MÜ’MİNİN KALBİ
Bilesiniz ki, Kalb, Sübhan ALLAH‘ın komşusudur. Onun mukaddes zatına ondan daha yakın bir şey yoktur. İster mü’min olsun; isterse asi olsun ona eziyet etmekten (onu incitmekten) sakınınız. Zira komşu, asi olsa dahi himaye altındadır. Sakınınız, bundan çok sakınınız. Zira küfürden sonra, kalb eziyeti kadar Sübhan ALLAH’a eziyet vermeye (incitmeye) sebep olan bir günah yoktur. Çünkü o, Sübhan ALLAH’a pek çabuk ulaşır.
Halkın tümü, Sübhan Hakk’ın kullarıdır. Kölelerden hangisine olursa olsun vurmak ve ihanet etmek, onun efendisine eziyet vermeyi gerektirir.
Yüce Mevlâ’nın şanını düşünmek gerek. O, Mutlak Malik’tir. Onun halkında ancak emir buyurduğu kadar tasarruf edilir. Bu emredilen miktar, eziyet kısmına dahil değil, yüce ALLAH’ın emrine imtisaldir (yapışmaktır).
Meselâ, bekâr olarak zina eden kimsenin haddi (şer’i şerifte) yüz değnektir. Bu yüzün üstüne bir tane artırılırsa, zulüm olur ve eziyete dahildir.
Bilesiniz ki kalb, mahlukatın en faziletlisi ve en şereflisidir. Nasıl ki insan, âlem-i kebirin (büyük âlemin) hülasası ve onda olan her şeyi kendisinde toplaması (cem’iyyeti) sebebi ile mahlukatın en faziletlisi ise, insanda olan her şeyin kendinde toplanmış olması sebebi ile kalb de aynı şekildedir. Onda üstün manada cem’iyyet ve hülasa olma vardır. Zira bir şeyin hülasa olma durumu ne kadar çok ve cem’iyyeti de ne kadar fazla olursa yüce ALLAH’ın zatına yakınlığı o kadar çok olur.
İnsanda bulunan şeyler, ya halk âlemindendir, yahut emir âleminden… Kalbe gelince, bu iki âlem arasında berzahtır / vasıtadır.
Yükseliş mertebelerinde insan latifeleri, asıllarına doğru/kadar yükselir. Meselâ, önce suya yükselir; sonra havaya, sonra ateşe, sonra letaifin asıllarına, sonra kendisinin terbiyesine gelen cüz’i isme… Daha sonra da, onun küllisine… Daha sonra da ALLAH’ın dilediği yere kadar yükselir.
Kalb ise böyle değildir. Zira onun yükseleceği bir aslı yoktur. Bilakis yükselişi, kendisinden Zat-ı Teâlâ’yadır. Sonra kalb, gayb hüviyetinin kapısıdır. Ne var ki, anlatılan tafsil olmadan (açıklanan mertebelere uğramaksızın) yalnız kalb yolundan vuslat çok zordur. Ancak o tafsili itmam ettikten (tamamladıktan) sonra, vuslat müyesser olur.
Görmez misin ki, onda bulunan bu cem’iyet ve vüs’at (genişlik), anlatılan tafsilli mertebeleri aştıktan sonra olmaktadır.
Buradaki kalbden maksat da, geniş manası ile ve câmi olan kalbdir. Bilinen et parçası değildir.
Mektubat-ı Rabbani
NAMAZ ve SEMÂ
Pek değerli kardeşimin malumu olsun ki: Namaz, İslâm’ın beş erkânından ikincisidir. Her ne kadar cüz’î ise de çok ibadetleri içinde toplayıcı/camidir. Ve bu camiiyyetten ötürü namaza küllîlik hükmü verilmiştir. Hakk Teâlâ’ya yaklaştıran ibadetlerin tümünden daha yüksektir.
Âlemlerin Efendisi’ne “sallallahu aleyhi ve sellem” rüyet nimeti/devleti, miraç gecesi cennette müyesser olmuş; bu dünyaya indikten sonra dahi bu hayata münasip bir şekilde namazda gerçekleşmiştir. Bu sebeple, Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz şöyle buyurdu: “Namaz müminin miracıdır.” “Kulun, Rabbına en yakın olduğu an namazdadır.”
Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimize kâmil manada tabi olanlara ise anlatılan devletten/namazdaki rü’yetten bolca nasip vardır. Zira hakikî manada rüyet, bu dünya hayatında takat getirilecek bir şey değildir.
Eğer Allah-ü Teâlâ, namaz emri vermeseydi, maksudun yüzünden perdeyi kim kaldırabilir, maksuda ulaşmak yolunda taliplilerin delili ne olabilirdi?
Gamlı, kederlilere lezzet getiren namazdır. Uzaklık ve ayrılık eleminden hasta olanlara rahatlık getiren namazdır. Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimizin: “Beni rahata kavuştur, ya Bilâl!” emri bu manaya işarettir. “Gözümün nuru namazdadır.” manasındaki hadis-i şerif dahi anlatılan temenninin bir işaretidir.
Namazın haricinde ve namazın hakikatini anlamadan hasıl olan zevkler, vecdler, ilimler, marifetler, haller, makamlar, nurlar ve renkler, kalpteki telvin ve temkinler, keyfiyeti belli olan ve olmayan tecelliler ile vasıflanabilen ve vasıflanamayan zuhurâtların hemen hepsi birtakım zıller (gölgeler) ve suretlerdir (hakikatten mahrum, görünüşten ibarettir). Bunların menşei/kaynağı vehim ve hayaldir.
Namazın edası sırasında müyesser olan haller, namazın haricinde hâsıl olan bütün kemalâtın fevkinde/üstündedir. Zira o haller zıll/gölge ve suretten kurtulamamış, yüksek ve kıymetli olsalar da asldan nasip alamamışlardır. Amma, namazdaki haller böyle değildir; zira asıldan nasibi vardır. Asılla zıll, bir şey ile gölgesi/sureti arasında ne kadar fark varsa, namazdaki haller ile namaz dışındaki haller arasında o kadar fark vardır.
Namazın hakikatına şuurlu olan bir musalli/namaz kılan, namazını eda ettiği zaman, bu dünya hayatından çıkar, âhiret hayatına geçer. Bu vakitte hiç şüphe yok; âhirete mahsus olan devletten/nimetlerden bolca nasib alır; araya gölgesellik/hayal karışmaksızın asldan bir haz hâsıl olur. Zira dünya hayatındaki kemalât, gölgeden ve suretten ibarettir. Araya aks, zıllîyet karışmaksızın hasıl olan muamele, âhirete (âhiret nimetlerine) mahsustur. O halde zılden uzak olan asldan nasiplenmek için miraç mutlaka gerekmektedir ki o da mü’minlerin namazıdır.
Böyle bir nimet/devlet ancak bu ümmete mahsustur. Bu devletle müşerref olup saadet kazanmaları, ancak, Resulûllah’a tebaiyetleri yolundan olmuştur. Ona ve âline salât ve selâm… Nitekim, Resulûllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz bu devlete ermek için dünya hayatından çıktı; miraç gecesi âhiret hayatına geçip cennete girdi.
***
Şu da müşahede edilen bir durumdur ki: Allah’ın inayeti ile ölüm anında hâsıl olan haller, namazdaki hallerin fevkinde/üstündedir. Zira ölüm, âhiret hallerinin mukaddimeleri arasındadır. Âhirete daha yakın olan, daha tamam ve daha mükemmeldir. Zira burada, suretin zuhuru vardır; orada ise hakikatin zuhuru… İkisi arasında o kadar çok fark var ki… Aynı şekilde, ALLAH’ın keremi ile, kabirde/küçük berzahta hâsıl olan haller, ölüm vakti hâsıl olan hallerin fevkindedir.
Büyük berzah olan Kıyamet günü müyesser olan haller kabir âleminin hallerine nisbetle daha yüksektir. Çünkü orada müşahede edilen daha tamam ve daha mükemmeldir.
Anlatılanların tümünün fevkinde bir müşahede makamı vardır ki, onun haberini Muhbir-i Sadık Resulûllah “sallallahu aleyhi ve sellem” Efendimiz vermiştir: “Allah’ın bir cenneti vardır ki orada ne huri bulunur, ne de köşkler… Rabbimiz orada tebessüm eder gibi tecelli eder (şekil, suret, zaman ve mekândan münezzeh olarak).”
Netice olarak, zuhur yerlerinin en aşağı derecede olanı dünya ve içindekilerdir. Onların tümünün fevkinde olan ise anlatılan cennettir. Hatta dünya, asla bir zuhur yeri olmamıştır. Dünyaya mahsus olan zıllerin zuhuru ve misallerin ayna olması, Fakir’e göre dünyalık işlerden sayılır. Bu zuhurata, isimlerin tecellisi veya sıfatların tecellisi ya da Zat’ın tecellisi denilmesi bir şeyi değiştirmez. Hakikatte imkân dairesine dahildir/mahlûklara ait şeylerdir.
Allah-ü Taâlâ, onların söylediklerinden yana, tam bir yüceliğe sahiptir.
Dünyayı baştan başa mülâhaza ettiğim zaman, onu sırf bir boşluk olarak görüyorum. Ondan, matlubun (maksûdun) kokusu hiç gelmiyor.
Hâsılı kelâm: Dünya âhiretin tarlasıdır. Orada matlubu aramak, nefsi boşuna yorup helak etmektir. Yahut, matlubun gayrını matlup sanmaktır. Pek çokları bu belaya müptelâ olmuşlar; rüya ile hayal ile tatmin olmuşlardır. Kendisinde asıldan yana bir şey bulunan ve bu vatanda, matlubun kokusunu veren ancak namazdır. Kalanı savrulup giden ağaç kabuklarıdır…
***
Bu taife/tasavvuf yolunda olan zümre içinde namazın hakikatına eremeyenler ve ona mahsus olan kemalâta vâkıf olamayanlar, marazlarına/manevi hastalıklarına başka işlerden ilâç arar duruma gelmişler; muradlarının hâsıl olması için çeşitli şeyler aramaya başlamışlardır. Hatta onlardan bir taife namazı halden uzak saymış; onu, uzaklaşma ve ayrılma olarak görmüşler ve benzeri muhal şeyler iddia etmişlerdir… Orucun, namazdan daha faziletli olduğunu sanmak gibi…
Namazın hakikatini anlamayan ve namaza mahsus kemâlâta vakıf olamayan bu taifeden bir topluluk dahi, ıstıraplarını teskin etmeyi nağmelerde, semâ yapmada, vecd ve tevacüdde (ki zevkte) aramışlar; matluplarına kavuşmayı, nağmeler perdesinin arkasında mütalaa etmeye başlamışlardır. Bunun için de, raksı ve hareketlenmeyi, kendilerine bir yol edinmişlerdir. Ne var ki onlar: “Allah’ın size haram etliği şeyde şifa yoktur.” manasına gelen hadis-i şerifi de duymuşlardır.
Evet, boğulmakta olan, her ot köküne (kuvvetsiz, zayıf şeye) yapışır. Bir şeyi aşırı sevmek, sahibini kör ve sağır eder.
Eğer onlara, namazın hakikatından yana bir parça açılsa, zevk burunlarına ondan bir parça koku ulaşsaydı, semâ* ve nağmeye* meyletmezler; kat’iyyen, vecde (coşmaya) ve tevacüde (kendinden geçmeye) yönelmezlerdi.
Bir mısra:
Bulamayınca hakikatlerin yolunu,
Yol edindiler kendilerine oyunu.
Ey kardeş! Namaz ile nağmeler arasında ne kadar fark/uzaklık varsa, namazdan hasıl olan kemâlât ile nağmelerin sebep olduğu kamâlât/teessürat arasında o kadar fark/uzaklık vardır. Akıllı olana bu kadar işaret yeter.
***
Bugün bu sözler, pek çoklarına ağır gelebilir. Akıl ve anlayışlarına uygun gelmeyebilir. Fakat marifetleri insaf ile ölçerler, şer’i ilimler ile karşılaştırırlarsa, hangisinin nebevi şeriata daha çok tazim ve hürmet ettiğini görüp şu uzak görme vartasından kurtulurlardı.
Görmezler mi ki bu fakir kitap ve risalelerinde tarikat ve hakikatin şeriatın hizmetçisi olduğunu; nebinin/peygamberin kendi velayeti de olsa nübüvvetin velayetten üstün olduğunu söylüyor. Velayet kemâlâtının nübüvvet kemâlâtı yanında hiçbir kıymetinin olmadığını yazıp duruyor.
Bu sözlerden maksat, Sübhan Hakk’ın nimetini izhardır. Tarikat taliplerini teşviktir. Yoksa kendimizi başkalarından üstün tutmak değil… Nefsini frenk gâvurundan efdal/üstün bilene (benlik/üstünlük davası yoluna girene) marifetullah haramdır.
***
Bu mektubu mütalaa ettikten sonra, namazın sırlarını öğrenmek ve onun hususî kemalâtını tahsil etmek için, sizde bir şevk zâhir olursa, bu şevk dahi sizi mustarip bir hale getirirse, istiharelerden sonra bu tarafa gelirsiniz. Böylece, ömrünüzün bir kısmını da namazın sırlarını öğrenmeye sarf etmiş olursunuz.
İrşad yoluna hidayet eden Hâdî Allah’tır.
Selâm hidayete tabi olup Mütabaat-ı Mustafa’yı bırakmayanlara..
Ona ve âline salât ve selâm..
**Nağme ve Semâ**
Bu kıymetli yolun üstünlüğü ve Nakşibendi tabakasının yüksekliği, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve çirkin bid’atlardan kaçınma sebebiyledir. Bu yüzden bu yüce tarikatın büyükleri cehri/açık zikirden kaçındılar, gizli zikri emrettiler. Semâ, raks, vecd ve tevâcüd (kendinden geçmek ve şuursuz hareket ve sözler) gibi Resûlullah’ın ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ ve Hulefa-i Raşidin’in devrinde olmayan şeylere engel oldular. Onların zamanında olmadığı için halvet (yalnız başına kalmak) ve erbain (kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak) yerine halk içinde halveti (halvet der-encümeni) tercih ettiler. Şüphesiz sünnete olan bu bağlılıkları büyük neticelerin elde edilmesini sağlamış; bid’atlardan sakınmalarından dolayı çok çok semerelere kavuşmuşlardır. Üstte anlatılan mana icabı olarak, başkalarının nihayetinde olan, bu zatların bidayetine derc edilmiş; bunlara mensub olmak dahi, bütün mensubiyetlerin üstünde olmuştur.
Bu zatların kelâmı, kalbî marazlara deva, nazarları manevî illetlere şifadır. Bunların güzel teveccühleri, talipleri iki cihanın yersiz alâkalarından alır. Bunların üstün himmetleri, müridleri bu imkân bataklığından (kötülükler ile manevî çukurlardan) alır; vücub zirvesine (ilâhî nimetlere) ulaştırır.
Pek güzeldir Nakşibendilerin yolculukları;
Sessizce ulaştırırlar hareme yolcuları..
Alır götürür sohbetleri, tüm vesveseleri;
Kalbinden müritlerin, pek güzeldir kerem şanları!
Ancak, bu zamanda Nakşibendiye’ye anlatılan şekilde bağlılık anka kuşu gibi bir şey oldu. Perdelerin arkasına geçti; orada gizlenip kaldı. O kadar ki, bu büyük devleti bulamadıkları ve bu üstün nimeti kaybettikleri için bu Tabaka’dan bir cemaat çeşitli yollara sülûk etti. Nefis cevheri bulup almak yerine, buldukları çanak parçaları ile sevindiler.
Hatta onlar, son derece sıkıntı ve şaşkınlıktan, bu büyüklerin yollarını terk ettiler. Zaman zaman teselliyi cehrî zikir yapmakta arar oldular. Bazı zaman dahi, tatmin olmayı raksta, semâda ve dönmekte buldular.
Kendilerine celvette halvet müyesser olmayınca, erbainiyyatları tercih yoluna gittiler. Bu yaptıklarından daha acaibi: Böyle şe’ni bir bid’atı, bu mübarek bağlılık için bir tamamlayıcı ve tekmil edici sanmalarıdır. Böylesine bir tahribi, tamirden saymalarıdır.
Sübhan olan Yüce Allah onlara insaf versin. Onların ruh burunlarına, bu büyük zatların kemalâtından bir koku ulaştırsın. Ta ki: Böyle yeri olmayan şeylerle uğraşmayı bırakalar; Sad ve Nun Hakkı için… Nebi ve onun pek şerefli âli hürmetine… Ona ve diğerlerine salâtlar ve selâmlar.
Yukarıda anlatılan bid’atlerin yaygınlığı o hadde vardı ki; bu büyüklerin yollarının aslı kapandı. Böyle olunca da, büyüğü ve küçüğü, burada anlatılan bid’atları tercih etme yoluna koyuldular. Esas olan kadim yoldan yüz çevirdiler. Durum öyle hal aldı ki; şayet tarikat düşmanları, bu tarikatın, bid’ata sarılıp sünneti terk etmek olduğunu söyleseler, bu onlar için caiz olur/haksız sayılmazlar.
***
Bu yolun büyükleri, halleri ve vecdleri şer’i hükümlere tabi kılmışlar, ahkâm-ı şer’iyyeye uygun hale getirmişlerdir. Zevkleri ve marifetleri, dini ilimlerin hizmetçisi kabul etmişlerdir. Şer’i şerifin kıymetli cevherlerini, ceviz kadar değeri olan vecd ve muz kadar kıymeti olan hal ile asla değiştirmezler. Sûfilerin, şer’i şerife aykırı olan sözlerine aldanmazlar. Şer’an yasak edilen ve sünnet-i seniyyeye ters düşen şeyleri yaparak elde edilen halleri istemez, kabul etmezler. Bu yüzden semâ ve raksı caiz görmezler; sesli zikre yaklaşmazlar. Hâlleri, kazançları devamlıdır; vakitleri kesintisiz sürüp gider. Zatî tecelliler, başkalarına şimşek gibi çakıp geçse de bunlar için daimidir. Çabuk yok olan huzura hiç kıymet vermezler. Onların makamları, kazançları, geçici huzur ve tecellilerin çok üstündedir.
Hace Ahrar Hz. şöyle dedi: “Bu Silsile-i Aliyye’nin büyükleri, uçup oynayanlar, raks edip deveran edenlerle kıyas edilemez. Bunların halleri ve nisbetleri cidden çok büyüktür.”
***
Hangi tarikatta ki, nefse muhalefet fazladır; o, yolların en yakınıdır. Hiç şüphe edilmeye ki: Tarikat-ı Nakşibendiye’de nefse muhalefete riayet, diğer tarikatlara nazaran pek çoktur. Çünkü bu yolun büyükleri, azimetle ameli ihtiyâr edip ruhsat yolundan kaçınmışlardır. Malum bir durumdur ki: Gerek haramdan, gerekse fuzuli şeylerden sakınmak azimettir; her ikisine de riayet edilmektedir. Amma, ruhsat böyle değildir. Zira ruhsatta yalnız haramdan sakınmak vardır.
Burada ‘diğer tarikatlar erbabı katında da azimetin tercih edilmesi mümkündür’ denirse, derim ki: “Sair tarikatlarda semâ vardır; raks vardır. İş onlarda ruhsat haddine varır. Hem de birçok kaçamaklardan sonra… Azimet (mecali) bunun neresinde? Aynı şekilde, cehren yapılan zikirde, ruhsatın fevkinde bir şey tasavvur edilemez. Sair tarikatların meşayihi, kendi tarikatlarında, bazı sahih niyetlerle yeni işler ihdas etmişlerdir. Bu işlerdeki tashihin nihayetinde ise, ruhsat hükmü vardır. Ama bu Silsile-i Aliyye böyle değildir. Bunlar, kıl kadar olsa dahi, sünnete muhalefet olarak bir şeye cevaz vermezler.
***
Vecd ve semâ, (ruhsat yönü ile) şartlarına uygun gerçekleşse bile seyr-ü sülük yolunun başında olanlar için zararlı ve ilerlemelerine manidir. Çünkü yolun başında olanın vecdi bozuktur. Hal ve hareketlerine nefsani arzular karışmıştır. Başlangıçta olanlar yani müptediler, erbab-ı kulubdan (kalp erbabından) dahi değildir. Erbâb-i kulûb olanlar yoldakilerdir; müptedi ile müntehi arasında bulunurlar… Müntehi demek, yolun sonuna varan, fenâfillah ve bekâ billah makamlarına ulaşandır.
Hülâsa…
Semâ, yolun ortasında olanlar ile yolun sonuna varmış olanların bir kısmı için (ihtiyaç ve ruhsat yönü ile) caiz olabilir. Lâkin şunun bilinmesi gerekir ki: Erbab-ı kulubun semâya olan ihtiyacı mutlak değildir. Ancak bunlar arasında, henüz cezbe devleti ile müşerref olmayıp da seyr-ü sülük mertebelerini riyazet ve ağır mücahedeler ile kat edenler için semâ imdada gelir ve onlara yardımcı olur. Amma erbab-ı kulub, cezbelilerden (meczuplar zümresinden) ise seyr-ü sülük mertebelerini kat etmeleri cezbenin yardımı ile olacaktır. İşte bunlar, semâya muhtaç değillerdir.
Şunun da bilinmesi gerekir ki; semânın faydası, cezbeli olmayan erbab-ı kulub için de mutlak değildir. Bundan faydalanmaları, bazı şartlara bağlıdır. O şartlar olmadan olmaz; o zaman iş boş olur, savrulup giden kuru ağaç kabuklarına döner. Bu şartlar cümlesindendir ki: Nefsinin kemal bulduğuna, kemale erdiğine itikad etmeye… Eğer nefsinin tamam olduğuna itikad ederse, engel olur/mahpus kalır.
Evet, hali yukarıda anlatıldığı gibi olana semâ, urucdan/yükselmeden yana bir şey getirir. Ama semâ vaktinde çıktığı makamdan, sükûnet bulduktan sonra düşer.
Halleri istikamet üzere olan büyüklerin kitaplarında, semânın beyan edilen şartları vardır ki; onların pek çoğu, bu zamanın adamlarının çoğunda yoktur. O eserlerden biri de Avarif’ül-Maarif adlı kitaptır: “Bu zamanda şayi/yaygın olan semâ, şu anlarda alışılmış olan içtima hiç şüphe edilmeye ki muzırdır/zararlıdır ve engelleyicidir; hem de katıksız. Onda uruc için hiç bir ümit/ihtimal yoktur. Onunla yükselme ve ilerleme dahi tasavvur edilemez. O mahalde semânın yardımı yoktur; amma o mahfilde semânın zararı mevcuttur.”
***
Soru: Güzel sesle Kur’an Kerîm, naat (ilâhi/kaside) ve mevlid okumakta ne gibi bir sakınca/zorluk vardır?
Cevap: Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harfleri tahrif ve tağyir edilir. Bir de, yasak olan nağme vezinlerine uyup makam tutturmak için sesi alçaltıp yükseltmektir. Bir de buna uygun düşen el çırpması eklenir ise… Kaldı ki, böyle bir şey şiirde dahi yakışık alan mubah cinsi değildir.
Bu hususta yasak olan odur ki, Kur’an harflerini değiştirmek, nağme ölçülerine riayet ederek okumak, besteli bir şekilde sesi titretmek, alçaltıp yükseltmek ve besteye uygun bir şekilde el çırpmak yasaklanmıştır. Bu tür şeyler şiirde bile mubah değildir.
Şayet, üstte anlatılan mahzurlar olmadan, iyi niyetle kasideler okurlarsa ve Kur’an harflerine bir tahrif gelmeyecek şekilde okurlarsa, bu durumda ne gibi bir mani olabilir?
Ey mahdum!
Bu yol tamamen kapatılmadıkça, heveskârlar bir türlü vazgeçmezler. Şayet aza cevaz verecek olsak, iş çoğa varır. Nitekim ‘azı çoğa götürür’ sözü meşhurdur.
***
Allah-ü Taâlâ’nın şu kavli, ğınadan (çalgılı türkü şarkıdan) men etmek için gelmiştir: “İnsanlar arasında; bilgisizce, Allah yolundan saptırmak ve bir eğlence için boş lafa müşteri çıkan adam vardır.” (31/6)
İbn-i Abbas’ın talebesi ve tabiinin büyüklerinden Mücahid şöyle dedi: “Bu âyet-i kerimede geçen Lehv’el-hadis (boş laf) ğınadır.” Bu manada, Medarik’te ise şöyle geçer: Uydurma kıssa ve ğınadır. İbn-i Abbas ve Ibn-i Mes’ud dahi yemin ederek dediler ki: “Bunun manası, ğınadır.”
Mücahid “O kimseler ki; kötü söze şahitlik etmezler…” (25/72) âyet-i kerimesinin manasında şöyle dedi: “Yani ğına meclisinde hazır olmazlar.”
Hidayet imamlarından Ebu Mansur Matüridî’nin şöyle dediği nakledilir: “Zamanımızın Kur’an okuyanlarından birine, (tecvid ile değil de nağmeli bir ses ile) Kur’an okurken, güzel ettin, ne güzel okudun, diyen küfre girer, karısı kendisinden boş olur. Allah-ü Taâlâ, onun bütün hasenatını iptal eder.
Kadı Zahirüddin’in, Ebu Debusi’den naklen şöyle dediği anlatıldı: “Bir kimse, şarkıcıdan ğına ya da haram olan bir fiil görse; bunu da inanarak veya inanmayarak güzel kabul etse; derhal mürted olur. Zira: Şer’i şerifin hükmünü batıl saymış olur.”
Bir kimse, şeriat hükmünü batıl sayarsa, bütün müçtehitler katında o mümin değildir. Allah-ü Taâlâ, onun taatını kabul etmez. Bütün iyiliklerini iptal eder. Allah-ü Taâlâ, bu gibi şeylerden bizi korusun.
Ğınanın haram oluşu hakkında âyetler ve hadisler cidden çoktur. O kadar ki, onları saymak zordur.
Durum anlatıldığı gibi olunca, bir şahıs, ğınanın mubahlığı üzerine mensuh bir hadis veya (hükümsüz) bir fetva anlatırsa, buna itibar edilmez. Zira vakitlerin hiç birinde, fakihlerden hiç bir fakih, ğınanın mubah olduğu hakkında fetva vermemiştir. Raks edip ayak vurmaya cevaz vermemiştir. Nitekim bunlar, İmam-ü Hümam Ziyaeddin Sami’nin Multakat risalesinde anlatılmıştır.
Sofiyenin amelleri, helâl ve haram işinde senet değildir. Onları mazur görmemiz yetmez. Onları ayıplamayız; işlerini Allah’a ısmarlarız.
Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin.. Şibli’nin ve Ebu Hüseyin Nuri’nin ameli değil..
Bugün, kusurlu sofiye, semâ ve raksı, dinleri ve şeriatleri haline getirmişler, onu taatları ve ibadetleri gibi tutmuşlardır. Bu manada bir âyet-i kerime şöyledir: «Onlar öyle kimselerdir ki; dinlerini bir oyun ve bir eğlence haline getirmişlerdir.» (7/51)
Yukarıda anlatılan rivayetlerden bilinmiş oldu ki: Bir kimse, haram bir fiili güzel kabul ederse, İslâm zümresinden çıkar. Mürted olur.
Bunun üzerine, semâ ve raks meclisine tazim etmenin; hatta, onu taat ve ibadet haline getirmenin şenaatini düşünmelidir..
Allah’a hamd ve şükürler olsun.. Meşayihimiz bu gibi işlere müptelâ olmamıştır. Bizim gibi uyanlarını dahi, o gibi şeylere uymaktan halâs ettiler..
***
Duyuyoruz ki, mahdumlar semâya meylediyorlarmış; cuma geceleri, semâ ve kaside meclisi kuruyorlarmış. Arkadaşların pek çoğu da buna muvafakat ediyorlarmış..
Hayret, bin defa hayret..
Diğer silsilelerin müridleri, bu işi ancak kendi şeyhlerini esas alarak yaparlar. Bu işte hak üzere olmasalar da, şeriatın haram kıldığı bir şeye bu sebeple haram değil diyorlar. Peki, bu işi yaparken bizim arkadaşların mazereti nedir?. Bir tarafı ile şer’an haram olan bir şeyi işlerken diğer taraftan ise tarikat şeyhlerinin uygulamalarına aykırı davranıyorlar. Böyle olunca, bu fiilden ne şeriat ehli razı olmakta; ne de tarikat ehli..
Böyle bir şey ne şeriatın ölçülerine uygundur, ne de tarikatın esaslarına… Kaldı ki bu iş, şer’i ölçülere aykırı olmasa, sadece tarikatta yeni bir şeyin ihdası olsa dahi, yine şen’idir, çok çirkindir. Bununla, şeriatta haram olan bir şeyin irtikâbının bir araya geldiği zaman, olacağı düşünmeli…
Mektubat-ı Rabbani
ŞEFAAT
Üstad ve şeyh, (zahir ve batın) şer’i hükümleri öğretmek; bereketleri ile itikad ve amele dair işlerde suhulet ve kolaylık hâsıl olması içindir. Yoksa, müridler, dilediğini yapacak, canının istediğini yiyecek; sonra şeyh onlara cehenneme karşı perde olup kendilerini azaptan koruyacak için değildir. Böyle bir şey, sırf/boş temenniden ibarettir.
Orada ancak, Allah’ın izni ile bir kimse şefaat edebilir. Bir kimse ki, Rabbinin razı olduğu kimselerden değil ise; hiç kimse onun hakkında şefaat edemez.
Rızaya nail olan o kimsedir ki, Şer’i hükümlere göre amel eder… Bu arada kendisinden beşeriyet gereğince bir hata/günah sudur eder ise, onun şefaatle tamamlanması/kurtulması mümkün olur.
Burada, şöyle bir şey sorulabilir: Günahkâr bir kimseye, razı olunmuş demek hangi itibarla mümkün olabilir?
Bunun için şu cevabı veririm: Sübhan HakK, bir kimsenin bağışlanmasını murad eder ise, onun affı için bir vesile meydana çıkarır. Böyle bir kimse, hakikatte razı olunmuştur; her ne kadar zahirde günahkâr ise de…
Mektubat-ı Rabbani