Etiket arşivi: Nakşibendi

KADER VE HİMMET

Bu fakir fâni Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî Osmanî’den, fakirlerin sığınağı ve vezirlerin büyüğüne (Akka eyâleti valisi Abdullah Paşa’ya) ‘ALLAH-u Teâlâ inayetiyle onu devamlı korusun ve maksatlarına kavuştursun!’

Çocuğunuzun olması hususunda bizden mübalağa ile yardım istemeniz ve buna inancınızın kuvvetli olduğunu ihtiva eden mektubunuz geldi. Sizin için birkaç kere dua ettim.

Himmete gelince, ben himmet ehli değilim. Kabul edelim ki himmet ehliyim, o zaman himmet, ancak istenen şeyin kazâ-i muallak olarak göründüğü zaman kullanılır. Bid’at ve şüphelerin yayılması sebebi ile basiretimizin körlüğünden ötürü, matlubumuzun kâzâ-i muallak (değişebilen) olup olmadığı henüz anlaşılamadı.

Kâzâ-i mübremin Peygamberlerin himmetleri ile dahi red olunduğuna (geri çevirildiğine) inanmak caiz değildir. Nerede kaldı ki, evliyanın himmetiyle red olunsun. Levh-i mahfuzda veya evliyanın keşfinde kâzâ-i muallak olduğu görülmese de, red olunanların (değiştirilenlerin) hepsi kâzâ-i muallaktır. Red olunmayanlar (değiştirilemeyenler) kâzâ-i mübremdir.

Bir şeyin olmasındaki ibrâm (red olunamazlık) demek, kesin olarak kimsenin onu çevirmemesi ve bir başka hale döndürmemesi demektir. Eğer çevrilmesi düşünülürse, bir takım muhaller ortaya çıkar:

ALLAH-u Teâlâ acîz kılınmış olur. Şöyle ki, ALLAH-u Teâlâ kesin olarak bir şeyi diliyor. Bir başkası onu değiştiriyor.

ALLAH-u Teâlâ’nın sözü yalanlanmış olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ ezelde bu iş muhakkak olacaktır diye hükm etti. Eğer meydana gelmeyeceği farz olunsa idi, mübrem olmazdı.

ALLAH-u Teâlâ’ya cehl isnad edilmiş olur. Çünkü ALLAH-u Teâlâ bunu hiç kimsenin red etmeyeceğini bilmiştir. Şimdi ise, O’nun bildiğinin hilafı olmaktadır. Bu ise ALLAH-u Teâlâ’nın mukaddes şanına lâyık değildir. Hatta kesin olarak deriz ki, ALLAH-u Teâlâ’nın iradesinin muhakkak olmasını dilediği şeyin, onu bozan bir şeye bağlanması câiz değildir. Çünkü iradesi zaten (asli bakımdan) muhal olana bağlanmaz. Nitekim yerinde geçmişti. ALLAH-u Teâlâ’ya noksanlık getiren her şey zâtî bakımdan (asl olarak) muhal demektir.

Gavs-ı azamın talebelerinden bir kaçı, ALLAH-u Teâlâ’nın onun hürmetine kâzâ-i mübremi red ettiğini (geri çevirdiğini) nakl etmişlerdir. Bu sözleri, bu ibare ile sabit değildir. Sabit olduğunu farz edersek ki şâyî olan da budur -veli, meşru olmayan bir şeyi söylemesinde, sekr ve mahv (fenâ) halinde olduğu için mazur görülür. Başkasının o veliyi taklit etmesi, şuuru yerinde ve uyanık halde olduğu için câiz değildir. Teklif (mükellef olmak) hiç kimseden sâkıt olmaz. Ancak şeriatin hariç tuttukları varsa, onlar hariç… Bunun gibi keşifteki hatalar, içtihattaki hatalar gibi olup, sahibi mazurdur.

Levh-i mahfuzda bazan kazâ-i muallak, ta’lîksiz (şartsız) yazılı olur da, keşif ehli, levhde ta’lîki görmediği için bunu mübrem zanneder ve bunu kazâ-i mübrem olarak haber verir. Ona göre bu doğrudur. ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde muallak olmasına rağmen, onu mübrem olarak görmüştür.

Kazâ-i muallak iki kısımdır. Birincisi ALLAH-u Teâlâ’nın ilminde ve levh-i mahfuzda muallaktır. İkincisi, ilm-i ilahide muallaktır, levh-i mahfuzda mübremdir. Yukarıda bildirilen Gavsul azamın kazâ-i mübremi değiştirme rivayeti, bu ikinci kısım kazâ-i muallaktandır. Bunun benzerleri başka velilerde de görülmüştür.

Evliyayı inkâr etmekten sakınmak vacip olduğu gibi onlara itikatta taşkınlık yapmaktan da kaçınmak vaciptir. Zira bu taşkınlık itikadın farzına dokunabilir. Bu da evliyaya hüsn-i zanda ifrada kaçanlarda çok görülmüştür.

Şeytanın hile ve tuzakları çoktur.

ALLAH-u Teâlâ bir kimsenin bir şeyhten feyz almasını murad ederse, ona o şeyhi kemâlinin fevkinde gösterir. İsmail Enârânî’nin bizim hakkımızdaki medh edici sözlerine bakmayınız. Yemin ederim ki ben, onun hakkımızdaki düşündüklerinden çok aşağıdayım. O bu sözleri bilerek söylemiyor. (Muhabbetten söylüyor.)

Salât ve selâmın en üstünü beşîr ve nezîr olan Peygamber Efendimiz’e ve O’nun âl ve ashabı üzerine olsun!

Mektubat-ı Halidî

*****     *****     *****

Kaza iki kısımdır: biri kaza-i muallak, diğeri kaza-i mübremdir.

Tebdil (değişme) ve tağyir (başkalaşma, bozulma) ihtimali, ancak kaza-i muallaktadır. Kaza-i mübremde tebdilin ve tağyirin yeri yoktur. Noksan sıfatlardan münezzeh ALLAH şöyle buyurdu: «Benim katımda söz tebdil olmaz (değiştirilmez)..» (50/29)

Bu âyet-i kerimede belirtilen mübrem kazadır. Kaza-i muallak için de şöyle buyurdu: «ALLAH, dilediği şeyi imha eder (siler), dilediğini isbat eder (sabit bırakır).. Ümm’ül-Kitab O’nun katındadır..» (13/39)

***

Manevi kıblem, Hazret-i Şeyhim ‘Allah sırrının kudsiyetini artırsın’, şöyle anlattı: Seyyid Muhyiddin Abdülkadir Geylânî bir risalelerinde yazmış ki: “Hiç kimsenin mübrem kazayı değiştirmeye imkânı yoktur, ancak ben; zira istersem onda tasarruf ederim.”

(Şeyhim) Çok kere bu cümleden taaccüp eder ve böyle bir şeyi uzak görürdü. Uzun müddetten beri bu nakil, bu fakirin zihninde kaldı, ta ki Allah-u Teâlâ beni şu büyük devletle şereflendirene kadar. Ki o zaman, bazı dostlara yönelen belâların define çabalıyordum. İşte o zaman bana, tam bir iltica ve tam bir tazarru, ibtihal ve tam bir huşu hali gelmişti. Bundan sonra, bana zuhur etti ki: “Bu kaza, bir başka emirle, Levh-ü Mahfuz’da muallak olmaktan çıkmıştır. Hiç bir şarta dahi bağlı değildir.”

Bunun üzerine, bende bir ye’s ve eliboşluk hali hâsıl oldu. O zaman da, Seyyid Abdülkadir Geylânî’nin (ALLAH sırrının kudsiyetini artırsın) kelâmı hatırıma geldi. Tekrar ikinci defa, Yüce ALLAH’a iltica ettim. Acz, inkisar izharı yoluna girerek o Yüce Zat’a teveccüh ettim.

Bunun üzerine, Allah-u Teâlâ, şu manayı izhar eyledi:

Kaza-ı Muallak iki çeşittir: Biri, Levh-i Mahfuz’da bir şarta (sebebe) bağlı olduğu açıktır ve melekler de ona muttali kılınmıştır. Diğeri de, bir şeye bağlandığı sadece Hakk Sühanehu tarafından bilinen kazadır (bununla alakalı olanlar yalnız Hakk katındadır). Ama bunun Levh-i Mahfuz’da zuhuru (görünmesi), mübrem kaza şeklindedir. Bunun zuhur etmeyen, yalnız Hakk Sübhanehu tarafından bilinen kısmı kaza-i muallak olup birincisi gibi, değişme ihtimali vardır.

Bunun üzerine anladım ki, Abdülkadir Geylânî’nin kelâmı (Allah sırrının kudsiyetini artırsın) bu mübrem şeklinde görülen muallak kazaya göre sarf edilmiştir (söylenmiştir). Hakikî manadaki mübrem kazaya göre değildir. Çünkü onda tebdil ve tasarruf, şer’an ve aklen muhaldir. Bu da açık bir manadır.

Gerçek mana şu ki: Bu kazanın hakikatına dahi, pek az ferdin ittilaı (haberi) vardır; tasarruf nasıl olsun?.

Adı geçen kardeşe yönelen belânın dahi ikinci kısma ait olduğunu buldum. Ve Allah-u Teâlâ’nın ondan o belâyı def ettiği de malum oldu.

Allah’a hamd olsun. Hem de güzel, temiz ve onda bereketler bulunan bir hamd… Rabbimiz nasıl sevip razı olursa öyle..

Salât, selâm ve tahiyyet Seyyid’ül-evvelin vel-âhirin, Hatem’ül-enbiya vel-mürselin üzerine olsun! Allah-u Teâlâ, onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Keza onun âline, ashabına, mukarreb meleklerden, salihlerden, şehidlerden, sıddıklardan, nebilerden bütün kardeşlerine..

Allahım, bizi onları sevenlerden eyle! Onların izinde gidenlerden eyle! O büyük zatların bereketi ile…

Bu duaya “Âmin!” diyen kula ALLAH rahmet eylesin!

Mektubat-ı Rabbani

*****     *****     *****

Kesin olan ve itimadı hak eden şudur: Kur’an ve hadis.. Bunlar kesin vahiy ile sabittir. Melek nüzulü ile tekarrur etmiştir. İcma-ı ulema, müçtehidlerin içtihadı bu iki asla dayanır. Bundan sonra gelen usul-u erbaa, her ne olursa olsun; anlatılan esaslara muvafık ise, makbuldür. Aksi halde makbul değildir. İsterse, onlar; sofiyenin ilimlerinden, üstün maarifinden, güzel ilham ve keşiflerinden olsun. Çünkü bu makamda, vecd ve hal yarım arpa bile etmez; yani: Şeriat terazisi ile tartılmadıkça… Kitap ve sünnet mihekine vurulmadıkça, onlar yarım danık yerine dahi kabul edilmez..

Mektubat-ı Rabbani

*****     *****     *****

Himmetler (eşyada ALLAH’ın izni ile etkili olan manevi kuvvetler) ne kadar ileri, istekler ne kadar yüksek olursa olsun, Cenab-ı Hakk’ın kader surlarını aşamaz.

Hikem-ül Ataiyye

“Kişi Sevdiği İle Beraberdir.” Hadis-i Şerifinin Şerhi Mahiyetinde Bir Mektup

MANEVİ BERABERLİK


Mevlana Halid ‘kuddise sirruhû’ bu mektubu (risaleyi) Devlet-i Ali Osmaniyye’nin merkezinde bulunan halifelerine göndermiştir. 

***

‘Rahman ve Rahim olan ALLAH’ın İsmi ile’

Hamd ALLAH’a mahsustur.

O bize kâfidir.

Selam, seçtiği kullarının üzerine olsun.

ALLAH’tan şiddetli aşkı talep eden Hayru’l-Beşer Efendimiz’in ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ sünnetine sımsıkı sarılan fakir kul Halid en-Nakşibendî’den Daru’l-Hilafe’de (hilafet merkezi İstanbul’da) ikamet eden ihlas ve kerem sahibi kardeşlerine…

Allah-û Teâlâ saltanat merkezi İstanbul’u hainlerin hilelerinden korusun! ALLAH’ın yardımı; orasını ve tüm İslâm beldelerini himaye eden Padişaha kıyamete kadar devam etsin!

Hepinize kâmil selam, hürmet ve ikrâm…

Sıhhatinize delalet eden mektubunuz geldi. Münkirlerin çokluğuna ve sıkıştırmalarına rağmen ulvî tarikımız üzerinde sebatınız bizi sevindirdi. Bunun için Allah-u Teâlâ’ya çok çok hamdettim.

Hakk’el-yakin sırlarından gâfil olan bazı kimselerin rabıtayı (mânevî beraberliği) tarikatte bid’at saydıkları ve onun aslının, hakikatinin olmadığına dair itikadları bize kadar ulaştı.

Hayır, öyle değildir!

Rabıta, Tarikat-ı Aliyye’nin esaslarından büyük bir esastır. Hatta Kitab-ı Aziz ve Sünnet-i Resul’e yapışmaktan sonra vâsıl olma sebeplerinin en üstünüdür. Öyle ki, büyüklerimizden bazıları sülûk (manevî yolculuk) esnasında yalnız onunla yetinmişler, bazıları ise rabıtadan başkasını emretti ise de fenâ fi’llahın mukaddimesi (başlangıcı) olan fenâ fi’ş-şeyhe kavuşturan yolların en kısasının rabıta olduğunu söylemişlerdir.

Büyüklerimizden Ubeydullah Ahrar ‘kuddise sirruhû’ söyle buyurmuştur: Âlemlerin Rabbi’nin “Ey iman edenler, ALLAH’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” mealindeki kavl-i celilesinde emrettiği ‘sadıklarla beraber olmak’ emri, zahiri veya manevi beraberliği gerektirir. Manen beraber olmak da râbıta ile olur. 

Rabıta ile ilgili bu hüküm ehli nezdinde meşhur olup Reşahât adlı eserde tafsilatlıca açıklanmıştır.

Rabıtayı inkâr edenler onun ne demek olduğunu iyi anlayamamışlardır. Şayet iyi anlasalardı inkâr etmezlerdi.

Tarikatta rabıta, müridin, fenâ fi’llaha kavuşmuş kâmil mürşidinin ruhaniyetinden mânen beslenmesi, manevi gıda alması demektir. Mürşidin sûretini düşünmek, gıyabında da huzurundaki gibi feyz (manevi gıda) almasını sağlar. Huzûru ve nûru kuvvetlendirir. Bu vesile ile mürid, kötü ve çirkin işlerden (fahşa ve münkerden) uzak kalabilir.

[Rabıta, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş kâmil mürşidin sûretini hayâl ederek, ayrı yerde de olsa, onunla mânen, ruhen irtibât kurmaktır.

“Onlar görüldüğü zaman ALLAH hatıra gelir” hadîs-i şerifinin mucibince kamil mürşidi gözle görmek nasıl ki mürîdi zikir yapmış gibi faidelendiriyorsa; râbıta da aynı şekilde istifade ettirir.

Şurası sarih bir hakîkattır ki, her an sâlihlerle oturmaya teşfik eden sayısız hadîs-i şerif mevcuddur. İşte râbıta, bunu, manevî olarak tahakkuk ettiren bir vesiledir.]

Bu, inkârı tasavvur edilemeyen bir hakikattir. Bunu, alnına hüsran damgası vurulmuş, rahmetten uzak ve azâba yakın olandan başkası inkâr etmez.

Eğer bir kimsenin evliyaya itikâdı varsa, onlar zaten, râbıtanın güzelliği ve faydasının büyüklüğünü açıklamışlar ve hatta bu hususta ittifak etmişlerdir. Nitekim onların kûdsi kelimelerini takip edenlere ve hoş sohbetlerinin kokusunu koklayanlara bunlar gizli değildir…

Tevfîk Allah-u Teâlâ’dandır ve hidayet yoluna ileten O’dur.

***

İbn-i Hacer El Mekki, ‘Şemail’ adlı kitabının şerhinin sonunda, Hafız Celalüddin es-Suyuti’nin ‘Peygamberi ve Melekleri Görme Hususundaki Karanlığın Aydınlatılması’ isimli kitabında söylediği söze ittifak ederek şöyle demiştir: Abdullah İbni Abbas’dan ‘aleyhimürrıdvan’ rivayet olunur ki: O, Peygamber Efendimizi rüyasında gördü. Sabahleyin Ezvâcı tâhirâttan birinin yanına gitti. Kendisine Rasûlullah Efendimizin aynasını verdi.  Abdullah İbn-i Abbas aynaya baktı ve aynada Rasûlullah Efendimizin mübarek suretini görüp kendi suretini görmedi. İşte bu hâl, sufilerin ıstılahında fenâ fî’r-râbıtadır (râbıtada fenâ/yok olmaktır: rabıta ile fenâ bulmaktır).

Sözümüz ve itirazımız Peygamber Efendimizin sureti hakkında değildir, denilmesin. Zira biz deriz ki; bu, Peygambere has olan özelliklerden değildir. Bu cinsten olan hususiyetlerde onlar ile veliler müşterektir. Ehli nezdinde bunda hiçbir şüphe yoktur.

Marifetler sahibi imam Tâceddin el-Hanefi en-Nakşibendi el Osmani ‘kuddise sirruhû’, Taciyye risalesinde ALLAH’a ulaştıran yolları açıklarken şöyle der: Üçüncüsü, müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş bir mürşide râbıta yapmaktır. Zira “Onlar öyle kimselerdir ki, görüldüğü zaman ALLAH hatırlanır.” mealindeki hadis-i şerif mucibince, onları görmek, zikrin faydasını verir. Böyle bir mürşidin sohbeti ise “Onlar ALLAH ile meclis kuranlardır” mucibince İlahî huzuru temin eder.

İmam Sühreverdi’nin Avarif isimli kitabında, Hambeli âlimlerinden Gavsu’l a’zam ve imamu’l efham Abdülkadir el-Ceyli’den ‘kuddise sirruhû’ şöyle nakledilmiştir: “Fakir kişinin Veliler ile rabıtası vardır. Zahiri olarak ikram ve iltifat görmese de bu rabıta sebebiyle bâtınî olarak onlardan istifade eder; beslenir.”

[Misalde hata olmasın, bilgi veya enerji haznesi olan bir merkezden kablosuz aktarım yapmak gibi bir şey… Bahsi, feyz ve rahmete; görülmesi ise zikir ve haşyete vesile olacak kadar nefsi terbiye olmuş ve hakk’el-yakîni bulmuş bir zat-ı şerife ihsan edilen manevi dirayet ile deruni ilimlerden gönül ve muhabbet bağı ile (rabıtaya devamla) istifade etmek… Şer’i ölçülerin zahir ve/veya batınına uymakta zorlanan kalb-i manevî, şifa olan gıdasını bu vesile ile ala ala beslenir, tedavi olur; nefis ve şeytan gibi acımasız iki düşmana karşı kuvvet ve hayat bulur.]

[Sâlik, sülûkünün başında Rabbini (şanına lâyık şekilde) bilmesi, Rabbine kalbiyle şehadet getirmesi mümkün değildir. Bu olmayınca ALLAH’ı (haşa) hâdis bir mahlûk gibi (yukarda bir mekânda veya bir sûrette) tasavvur edecektir. Bu durum, kişiyi küfür yoluna sürükler. 

Şurası muhakkaktır ki mürîdin, Rabbini doğrudan doğruya istihzâr etmesi yani vasıtasız olarak huzura varması en mükemmel olanıdır. Fakat mürîd, kat’î surette sülûkunun başlangıcında buna muktedir olamaz. Bu durumdaki hiçbir kul havâtırdan, vesveseden kurtulamaz. Bunun ne demek olduğunu ârifler bilir. Kendine bir rehber bulmayan da mazur sayılmaz.

İdrâk edilebilen hâdis bir mahlûk ile idrâk edilemeyen Kadîm Hâlik’ı hayâlen (vehimle) değil, şuhûden (yani kalb ile) bildirecek vesileyi, “O’na yakîn’e vesile arayın” emrine uyarak arayıp bulmak ve ona başvurmak lâzımdır.]

[Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri Mektûbat’ında, rabıta hakkında şunları yazmıştır: Bu Tarikat-ı Aliyye’de sülûk etmek, kendisine uyulan mürşide karşı muhabbet râbıtası iledir. Bir mürid, kendisine tabi olunan mürşide beslediği muhabbet vasıtasıyla (karpuzun güneşin hararetiyle saat saat olgunlaşması gibi) saat saat onun boyasıyla boyanır… İn’ikâs / aksetme yolu ile onun nurları ile nurlanır. Ki bu zat, seyr-i murâdî (ALLAH tarafından seçilmiş ve sevilmiş kullara ait bir seyr) ile bu yolu katetmiş ve ilâhi cezbe kuvvetiyle bu yüksek kemalâtlara boyanmıştır.]

[Müşâhede makamına ve Zati sıfatların tecellilerine kavuşmuş olmayan bir kimseye râbıta etmek ise râbıta edeni menzil-i maksûduna ulaştırmadığı gibi; bilâkis onu içinden çıkılmaz ve helâk edici vartalara düşürür.]

Bu manâda büyüklerin sözleri sayılamayacak kadar çoktur.

Bu sözlerde, velilerin öldükten sonra tasarruf ettiklerine dair açık deliller de vardır. Birçok muhakkik, bu hususta açıklayıcı risaleler yazmışlardır. Onun için inkârından kaçınılmalıdır. Zira inkârı tehlikelidir, helâke götürür. 

İşleri ümmetin yükünü çekmek ve dertlerine çare bulmak olan evliyâ-ı kiram ve dinde söz sahibi âlimler, hak ve hakikat olduğunu açıkladığı böyle hükümleri avâmın inkâr etmesi nasıl caiz olabilir? Bu zevatın arasında öyleleri vardır ki, ledünni ilimleri Allah-u Teâlâ’dan vasıtasız almışlardır.

Hulasa-i kelam, bu yol şerefli Sahabe-i Kiram’ın ‘alehimurrıdvan’ yolunun ta kendisidir. Eksiği ve fazlası yoktur.  Bunun içindir ki, Şah-ı Nakşibend olarak tanınan Es-Seyyid Muhammed el-Buhari ‘kuddise sirruhû’ şöyle buyurmuştur: “Bizim yolumuzdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.”

***

Bu fakir sizlere sabah akşam İslâm’ın medarı olan Devlet-i Ali Osmaniyye’nin devamı ve din düşmanlarına galip olması için sâlih dualar etmenizi emreder!

ALLAH’ın selamı, rahmeti ve bereketi başta ve sonda sizlerle olsun. 

Hâlid-i Nakşibendi