Etiket arşivi: Benlik

YÜZ BİNLERCE

Varlığın aynası yokluktur!

Varlık, yoklukta görünebilir ancak (beyazın siyahta görünmesi gibi).

Zenginler yoksula cömertlik edebilirler.

Ekmeğin saf aynası ise açlık…

Bir yerde yokluk ve noksanlık oldu mu, bu, bütün sanatların güzelliğine ve görünmesine aynadır.

Kumaş, biçilmiş ve dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?

Hasta kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür olabilir?…

Noksanlar, kemâl vasfının aynasıdır.

***

Kim, kendi noksanını görüp anlarsa, yedeğinde dokuz at olduğu halde nefsin terbiyesi yolunda ilerler. Kendisini kâmil sanan, yüceliğin sahibi ALLAH’ın yolunda uçamaz. Canında kendini kâmil sanmaktan daha beter bir illet olamaz.

İblis’in illeti “Ben, Âdem’den hayırlıyım, üstünüm” demesiydi. Mel’un olması günaha düşmekten değil üstünlük davasından idi.  Bu sebeple tövbe edemedi…

Boğaz ve tenasül hırsı da kötüdür ama üstünlük davasına nispetle acizlik kalır.

Şeytanlık, lügatte üstün olma, baş olma hırsıdır ki lânete müstahaktır.

Bu hastalık her mahlukta vardır. Bu hastalığa müptelâ olan, kendisini hor görse ve gösterse bile sen onu, altında kir, çamur olan sâf su gibi bil! İmtihan kastıyla onu bir karıştırsan, hemen su bulanır, çamur rengini alır.

***

Hazreti Osman ‘aleyhimü’r-rıdvan’’dan önce bir kâtip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi. Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’, kendisine vahyedilen âyetleri söyledi mi o, hemen kâğıda yazar; vahyin ışığı kendisine vurunca, gönlüne bazı hikmet ve marifetler doğardı. Hazreti Peygamber ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ de, onun içine doğanları aynen söylerdi.

O münasebetsiz, bundan o kadar sapıttı ki: “ALLAH’tan nûr alan Peygamber ne söylüyorsa, o şey benim de gönlüme doğmakta” demeye başladı. ALLAH’ın kahrı gelip çattı. Hem kâtiplikten çıktı, hem de Din’den… Kinlenip Hazreti Mustafa’ya ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ ve Din’e düşman oldu.

Hazreti Mustafa ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ “Ey inatçı …! Hani nûr sendendi? Niçin şimdi kapkara kesildin? Eğer İlahî menba ve kaynak olsaydın böyle bir küfür suyu (kin ve düşmanlık) fışkırtmaz, akıtmazdın.” dedi.

Şunun, bunun yanında namus ve haysiyeti bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı. Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu fakat şaşılacak şey ki tövbe de edemiyordu. Kibir ve küfür, o yolu, o kadar bağlamıştı ki, açıkça ah bile edemedi!

ALLAH, “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmış, indiremezler (boyun büküklükleri yoktur)” dedi. “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu.

Bu zincir ve manialar, dışımızda, haricimizde değildir; fakat bu hale uğrayan, önündeki ve ardındaki o mâniaları, perdeleri göremez olur.

Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme, benlik davası gütme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.

“Melek bile yok olmadıkça şeytandır.” 

Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye köle olayım. 

Gafil, kendini iyi ve üstün gördüğünden iblise ve ona uyanlara güler. Fakat ruh kürkünü ters giyer, içindekini dışarı vurursa din ehli görünen nice kimseler ah-u vahlar, feryatlar etmeye başlar.

Ey ayıpları örten ALLAH’ım! Perdemizi kaldırma; imtihan zamanında bize yardım eyle!

Amin!

Geceleyin sahte altın, hakiki altınla yan yanadır. Halis altın ise gündüzü bekler ve hal diliyle der ki: “Hele bir dur. Herkesin meydana çıkacağı gün(!) bir gelsin!”

Mel’un iblis, yüz binlerce yıl müminlerin, melaikenin beyiydi. Tâât ve ibadâtına mağrur olup Âdem ‘aleyhi’s-selam’ ile pençeleşti; kuşluk vakti kokmaya başlayan gübre gibi güneş üstüne vurunca, içinde gizli olan açığa çıktı.

“…Zaten kafirlerden İDİ.(2/34)” âyetini bir daha oku!

Dünya halkı, zamanın İsa’sına oldukları gibi Bâûr oğlu Bel’am’ın emrine de âmade idi. Ondan başkasının karşısında hürmetle eğilmezlerdi. Çünkü afsunu, okuyup üflemesi, hastalara şifa idi. (İçin için) kendisini beğendiği, büyük gördüğü için Musa ‘aleyhi’s-selam’ ile pençeleşmeye kalkıştı. Sonra hali, duyduğun gibi oldu (7/176. âyet).

Dünyada (hemen her devirde) yüz binlerce iblis ve bel’am vardır; gizli-açık hep bu hale düşmüşlerdir. ALLAH, diğerlerine misal olsun diye bu ikisini meşhur etti; bu ikisini darağacına çekti; ibret olsun diye yükseltti. Yoksa, Onun kahrına uğrayanlar sayılamayacak kadar çoktur!

Farz edelim ki, nazeninsin, nazlısın; ALLAH katında belli bir derecen var. ALLAH aşkına, haddini aşma! Eğer kendinden daha nazenin, ALLAH indinde senden daha makbul ve faziletli birine çatarsan, (bu halin) seni yerin yedi kat dibine kadar götürür (de bir şey anlayamazsın).

Aslan mânasına gelen ‘şîr’ kelimesi, süt manasına gelen ‘şîr’ kelimesi ile görünüşte aynıdır. İşte bütün âlem bu sebepten yol azıttılar.

Azıttılar da ALLAH’ın seçkin kullarından az kişi haberdar oldu. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.”

Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilemediler. Her iki çeşit arı, bir yerden yedi fakat birinden zehir hâsıl oldu, ötekinden bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti de birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü şekerle dopdolu.

Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var; aralarında ise yetmiş yıllık fark…

“Biri yer, ondan pislik çıkar; diğeri yer, kâmilen ALLAH nuru olur. Bu yer, ondan tamamı ile kin ve haset zuhur eder; o yer, ondan tamamı ile ALLAH’ın nuru husule gelir.”

(Nefsine esir olanlarda görülen büyüklenme ve üstünlük davası gütme, nefsinden azad olanlarda ki vakar ve kararlılığa zahiren benzese de özdeki karşılığı zulmet ile nurdur. Birinin sebebi  nefse esarettir, zulmettir; diğerinin ki ise lütuftur, inayettir, rahmettir. Biri zulmet yayar, diğeri nur.) 

Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir; acı su da, tatlı su da berraktır.

Bülbül de öter, bülbülleri tuzağa çekmek isteyen avcı da…

***

Âd ve Semud kavminin hikâyeleri ne için söylenip duruyor (zannediyorsun)? Peygamberlerin nazik ve nazenin olduklarını bilmen için! Yere batma, başlarına taş yağma, bir sesle canlarının alınışı… hep bu vakalar, peygamberlerin ve o tertemiz nefislerin izz-ü şereflerini (ve onlarla cedelleşen, pençeleşenlerin ne hale düştüğünü) bildirmek içindir.

* * *

Dünya halkının günah ve fıskı, Hârut ve Mârût’a malum olunca, hiddetlerinden ellerini ısırıyorlar fakat gözleriyle kendi ayıplarını görmüyorlardı. Bir çirkinin, aynada kendisini görünce yüzünü çevirmesi, (aynaya) kızması gibi!…

Kendisini gören ve kendisini beğenen, birisinde bir suç gördü mü, içinde cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. O, bu kibre, kendini üstün görmeye Din gayreti adını takar; kendi nefsinin ne halde olduğunu görmez. Halbuki Din gayretinin asıl alâmeti odur ki; o gayret ateşinden (şefkat, merhamet ve muhabbetten) bütün bir dünya yeşerir, hayat bulur.

ALLAH; Hârût’la Mârût’a “Eğer siz, nurlanmış masumsanız, aldanmış, ziyankâr suçluları görmeyin”; Meleklere de, “Ey gökyüzünün askerleri, şükredin ki şehvetten kurtulmuşsunuz. Eğer size de şehvet versem, artık gök sizi kabul etmez. Sizdeki mâsumluğu kendinizden bilmeyin! Kendinize gelin… Mel’un şeytan, size galip gelmesin” dedi.

Mesnevi-i Şerif

***

KASAS SÛRESİ / 76-83

Muhakkak ki Karun, Musa’nın kavminden idi de onlara haddi aşıp zulm etti…

Ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları kuvvet sahibi bir topluluğa ağır gelirdi…

Hani kavmi ona dedi ki: “Şımarıp sevinme, muhakkak ki ALLAH şımarıp taşkınlık gösterenleri sevmez”. “ALLAH’ın sana verdiklerinde Ahiret yurdunu iste, dünyadan da nasibini unutma!… ALLAH sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et!… Arz’da fesad isteme… Muhakkak ki ALLAH ifsad edenleri sevmez!”.

Dedi ki: “O bana ancak indimdeki bir ilim üzere (bilgim ve becerim sebebi ile) verilmiştir”…

Bilmedi ki, ALLAH ondan önce kuvvetçe ondan daha şiddetli ve cem’iyyetçe daha kesretli nice nesiller helâk etmiştir…

Mücrimler, günahlarından sual edilmez.

Ziyneti içinde kavminin karşısına çıktı.

Dünya hayatını dileyenler dedi ki:Keşke Karun’a verilenin misli bizim de olsaydı. Muhakkak ki o azîm bir hazz (nasib) sahibidir”.

Kendilerine ilim verilenler ise dedi ki: “Veyl olsun size!.. Îman edip salih amel yapana, ALLAH’ın mükâfatı daha hayırlıdır… Ona da ancak sabredenler kavuşturulur!”.

Nihayet onu da onun yurdunu da Arz’a geçirdik… ALLAH’ın gayrından ona yardım edecek bir topluluğu yoktu… o yardım edicilerden (de) değildi.

Dün onun mekânını temenni edenler şöyle diyerek sabahladı: “Vay, demek ki ALLAH, kullarından dilediğine rızkı genişletip yaymakta ve kısıp daraltmaktadır… Eğer ALLAH bize menn etmeseydi (lutfedip nimetlendirmeseydi) elbette bizi de hasfederdi (yere geçirirdi)… Vay, demek ki kâfirler iflah olmaz (felah bulamaz)!”.

İşte Ahiret yurdu!

Onu, Arz’da üstünlük ve fesad dilemeyenlere veririz. Âkibet (ALLAH’ın azabından sakınan) muttekîlerindir!.

Ayet-i Kerime Mealleri

 …

Hüsrana uğrayan kavimden başkası ALLAH’ın mekri’nden emin olmaz. (7/99)

Ayet-i Kerime Meali

TERAZİ

Şuayb “aleyhisselam” zamanında biri; “ALLAH, benim birçok günahımı gördüğü ve bildiği halde lûtuf ve keremi ile beni cezalandırmıyor” diyordu.

Hakk Teâlâ ona cevap olarak, gayb yolu ile Şuayb’ın kulağına buyurdu ki:

Ben bu kadar günah işledim de ALLAH keremi ile beni sorumlu tutmadı; cezalandırmadı, diyorsun. Ey doğru yolu bırakıp da çöllere düşmüş kişi! Tam tersini söylüyorsun.

Kaç kez cezalandırdım seni, haberin yok! Baştanbaşa bağlısın; ayağından tepene kadar zincirler içinde kalmışsın. Duygularının, nefsanî isteklerinin esiri olmuşsun, farkında değilsin.

A kara kazan! İsin, pasın kat kat; için, yüzün berbat! Gönlünde is üstüne is, kurum üstüne kurum. Bu is ve kurum o derecede ki, nihayet gönlün, bütün (İlahî) sırlara karşı kör olmuş.

Eğer o is ve kurum, yeni bir kazana bir arpa tanesi kadar bile değse, izi, eseri apaçık görünürdü. Çünkü her şey zıttı ile görünür olur. Beyaz üstünde siyah gibi…

Kazan kapkara kesilince, isin ondaki etkisini, üzerine çaldığı kara lekeyi çabucak kim görebilir?

Demirci zenci olursa, duman onun yüzünde bir iz bırakmaz. Fakat beyaz tenli biri olursa, dumanın tesiri ile yüzü kararır. O da günahın tesirini çabucak anlar da; ‘Ya Rabbî!’ diye inlemeye başlar.

Günahta ısrar edip kötülüğü meslek haline getirince basiretini bağlamış, gönül gözüne toprak doldurmuş olur. Günahı görmez, vicdan azabını da hissetmez olur.

Tövbe etmeyi hatırına bile getirmez. Günah onun gönlüne tatlı gelir. Derken, dinden îmândan olur.

O pişman oluş ve nedametle ‘Ya Rabbî!’ deyiş ondan zâil olur; gönül aynasına beş kat pas (zulmet) oturur.

Onun demir kalbini, kaskatı olan kalbini paslar yemeye ve îmân cevherini zulmetler eksiltmeye koyulur.

Beyaz bir kâğıt üzerine yazı yazarsan, o yazı, bakınca okunur. Yazılı bir kâğıt üzerine yazarsan, yazdığın anlaşılmaz. Okunması güçleşir ve yanlış okunur. Çünkü mürekkebin siyahlığı üst üste gelince, iki yazı da (doğru) anlaşılmaz, manası körleşmiş olur. Eğer o kâğıda üçüncü kere yazı yazarsan (günah işlersen), onu kâfir kalbi gibi simsiyah edersin…”

Şuayb “aleyhisselam” bu nükteli sözleri; “ALLAH kereminden ötürü benim kusuruma bakmıyor” diyen kişiye söyleyince, Peygamber’in rûhanî nefesinden onun gönlünde güller açıldı. Onun rûhu, semâdan gelen vahyi Şuayb aleyhisselam’dan duyunca; “Günahlarımın cezasını verdi ise, belirtisi nerede?” diye sordu.

Şuayb Peygamber dedi ki: “Ya Rab! Bu adam sözümü dinlemiyor, günahlarının belirtisini istiyor.”

Cenab-ı Hakk buyurdu ki: Ben kusurları örtücüyüm; işinin iç yüzünü anlamasına dair bir işaretten başka, sırlarını söylemem.

Onu muaheze etmekte olduğumun bir nişanı şudur ki: O tâatta bulunuyor; oruç tutuyor, namaz kılıyor… Lâkin namazdan, zekâttan ve başka ibadetlerden zerre kadar zevk (manevi haz) almıyor. Yüksek tâatlar ve amellerde bulunuyor, lâkin zerre miktarı neşe duymuyor. İbadeti şeklen iyi ama rûhu, manası güzel değil; cevizler çok iyi ama, içleri boş.

İbadetlerin meyve vermesi için gönülde mânevî bir zevk lâzımdır. Çekirdeğin fidan vermesi için içli olması gerektir. İçi olmayan çekirdek hiç fidan verir mi?

Cansız sûret, hayalden başka bir şey değildir.”

Mesnevi-i Şerif

AKLAŞAN SAÇLAR

Hâdise, Muğla’nın Milas ilçesinde geçmektedir.

Orta yaşlı bir adam, bir gece, hayatının akışını değiştiren bir rüya görür.

Gördüğü, kendi ölümüdür: Ölmüş, teneşirde yıkanmış, kefenlenmiş ve mezara defnedilmiştir. Yapılan dualar ve okunan tilavet ile birlikte üzeri toprakla kapatılmış; kapkaranlık ve yapayalnız kalmıştır.

Bir müddet sonra bulunduğu kabrin sağ tarafından bir menfez açılır ve içeriye iki kişi girer. Kendilerinin “Münker ve Nekir” olduklarını söylerler.

Adamı alırlar; aynı menfezden geçirerek başka bir yere götürürler. Götürdükleri yerde, önüne bir terazi ve yanına da bir miktar üzüm koyarlar.

O sırada karşıdan bir adam gelmektedir.

Münker Nekir, Milaslı bu çiftçiden, karşıdan gelen adama üzüm satmasını söylerler ve sağ ve solunda muhafız gibi durarak satışa nezaret ederler.

“Bu dünyada âmâ olan
ahirette de âmâ’dır”
(Meal / 17-72) 

Tartıda çok az bir haksızlık yaptığını gören Melekler, onu hemen tezgâhın başından aldıkları gibi çok büyük bir kapının yanına getirirler. Kapı, kale kapısı gibi çok büyüktür.

Kapının yanına gelir gelmez kapı kendiliğinden açılır.

Manzara çok korkunçtur.

Müthiş bir yangın ve alevlerin içerisinde insanlar yanmakta ve bir taraftan da yanan vücutları yenilenmektedir. Feryatlar ise yürek dayanacak gibi değildir.

Dehşet içinde bir müddet seyrettirdikten sonra, Münker Nekir, adamı alırlar ve başka bir meydana getirirler. Kendisine: “Biraz önce alışveriş sırasında işlediğin suçun cezasının gördüğün gibi yanarak mı, yoksa başka  bir şekilde mi verilmesini istersin?” derler.

Adam, gördüğünden daha büyük bir cezanın olamayacağı düşüncesiyle başka bir cezayı istediğini söyler söylemez vücudunda yüzlerce derecede bir sıcaklığın başgösterdiğini bütün dehşetiyle hisseder.

Dayanılmaz bir ıstırap, çekilmesi mümkün olmayan acı ve azap…

Avazı çıktığı kadar feryad ve figan…

***

Normal hayatta da aynı şekilde avazı çıktığı kadar bağırmakta, ortalığı ayağa kaldırmaktadır.

Vakit gece yarısıdır.

Karısı ve iki oğlu, korkunç çığlıklara uyanır.

Sesler mahalleyi de inlettiğinden konu-komşu adamın evinde toplanır.

Adam ise hâlâ feryat ve çığlığa devam etmekte; ne kadar uğraştılarsa da bir türlü uyanmamaktadır.

Tahammül sınırının çok ötesinde bir acı çektiği ise her halinden bellidir.

Bir müddet sonra…

***

Ceza sona erdirilir ve Münker Nekir adama şunları söyler:

“İşte gördün; dünyada yapılan küçük bir haksızlık ve adaletsizliğin ahiretteki cezasının ne olduğunu…

Şimdi seni dünyaya iade ediyoruz.

Hayatını ona göre tanzim eyle!”

***

Adamcağız gözleri yerinden fırlamış, beti benzi atmış, kan ter içinde uyanır ama yüzünde, etrafındakileri hayretler içerisinde baktıran bir görüntü ile…

Saçları ve kıllarının tamamı bembeyaz olmuştur.

***

Hadiseyi nakledenlerin ifadesine göre, şimdi o, ak saçlarıyla, hayatını kılı kırk yararcasına; dünya ve ahirette kendisine fayda sağlayacak salih amellerin, hayırlı işlerin peşinden koşar bir şekilde yaşamaktadır.

***

Fe men ya’mel
miskâle zerretin hayren yereh.
Ve men ya’mel
miskâle zerretin şerren yereh.
(99/7-8) 

Alıntıdır