fiilin meydana gelmesinde, hadis kudretin tesirinin olmadığını kabul etmiş/ içtihat etmiştir. Bu görüş, cebre yakın olduğu için de ona: Cebr-i mutavassıt (Orta cebir) ismi verilmiştir.
Üstad Ebu İshak Îsfirainî; hadis (yaratılmış) kudretin, fiilin aslına (meydana gelmesine) tesir ettiğine ve fiilin meydana gelmesinin, iki müessirin (Külli Kudret ile yaratılmış cüz’i kadretin) muhtelif cihetlerden bir araya gelmeleri ile olduğuna; Kadı Ebu Bekir Bakılanı ise; hadis kudretin, fiilin meydana gelmesine değil vasfına (günah veya sevap, taat veya isyan oluşuna) tesir ettiğine kâil olmuştur.
Bu zayıf kulun indinde seçilen görüş ise: Hadis kudretin, fiilin hem aslına ve hem de vasfına, yani ikisine birden tesir ettiğidir. Çünkü: asla tesir etmeden vasfa tesir eder demenin bir manası yoktur. Çünkü: vasıf, işin iyi veya kötü olması, asla bağlı olan yani işin yapılması ile meydana gelen eserdir; aslın sonucudur.
Ancak vasfın meydana gelmesi, aslın meydana gelmesinde gerekli olan tesire ek olarak zaid bir tesire (ikinci bir kuvvete) muhtaçtır.
(İşin meydana gelmesi başkadır, hayır veya şer olması başkadır. Bu sebeple, işin hayır veya şer olması için, zaid bir kuvvetin te’sîri lâzımdır demek yanlış olmaz.)
Eş’ari’ye aykırı gelse de, tesire kâil olmanın, hadis kudretin etki ettiğini savunmanın bir mahzuru yoktur. Çünkü kudretteki tesir de Allah-u Teâlâ’nın icadı, yaratması iledir. Kudretin kendisinin olduğu gibi…
Bu sebeple hadis kudretin tesir ettiği görüşü, doğruya en yakın olandır.
Eş’arî’nin görüşü, hakikatte cebir dairesine yakındır. Zira ona göre, fiilin meydana gelmesinde ihtiyarın tesiri olmadığı gibi hadis kudretin dahi tesiri söz konusu değildir.
Ancak şu kadar var ki: Cebriye’ye göre, fiilin fâile (işin işleyene) bağlanması, hakikî değil mecazidir (yani kulda irade ve kudret yoktur; fiili, ALLAH-u Teâlâ, kulun eliyle yapmakta, yaratmaktadır). Eş’arî’ye göre ise fiilin faile bağlanması, tesiri olmasa da, hakikidir; çünkü kulun istemesi, fiilin yaratılmasına tesir değil sebep olmaktadır. Bu vechile kulun fiili, hakikaten kula nisbet edilip bağlanır. İsterse kulun kudreti bir nebze tesir edici olsun; isterse de irade veya kudret, fiilin ortaya çıkmasına sadece sebep olsun!
(Kuldaki kudret, fiillerin meydana gelmesi için sebeptir. Allah-u Teâlâ’nın âdetinde böyledir: cüz’i irâde ve kudretin dahli veya tesiri olmadan fiil meydana gelmemektedir. Kullar, meydana gelmesini istedikleri fiillere tercihlerini ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerinin hemen akabinde Allah Subhânehu o fiilleri yaratır. Bu sebeple kulun irâde ve kudreti fiilin meydana gelmesinde merkez olmuş olur.
Kula ait bu kudret, ister fiilin yaratılmasına kısmen tesir etsin isterse de yaratılmasına sebep olsun, o fiil, kulun kudretine hakiki anlamda nisbet edilir yani o işi kul yaptı denir.)
Hak mezhebinden / görüşünden batıl mezhebinin ayrıldığı yer de burasıdır. Fiilin hakikaten faile ait olduğunu nefyedip mecazî olarak ona nisbet eylemek: Apaçık hakikatlerin inkârı olup katıksız küfürdür.
‘Temhid’ adlı eserin yazarı der ki; Cebriye’den şöyle diyenler vardır: “Fiil, kuldan, zahiren ve mecazendir; hakikatte onun bir gücü yoktur. Kul, bir ağaç gibidir, rüzgâr onu oynatırsa oynar. Kul dahi ağaç gibi mecburdur.”
Bu söz küfürdür; böyle itikad eden de kâfir olur.
Yine Cebriye’nin şu sözü de böyledir: “Kulların iyi veya kötü fiilleri, hakikatte onlara ait değildir. Bütün bu fiillerin gerçek fâili Sübhan ALLAH’tır.”
Bu sözler de küfürdür.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: “Fiillerde kulun kudreti ve seçme hakkının tesiri olmadığı görüşüne giden Eş’arî’ye göre, fiillerin hakikaten kula nisbet edilmesinin mânâsı nedir?
El-Cevap: “Her ne kadar kudretin fiillerde tesiri yok ise de; ancak Sübhan Allah onu (irade etme ve kudreti) fiillerin meydana gelmesine sebep kılmıştır. Şöyle ki; kulların yapmayı istedikleri fiillere ihtiyar ve kudretlerini yöneltip sarf etmelerini takiben, Allah-u Teâlâ, âdeti üzere o fiilleri yaratır. Bu veçhile hadis kudret, fiillerin meydana gelmesi için şekli bir sebep olmuş olur. Böylece ve âdet yerini bulsun diye, fiillerin meydana gelmesinde, irade ve kudretin dahli olmuş olur. Zira o olmadan âdet yerini bulmaz. İsterse, onun fiillerde tesiri olmasın.
Anlatılan bu sebep dolayısı ile fiiller kullara hakiki olarak bağlanır. İşte, Eş’arî mezhebi için, nihayet tashih budur. Bundan başka edilen kelâmın üzerine, etraflıca ve derin düşünmek gerek (neyi kastettiklerini ve ne yapmaya çalıştıklarını anlamak için)…
Bilesin ki, Ehl-i sünnet vel-cemaat kadere iman etmişlerdir. Kader: Hayrı, şerri, acısı ve tatlısı ile Sübhan Allah’tandır. Kaderin mânâsı İhdas ve icattır (meydana getirme ve yaratmadır). Malumdur ki, Allah-u Teâlâ’dan başka Muhdis ve Mucid yoktur.
Bu mânâda bir âyet-i kerime meali: «Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır. Ona ibadet ediniz.» (6/102)
Mutezile (Kaderiye) ise (günümüzde farklı isimler altında görüş beyan etseler de), kaza ve kaderi inkâr etmiş ve sanmışlardır ki: Kulların fiilleri, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olmaktadır. Bunun için de şöyle derler: “Eğer Allah-u Teâlâ, bir şerri takdir etse; sonra da onun üzerine azab etse; bu bir zulüm olmuş olur.”
Asıl bu söz, onların cehaleti ve zulmüdür: Zira kazâ (bir işin olması veya olmaması ile ilgili hüküm); kuldan kudret ve ihtiyarı kaldırmaz. Çünkü ALLAH hükmetti ki; kul bu fiili, ihtiyarı ile yapacak… veya terk edecek!
Şöyle ki: Allah-u Teâlâ’nın kazâsı bir işin olması yönünde gerçekleşirse o iş zorunlu olur; olmaması yönünde gerçekleşirse o iş imkânsız olur. Şayet işin zorunlu olması (kazâsı) seçimle olmasına aykırı olsaydı, bu durumda Allah-u Teâlâ’nın iradesi (Subuti sıfatlarından olan İrade) de söz konusu olmazdı.
Netice olarak kazâ, tercih hakkının olmasını zaruri kılar ki, hüküm vermek gerçekleşsin.
Yani, Yüce Yaratıcı’nın Sıfat ve fiilleri ile de onların görüşleri iptal edilmiş olur. Çünkü O, her daim dilediğini irade eden ve her daim dilediğini yerine getirendir. Aksi halde, ezelde olacağını bildiği her şeyi yaratmaya mecbur; olmayacağını bildiği şeylerde ise memnu’ olurdu ki bu, onun Sıfat ve Fiillerini iptaldir ki küfürdür.
Şu mânâ da gizli değildir: “Kul, tam manası ile aciz ve zayıf bir varlık olmasına rağmen kendi fiillerini yapmakta tam manası ile kudret sahibidir” düşüncesine kâil olmak; tam bir anlayışsızlık ve sefihliktir.
Bu sebeple Maveraünnehir (Türkistânda, Seyhûn ve Ceyhûn nehrleri arasındaki geniş yer) alimleri, onların (Mutezile’nin) sapıtmış oldukları üzerinde şiddetle durmuş hatta “Mecusîler onlardan hal bakımından daha iyidir” demişlerdir. Çünkü onlar bir (tek) şerik iddia ederler. Mutezile ise o kadar şerik iddia eder ki; saymakla bitmez…
***
Cebriye’ye gelince; onlar da zanneder ki: kula ait hiçbir fiil yoktur. Kulların hareketi ve fiilleri, cemadatın (cansız varlıkların) hareketi gibi olduğu için de; hem kudretleri ve hem de ihtiyarları yoktur.
Bu sebeple kullar, ne hayırdan sevap alabilirler, ne de şerden günah kazanabilirler.
Kâfirler ve asiler dahi mazurdurlar; sorumlu değildirler. Çünkü: Fiillerin hepsi ALLAH’tandır. Kul ise bu mânâda fiili yapmaya mecburdur.
Bu görüş dahi küfürdür.
(Halbuki: İnsanın iradesi dışında fiilleri olduğu gibi iradesine bağlı filleri de muhakkaktır: Elin, irade dışı titremesinin yanında irade ile hareket etmesi gibi).
Onlar, bütün fiilleri irade dışı elin titremesi kabilinden kabul ettikleri için, “Mâsiyet (işlediği günah), âsiye (isyan eden, günah işleyene) zarar vermez; dolayısı ile azab yoktur” demektedirler ve bu görüşleri ile mel’un Mürcie mezhebine uymaktadırlar.
Bu manada Nebi “sallallahu aleyhi ve sellem” den şöyle rivayet edildi: «Mürcie, yetmiş peygamberin dili ile lânete uğramıştır.»
Kat’i esaslar da bu mezhebi nefyetmektedir.
Bu mânâda şu âyet-i kerimeler kesin delildir:
«Yapmış olduklarına karşılık olmak üzere…» (37/17)
«İsteyen iman etsin; isteyen inkâr…» (18/29)
Daha başkaları da vardır.
***
Bilesin ki, insanlardan pek çoğu, himmetleri zayıf ve niyetleri kusurlu olduğu için yaptıklarına (veya yapmadıklarına) mazeret bulmak ve hesaba çekilmekten kurtulmak için cebri görüşü benimserler. Bazen kulun hakikaten ihtiyarı olmayıp fiilin ona bağlanmasının mecaz olduğuna hükmederler; bazen de ihtiyarın, cebri gerektirecek kadar çok zayıf olduğuna…
Bununla kalmaz; bazı sofiyenin bu manadaki kelamlarını da tekrar ederler: “Gerçek fail tektir. Ancak O’dur. Kulun kudretinin fiillerde asla tesiri yoktur. Onun hareketleri cemadatın hareketleri gibidir.
Hatta kulun gerek kendisi, gerekse de sıfat ve fiilleri, şu âyet-i kerimedeki mana gibidir:
«Onların işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susuz, onu su sanır. Oraya vardığı zaman da, bir şey bulamaz. Yanında ALLAH’ı bulmuştur.» (24/39)
Apaçık hakikatlere mecaz manalar yüklemek, ancak, sözde ve fiillerde tembellik ve gevşekliğini artırır.
***
Bu bahsin tahkikinde deriz ki:
İşin hakikatini en iyi bilen ALLAH’tır.
Eğer hakikaten seçme hakkı kul için sabit ve gerçek olmasaydı; Allah-u Teâlâ, zulmü kullara bağlamazdı. Oysa ALLAH-u Teâlâ, Kur’an’ın birçok ayetinde, zulmü kullara isnat eyledi.
Hem seçim hakları olmayan hem de fiillerin meydana gelişini sağlayacak tesirde kudretleri bulunmayanlara, zulüm neden isnat edilsin?
Kulların kudretinin tesir etmeyip yalnız İlahi kudrete zemin oluşturduğunu kabul edecek olsak bile, bu durum da onların zalim olmalarını gerektirmez.
Şu da var ki, seçim hakları olmadığı halde kullara, ALLAH tarafından azap edilmesi, yine de zulüm olmaz. Zira ALLAH, mutlak Malik’tir. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Amma zulmün kullara nisbet edilmesi, onların ihtiyarının sabit olduğunu; fiillerin meydana gelişinde kudretlerinin tesir ettiğinin (Kur’an’daki) delilidir.
Fiillerin kullara ait olmasının mecaz olduğunu ileri sürmek de doğru değildir; çünkü, mecaz anlama, sadece, gerçek anlamın mümkün olmadığı yerde gidilebilir.
İhtiyarın zayıf olması kavline gelince…
Kastedilen, Yüce Allah’ın ihtiyarına nisbetle zayıf olduğu ise bunda niza yoktur; sınırsız doğrudur.
Veya fiillerin meydana gelişinde müstakil / bağımsız olmadığı kastedilmiş ise; bu da doğrudur.
Amma kastedilen, fiillerin meydana gelmesinde ihtiyarın / kulun tercihinin dahli olmadığı ise, kabulü mümkün değildir. Kabulünün neden mümkün olmadığı ise tafsilatı ile izah edildi.
Bilinmesi gerekir ki: Allah-u Teâlâ, kullarına, takatları ve güçleri yettiği kadar teklif yapmış; mahlukatın zaafı / zayıflığı dolayısı ile onlara olan teklifini, emir ve yasaklarını hafif tutmuş ve hatta daha da hafifletmiştir.
Bu mânâda Allah-u Tebareke ve Teâlâ şöyle buyurdu: «ALLAH, sizin için hafifletmek ister; çünkü insan zâif yaratılmıştır.» (4/27)
Sübhan Allah; Hâkim, Râuf, Rahim’dir. Rahmet, Re’fet (merhamet, ve yücelik), Hikmet sahibidir. Kulun gücünün yetmeyeceği şeyleri teklif edip emretmesi, Uluhiyet şanına yakışmaz.
Bu veçhile, kulun gücünün yetmeyeceği büyük kayayı kaldırma gibi işleri kuluna teklif etmedi. Kolay olanı teklif etti. Namaz gibi: Ki bu: Kıyam, rükû, sücud ve kolaya gelen kıraatten ibarettir. Bütün bunlar kolaydır; hem de son derece.
Oruç dahi, aynı şekilde son derece kolaydır.
Zekât dahi böyledir. Malın kırkta birinin verilmesini takdir etti. Malın hepsini veya yarısını takdir etmedi. Ta ki: Kula ağırlık olmaya.
Yine O, re’fetinin kemalindendir ki, aslını yapmak zor olduğu takdirde onun yerine geçen başka bir şey emretti.
Şöyle ki:
Abdestin yerine teyemmümü geçerli kıldı.
Ayakta namaz kılmaya güç yetmeyen için, oturarak namaz kılmayı; oturduğu yerde namaz kılamayanın, yan yatarak kılmasını; rükûa ve secdeye güçleri yetmeyenler için ise ima ederek kılmalarını…
Şer’i hükümlerde bunlardan başka daha pek çok kolaylık vardır. Ki bunlar: İbret nazarı ile bakanlara gizli değildir. İbret ve insafla bakıldığı zaman bütün şer’i tekliflerin son derece kolay ve sühuletli olduğu görülür.
Yine aynı şekilde bakanlar, teklif sahasının, Sübhan Hakk’ın kullarına kemaliyle rahmet ettiğinin açık göstergesidir: (Sayısız nimetlerin helal olup çok cüz’i olanların haram kılınması gibi…)
Anlatılan tekliflerin hafif olduğunu doğrulayan bir diğer delil de: Avamdan bazılarının, emredilen vazifelerin daha da arttırılmasını temenni etmesidir. Bazılarının farz orucu, bazılarının ise farz namazların arttırılmasını temenni etmesi gibi; bu temenniler çoktur.
İşte bu, ibadetlerin kemâliyle hafif olduğunun fıtri delilidir.
Hükümlerin yerine getirilmesinde kolaylık bulamamak, zorlanmak, ancak nefsanî zulmetlerin varlığından, Sübhan Allah’a düşmanlığa saplanan nefs-i emmarenin hevâsından neş’et eden tabiat zorluklarından ve zulmet karanlıklarındandır.
Anlatılan mânâlar üzerine, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
«Kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi.» (42/13)
«..O (namaz), huşû ehli müstesna, elbette herkese ağır gelir..» (2/45)
Hükümlerin ve ibadetlerin yerine getirilmesinde; nasıl ki zahirî hastalıklar zorluğa sebep olur ise, batinî hastalıklar dahi aynı şekilde zorluğa sebep olur.
Şer-i Şerif ise nefs-i emmârenin âdetlerini ve onun boş arzularını iptal için gelmiştir. Zira nefsin arzusu ve şeriata tâbi olmak, birbirinin zıttıdır; biri diğerini zayıflatır, köreltir.
Bu sebeple, zorluk olması, nefsanî hevânın varlığının delili; zorluğun derecesi, nefsanî hevânın derecesinin delilidir. Eğer nefsanî hevâ zâil olur ise; zorluk da tamamen ortadan kalkar.
***
Gelelim, ihtiyarın nefyi ve zaafında söylenen sofiyenin kelâmına…
Eğer onların kelâmı, şer’î hükümlere uygun değil ise; aslâ itibarı yoktur. Hüccet (delil) bilinip uyulmaz. Asıl hüccet bilinip uyulmaya uygun olan, alimlerin kavlidir, görüşüdür. Ehl-i sünnetten olan alimlerin…
Sofiyenin kelâmından, bunların görüşüne uygun düşen olursa; o makbul sayılır; onlara muhalif düşenler ise kabul edilmez.
Bu arada şunu da deriz ki: Halleri istikamet üzere olan sofiye, şeriatı kıl kadar dahi olsa aşmazlar; ne hallerde, ne amellerde, ne sözlerde, ne ilimlerde, ne de mârifetlerde… Şunu bilirler ki: Şeriata aykırı bir şey, haldeki hastalıktan ve ondaki karışıklıktan meydana gelir. Eğer hal doğru olsaydı; söz de şeriata aykırı düşmezdi.
Hülâsa: Şeriata aykırı olan, zındıklığa (dinsizliğe) delil ve ilhada (dinden çıkmış olmaya) alâmettir.
Bu babda şu da vardır ki: Halin galebesiyle ve vaktin sarhoşluğunda keşiften neşet eden şeriata aykırı kelâm, mâzur sayılır; bu keşif sahih olmadığı gibi taklit etmeye de uygun değildir. Bununla birlikte, sözü zahir manasından alınıp düzeltilerek başka manaya çevrilmesi uygun düşer; sarhoşların sözlerinin zahirden alınıp başka manalara hamledilmesi; o sözlere başka manalar yüklenilmesi gibi…
***
İşbu makamdan bize müyesser olan budur; Sübhan ALLAH’ın yardımı ve ihsan buyurduğu başarı ile.