Etiket arşivi: itikat

KÜFRE SEBEP OLAN SÖZ ve FİİLLER

İmanın zıttı olan küfrün en kısa tarifi şöyledir: Şüphe, cehalet ve inat gibi sebeplerle iman edilmesi gereken şeylerin birini veya hepsini; küçüğü yada büyüğünü inkâr etmek/kabul etmemek ve şer’an tâzimi / hürmet edilmesi vacip olan şeyleri tahkir ve tahkiri / hakir görülmesi vacip olan şeylere de tâzim etmektir.

Din-i İslâm-ı Mübin’in kat’i bir hükmünü kabul etmemek veya inkâr etmek, kesin bir helâlini haram veya kesin bir haramını helâl saymak küfre sebep olduğu gibi o hükümleri hafife almak veya onları değersiz ya da gereksizmiş gibi gösteren itikat, söz ve fiiller de küfre sebeptir. Çünkü bu gibi söz veya fiillerde ya bir ayet-i kerime veya bir hadis-i/sünnet-i şerif ve yahut da ümmetin icmâı ile sabit olan bir hükmün inkârı veya tahkiri ya da tahfifi / hafife alınması vardır. Bu, ister söz ile olsun ister ima ve hareket ile fark etmez. İster muhtevasına inanarak olsun, ister muhtevasına inanmadan sırf eğlenmek için olsun yine aynıdır; iki şekilde de küfre sebeptir. Zira bu, Dini hafife almış olmanın veya tahkir ediyor olmanın bir tezahürüdür.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, küfre sebep olan şey zaruret olmaksızın ve isteyerek yapılsa fakat küfür kast edilmese veya küfür olduğu bilinmese de sonuç değişmez, küfür olur. Çünkü küfre düşüren sözler ve fiiller ile ilgili ilimlerin öğrenilmesi farz-ı ayn olduğu için böyle önemli bir meseleyi bir Müslümanın bilmemesi ya da öğrenmemesi mazeret değil ayrı bir suçtur, günahtır.

Bilmemenin mazeret sayılması ise sadece yeni Müslüman olmuş ve söz konusu hususları öğrenecek bir zamanın geçmediği durumlar ile bilinmesi herkes tarafından mümkün ve zaruri olmayan haller ve dini bilgilerin öğrenilmesi kolay olmayan diyarlarda geçerli olabilir.

Örneğin, bir kimse, faizin, zinanın, içkinin haram olmadığını veya namazın, orucun farz olmadığını söylese küfre düşer. Çünkü bunlar gibi zaruriyat-ı diniyyeden olan ve hemen her müslüman tarafından bilinen hükümleri bilmemek mazeret değildir. Buna mukabil, her müslümanın bilemeyeceği, bilinmesi ancak ilim ehline mahsus bir mevzuda hak olanın aksini savunmak küfre sebep olmaz. Bununla birlikte, o mevzunun hakikati izah edildikten sonra yine de aynı fikirde ısrar edilmesi küfre sebep olur.

Söyleyeni küfre götüren sözlerin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ile söylenmesi gerekir. Başka söz söylemek niyetinde iken yanlışlıkla ağızdan küfür sözü çıkıverse bu söz küfür olmaz. Hata ile söylenen bu çeşit sözler küfre sebep olmasa da,  yine de tövbe-istiğfar edilmesi daha doğrudur.

Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya te’villi olarak söyleyen veya küfre sebep olduğu ehl-i sünnet âlimleri arasında ihtilaflı olan bir sözü bilerek söyleyen küfre girmezse de imanını tazelemesi iyi olur.

Kişinin kalbine bazı küfür sözleri gelse de bunları tasdik etmese ve dile getirmese, bu durum onun imanlı olduğunun göstergesidir. Vesveseye kapılmadan, o sözlerin peşinde sürüklenmeden onları kalbinden def etmeye çalışır.

Küfre sebep olan sözler, tehdit, zor ve baskı altında ve zorlama tam ise -öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi gibi- kalbiyle tasdik etmeden dili ile zoraki söylense, küfür olmaz.

Küçük olsun büyük olsun, işlenen günah helâl veya güzel ya da basit görülmedikçe ve haramlığı da inkâr edilmedikçe küfre sebep olmaz. Ancak günahta ısrar etmek, ısrarla günaha devam etmek küfür üzere ölmenin sebeplerindendir.

Küfre düştüğü kesin olan kişinin daha evvel yaptığı ibadetleri silinir; tövbe eder ve İslâm’a yeniden girerse yapmış olduğu haccını iade etmesi; evli ise, nikâhını yenilemesi gerekir.

Küfür olduğu kesin olan bir şeyi bir kimse söyler veya öyle inanırsa, o halden tövbe edip dönünceye kadar, o kimsenin ne namazı, ne orucu ne de başka ibadeti asla kabul olunmaz.

Tövbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek yeterli değildir. Küfre sebep olan şey ve itikattan da tövbe etmesi gerekir.

Mü’minler hakkında hayır sanıda/hüsn-ü zanda bulunmanın gereği olarak, her ne zaman küfre sebep olan bir mesele vuku bulsa; o meselenin iki veya daha çok veçhi/manası olsa; bunlardan çoğu küfre sebep gözükse de bir veçhinde küfür manası olmasa; meseleye, küfre sebep olmayan tarafla söylenmiş olabileceği gözüyle bakmak gerekir. Fakat söyleyenin niyeti, küfre sebep olan mana ise birinin onu hayra yorması ona fayda vermez.

Bir hadis-i şerifte “Kim kardeşine küfür isnat ederse, ikisinden biri mutlaka kâfir olur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” buyrulur.

Bu sebeple İmam-ı A’zam rahmetullahi aleyh der ki “Kendime, kimsenin küfrüne fetva vermemeyi lazım getirdim.”

Erenler Yolu

FELSEFE ve DEİZM

Nimetlerini üzerimizden esirgemeyen, bizleri İslâm’a hidayet eyleyen ve Ümmet-i Muhammed’den kılan ALLAH’a hamd olsun.

Peygamberler, Âlemlere Rahmettir.

Hakk Sübhanehu, onların bi’seti (Peygamber olarak vazifelendirilmesi) ile bizim gibi aklı noksan, idrâki kısa olanları Zatından ve Sıfatlarından haberdar etti; Zatı ve Sıfatları ile ilgili kemalâtlara, fehimlerimizin ölçüsünce bizleri muttali eyledi. Razı olduğu şeylerle, razı olmadığı şeyleri ayırt eyledi. Dünyevî ve uhrevî menfaatlerimizi (yararımıza olanları) mazarratlarımızdan (zararımıza olanlardan) ayırdı. Şayet onların mübarek vücudları olmasaydı; beşeri akıllar, Yüce Yaratıcıyı ispatta aciz kalır; onun kemalâtlarını idrâkten yana hepsi kusurlu olurdu. 

Kendilerini akıl sahiplerinin üstünleri sanan eski felsefeciler ise Yüce Aziz Yaratıcının yaratmasını inkâr etmiş; akıllarının noksanlığından dolayı, eşyayı şeylere; her şeyi zamana ve sebeplere bağlamışlardır. 

Ne zaman ki Nebilerin, yerlerin, semaların ve zamanın yaratanı Yüce ALLAH’a davetleri her tarafa yayılıp meşhur olunca, Yaratıcının sübutu (varlığı) hakkında tereddüdü olan o devrin felsefecileri kabahatlarına muttali olup istemeden de olsa Yaratıcı’nın varlığına kâil (ikna) olmuşlar; eşyayı da (her şeyin var olmasını da), o Yüce Zat’a isnad eylemek zorunda kalmışlardır.  

Bu nur, Peygamberlerin nurlarından iktibas edilmiş bir nurdur. Onların (ilim, sohbet ve manevi) sofralarından istifade yollu alınan bir nimettir. Onlara salât ve selâm! Taa kıyamet gününe kadar; hatta ebedlerin ebedine kadar… 

Yüce ALLAH’ın sıfat-ı kâmilesi, enbiyanın gönderilmesi, meleklerin masumiyet durumu, haşir neşir, cennetin ve cehennemin varlığı, daimî azap ve nimet gibi diğer Dinî esaslar da enbiyanın tebliği ile bize ulaşmıştır.

Akıl, bu gibi şeylerin idrâkinden yana kısırdır. Onları ispattan yana da noksandır. O büyüklerden bunları duymadan istikamet bulamaz; kendi başına onların hiç birinde hakikate ulaşamaz. 

Nasıl ki akıl, hislerimizin ötesinde faaliyet gösteriyor ve hislerimizin idrâk edemediğini idrâk edebiliyorsa; aklın idrâk edemediği şeyleri de ancak Nebiler (ve vahiy) vasıtasıyla idrak edebiliriz (edebiliyoruz). 

Bilgi ve marifet için aklın ötesinde bir yol kabul etmeyen kimse, hakikatte nübüvveti inkâr etmekte ve bedahetle (kesin ve zaruri olanla) çarpışmaktadır. 

Nimet Veren Zat’a şükrün vacip olduğu aklen sabit olsa da, o şükrün nasıl yapılacağı ve keyfiyetinin nasıl olacağı ancak Nebiler aracılığıyla bilinebilir. Şu halde Nimet Veren Yüce Zat’a hem inanç ve hem de amel olarak nasıl şükredip tâzim edeceğimizi, bi’z-Zat Kendisinden alıp öğreten Nebilerin varlığı zaruridir.  

O tazim ki Sübhan Zat’ın katından gelmemiş-alınmamıştır; O Yüce Zat’ın şükrünü eda için lâyık değildir. Zira beşerî kuvvet, onun idrâkinden (O’na şükür ve tazimin nasıl yapılacağını anlamaktan) âcizdir. Hatta çok kere ona tazim sayılmayan bir şeyi tazim sanır; şükürden hicve geçer. 

Bu sebeple Yüce Mukaddes Hakkın şükrü ve tazimini bilebilmemizin tek yolu vahiydir; o da Peygamberliğe mahsus, Nebilerin tebliğine hastır.  

Onlara salât ve selâm!..

Evliya için olan ilhama gelince…

Bu da nübüvvet nurlarından iktibas edilmiş (alınmış) olup enbiyaya mutabaat (tabi olmanın) bereketleri ve feyizleri olarak akıp gelmektedir.

***

Şayet akıl bu işte yeterli olsaydı; akıllarını kendilerine önder eyleyen Yunan felsefecileri, dalâlet çöllerinde kalmazlardı. Sübhan Hakkı bütün insanlardan önce bilirlerdi. Halbuki Sübhan Hakk’ın Zatında ve sıfatlarında insanların cehalet cihetinden en şiddetlisi olmuşlardır.  

Şunun için ki: Sübhan Hakkı fariğ (işten elini çekmiş) ve muattal sanmışlar ve bir şeyi (akl-ı faal’i) yaratmanın dışında hiç bir şeyi ona isnat etmemişler; o şeyin var edilmesinin de mecburî olup ihtiyarî olmadığına kail olmuşlardır.  

Kendiliklerinden ‘faal akıl’ diye bir şey yontup (var sayıp) hadiseleri (olup bitenleri) ona dayandırmışlar; o hadiseleri, yerin ve semaların Yaratıcısı’na isnat etmekten kaçınmışlardır. Eseri, hakikî müessirden almışlar, hayali olarak yonttukları bir şeye isnat etmişlerdir. 

Onlara göre: Bu âlemde bulunan hiçbir şeyin ALLAH ile doğrudan bir bağlantısı olmadığı gibi O’nun da hadis varlıklar üzerinde hiçbir müdahalesi yoktur. Malul (sonuç), illet-i karibenin (yakın sebebin) eseridir; illet-i baidenin de (uzak sebebin) bunda tesiri olamaz. 

Cehaletlerinden ötürü, eşyanın (hadiselerin) Sübhan Hakka istinat etmemesini, O Sübhan Zat için kemal sanmışlar; muattal (hiçbir şeye karışmaz) olmayı, onun için tebcil (övgü) zannetmişlerdir. Halbuki Sübhan Hakk, yeri ve semaları yaratması ile Zatını övmektedir.

Bu manada şöyle buyurdu: 

«Meşrikın (doğuların) ve mağribin (batıların) Rabbı..» (73/9)

*** 

Kendi fasit zanlarına (bozuk itikadlarına) göre, Hazret-i Hakk Sübhanehu’ya hem ihtiyaçları yoktur, hem de ilticaları…

Bu durumda, ıstırar ve ihtiyaç vaktinde onlara gerekli olan akl-ı faale müracaat edip işlerin bitirilmesini talep etmektir ama akl-ı faalden kaza-i hacet (ihtiyacı giderme) de tasavvur edilemez. Çünkü yine onların kanaatine göre, o dahi, mecbur ve çaresiz durumda olup ihtiyarı yoktur; dilediğini yapamaz (her şey sebeplerin sonucu olarak meydana gelir).  

Bu durumdakiler için şu âyet-i kerimenin hükmü geçerli olur:

«Küfür ehline gelince, onların Mevlâsı yoktur.» (47/11)

***

Akl-ı faal nedir ki, eşyanın tedbiri ve havadisin (hadiselerin) oluşu ona istinat ettirilsin, dayandırılsın!. Daha kendi varlığı ve sübutu tartışmalı olup hakkında bin türlü söz olan şeye nasıl olur da eşya ve hadiseler dayandırılabilir?  

Akl-ı faalın varlığı ve gerçekliği için gösterilen deliller, vehmi ve felsefî mukaddimelere (açıklamalara) dayanır ki, onlar, İslâmî usullere göre eksiktir; yetersizdir. 

Eşyanın dayanağını Şanı Yüce Kadir Muhtar Zat’tan alıp mevhum (vehim ürünü) bir şeye dayandıran kimse ne kadar da ahmaktır. Hatta eşyanın böyle hayali şeylere isnat edilmesi, felsefî yontmalara dayandırılmış olması, her şeyden önce eşyanın kendisine rüsvaylıktır; hakarettir.  

O kadar ki: Eşya, yok olmaya sevinir ve razı olur da; böyle bir şeye dayandırılma rüsvaylığına; Yüce Sultan Kadir Muhtar’ın kudretine intisap saadetinden mahrum olma korkusundan dolayı razı olmaz. 

Bir âyet-i kerime meali:

«Ağızlarından ne büyük (küstahça) söz çıkıyor.

Yalandan başka bir şey söylemiyorlar» (18/5)

***

Dar-ı harpteki küfür ehli, putlara tapma durumları olmasına rağmen, hal itibarı ile bunlardan daha iyidir. Çünkü bunlar, sıkıntılı durumlarda, Sübhan Hakka iltica etmekte ve putlarını dahi, Yüce Hakk katında vesile olma dışında bir şey yapmamaktadırlar. 

Üstte anlatılandan daha şaşırtıcı olanı ise bir gurup insanın bu kimseleri hikmet ehli (hükema) diye isimlendirmesi ve onların görüşlerini hikmet olarak görmeleridir. 

Halbuki pek çok görüşleri, bilhassa en yüce maksat olan Dinî meselelere dair görüşleri yalandır; Kur’an’a ve hadise muhaliftir, aykırıdır. 

Hal böyle iken, neye göre bu kimselere ‘hükema’ denebiliyor! 

Böyle bir şey onlara, ancak, alay ve maskaralık cihetinden söylenebilir… 

Bunlardan bir topluluk ise riyazat ve mücahede yollarını tercih ettiler. Amma kendilerine Enbiyayı değil de Enbiyaya tabi olanlardan her asırda bulunan yüksek sûfileri öncü kabul etmişler; onların bazı hallerini sadece taklid ederek kendilerinde ortaya çıkan hallere ve vakitlerinin sefasına aldanmışlar. Rüyalarına ve hayallerine itimad etmişler; hayali keşiflerini diğer hallerinde de ölçü kabul etmişler ve böylelikle hem kendileri dalâlete düşmüş hem de başkalarını dalâlete düşürmüşlerdir. 

Yaşadıkları o sefanın, aslında insanı sapkınlığa götüren nefsin sefası (huzuru) olduğunu ve bunun hidayetin ölçüsü olan kalbin sefası (huzuru, sekîneti) ile bir alakasının olmadığını bilemediler; fark edemediler. Çünkü kalbin sefası, Enbiyaya tabi olmaya bağlıdır. Nefsin tezkiyesi de kalbin sefasına ve onun nefsi idare etmesine bırakılmıştır. 

Kıdem nurlarının zuhur yeri olan kalbin zulmette kalmasına rağmen, nefsin tasfiye olduğuna hükmetmek; pusuda bekleyen düşmana (şeytana) yağmalama yapması için yakılan bir kandilden ibarettir.  

Hülâsa… 

Riyazet ve mücahede yolu da tıpkı düşünce ve tefekkür yolu gibidir. Nasıl ki Nebilerin rehberliği dışında akıl ve fikir hakikati bulmamızı sağlayamıyorsa, riyazet ve mücahede de nihaî anlamda ALLAH’a ulaşmamızı sağlayamaz. 

Peygamberler emaneti/bütün ilimleri masum melekler aracılığı ile Hakk Sübhanehu’dan aldığı için onların bilgileri şeytanın müdahalesine karşı korunmuştur.   

Bu manada bir ayet-i kerime meali: 

«Kullarım üzerinde senin hiç bir hakimiyetin yoktur.» (15/42) 

İş bu devlet/nimet, onlardan başka hiç kimseye müyesser değildir, nasip olmamıştır. 

Üstte anlatılan topluluğa ise lâin şeytanın ortaklığından kurtulmak mümkün olmaz. Meğer ki: Bu büyük zatlara (Nebilere) mutabaat hususunda devam edile ve onların izinde gidile..

Onlara salât ve selâm!..

Bir şiir: 

Safa yollarında yürümek imkânsızdır;
Ey Sa’di! Mustafa’ya tabi olmadan. 

Ona ve bütün ihvanınadır, salâtlar ve selâmların en üstünleri…

*** 

Felsefecilerin reisi Eflatun, Îsa ‘aleyhi’s-selâm’ ın bi’seti devletine kavuştu ama onu tasdik etmedi. Yaşadıkları ve bildikleri sebebi ile sandı ki: Kendisinin ona ihtiyacı yoktur. Dedi ki: “Biz hidayeti bulmuş kimseleriz. Bizim hidayete erdirecek kimselere ihtiyacımız yoktur.”

Böylelikle, nübüvvet bereketlerinden ve dahi ahiret saadetlerinden bir nasibe kavuşamadı. 

Bir âyet-i kerime meali:

«ALLAH bir kimseye nur vermemişse, onun nereden nuru olabilir?» (24/40) 

Bir âyet-i kerime meali daha:

«Gerçekten, Resul kullarımıza geçmişte şöyle sözümüz vardır: Onlar muhakkak yardım olunmuşlardır. Bizim ordularımız, mutlaka galiptirler.» (37/171 -173) 

***

Şaşırtıcı bir şeydir ki: Âlemin nereden gelip nereye gittiği hususunda felsefeciler bir uçta, Nebevî tavır diğer uçta yer almaktadır. Zira onlar, âlemin ezeli olduğunu (başlangıcı olmadığını) söylemekle hakikatte ALLAH’a ve âhirete imanı sağlama çıkaramamışlardır. 

Halbuki bütün parçaları ile âlemin sonradan yaratılmış yani hadis olduğuna dair kesin icma’ vardır. 

Onlar, semaların yarılacağına, yıldızların dağılacağına, dağların atılacağına, ırmakların taşacağına kail olmamışlardır. Halbuki, bunların Kıyamet Günü olacağı vaad edilmiştir. Ayrıca onlar, cesetlerin haşrını da inkâr etmektedirler. Bütün bu halleri ile enbiyanın hükümlerine karşı; Kur’an’ın kesin hükümlerine aykırı durmaktadırlar.

***

Onlardan sonra gelen felsefeciler ise kendilerini İslâm zümresinden addetmişler; amma, bu felsefe usullerini olduğu gibi kabul etmişlerdir. Bu halleri ile semaların, yıldızların ezeli olduğuna kail olmakta ve onların fena bulup helake varmayacaklarına (yok olmayacaklarına) hükmetmektedirler. 

Bunların rızıkları (nasipleri), Kur’an’ın kesin hükümlerini tekzib ve dinî zaruriyetleri inkârdır.  

ALLAH’a ve Resulüne iman ederler; amma ALLAH’ın ve Resulünün emirlerini kabul etmezler.

Acaba, bundan daha ileri sefahet olabilir mi? 

Bu topluluğun yaptığı şuna benzer: Bütün ömürlerini öyle bir âlet yapma uğruna harcamışlardır ki; zihni, düşünce ve öğrenme hatasından korusun. Bu hususta da çok tetkikler yapmışlardır. 

Ne zaman ki, en üstün gayeye, ön önemli hususlara geldiler; yani: Yüce Sultan Vacib Zat’a ait ef’al, sıfat ve zat meselelerine; duygularını kaybettikleri gibi koruyucu âletlerini dahi kullanamayıp zayi ettiler.

İşte o zaman, gece körlüğüne dalar gibi dalıp dalıp gittiler. Böylece, dalâlet sahrasında kaldılar. 

Şunun gibi ki: Bir kimse senelerce harp âleti hazırlar; harp zamanı gelince de, duygularını zayi edip o âletleri kullanamaz.

***

Hüccet’ül-İslâm İmam-ı Gazali, El-Münkızü Mîned-Dalâl adlı eserinde şöyle demiştir: 

Felsefeciler; tıp ilmini, astronomi ilmini önceki Enbiyanın kitaplarından aşırmışlardır; Resûlullah Efendimize ve onlara salât ve selâm olsun. İdrâkine aklın varamadığı hususî ilâçları ve göklerle ilgili gizli bilgileri Enbiyaya inzal olunan kitaplardan iktibas etmişler; tehzib-i ahlâkı (ahlâkı güzelleştirme düsturlarını) da, her asırda ve her peygamberin ümmetinde mevcut olan yüksek sûfilerin kitaplarından çalmışlardır; kendi batıl görüşlerini cazip kılmak ve revaçta tutmak için… 

İşte onlar katında muteber olan bu üç ilim de çalınmadır. 

Şimdi… 

Onların ilm-i ilâhî üzerine; zat, sıfat, fiiller ile ALLAH’a, âhirete iman bahislerine ait hüsranlarını bir parça anlattım…

Keza Kur’an âyetlerinin kesin hükümlerine olan muhalefetlerini de… 

Şimdi, kala kala hendese ve benzeri ilimler kaldı.

Bunların da kendine göre çeşidi ve hususiyetleri vardır. Bunlar da tam ve muntazam olsalar dahi, ne kadar lüzumludur? Neden dolayı onlara ihtiyaç duyulur ve âhiret azaplarından hangisi onunla uzaklaştırılabilir? Sonsuz saadete kavuşmada onların payı ne kadardır?

***

Allah-u Teâlâ’nın kulundan yüz çevirmesinin alâmeti odur ki: Kendisini malâyani ile meşgul eder. Her ne şey ki: Âhirette faydalı değildir; bu, malâyani grubuna dahildir.

Dua makamında bir âyet-i kerime meali:

«Rabbimiz, bize hidayet ettikten sonra, kalblerimizi kaydırma.. Katından bize rahmet hibe eyle.. Çünkü SEN, hibesi en bol olansın..» (3/8) 

*** 

İnsanlardan bazıları, felsefeye rağbeti çok ve teferruatına da meftun oldukları için felsefecileri de hükema (hikmet ehli) bilirler; (haşa ki) Enbiyaya (onlara salât ve selâm olsun) muadil sanırlar. Hatta onların yalancı ilimlerini önde gördükleri dahi olur: zira felsefelerini doğru görmeleri, Peygamberlerin getirdiği hükümlerden üstün tutmalarındandır. 

Allah-u Teâla, bizi böyle kötü itikatlardan korusun!

Amin! 

Evet…

Bu zümreyi hikmet ehli bildikleri ve ilimlerini dahi hikmet ve hakikat saydıkları için; zarurî olarak bu belâya düçar olmuşlardır. 

Halbuki hikmet, bir şeyi, işin aslına uygun  bilmekten ibarettir.

Hadis-i Şerifte buyurulduğu gibi: “Ya Rabbi! Eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!”

O ilimler ki hikmete muhaliftir; işin aslına/hakikatına da mutabık (uygun) değildir. 

Hulâsa.. 

Bu zümreyi tasdik etmek ve ilimlerini doğru bilmek; Enbiyayı ve Enbiyanın ilmini tekzip etmeye varır; Onlara salât ve selâm… 

Anlatılan her iki ilim de, nakzedici (birbirine zıt) iki tarafa düşmektedir; birini tasdik etmek, diğerini tekzip etmeye varır. 

Mana, üstte anlatıldığı gibi olunca: 

Dileyen enbiyanın yolunu tutsun; ALLAH hizbinden ve necat ehlinden olur…

Dileyen felsefecilerden olsun; şeytan hizbine girer ve kaybedip hüsranda kalanlardan olur…

Bu manada, bir âyet-i kerime meali:

«.. dileyen iman etsin; dileyen küfre girsin..

BİZ, zalimlere öyle ateş hazırladık ki: Onun duvarları kendilerini sarmıştır.

Şayet feryad edip yardım isteseler, bir mai yardıma gelir ki: Erimiş bakır gibi olup yüzleri haşlar.

O ne kötü şaraptır ve ne kötü bir dayanaktır.» (18/29) 

*** 

Hüdaya ittiba edip Mutabaat-ı Mustafayı bırakmayanlara selâm!

Ona ve Enbiya-i kiramdan, Melâike-i izamdan bütün Kardeşlerinedir salâtların en tamamı, selâmların en ekmeli…

Vesselam..

Mektubat-ı Rabbânî