Etiket arşivi: nesefi akaidi

 ŞÜKÜR-ELHAMDÜLİLLAH

Bütün hamdler üzerimize nimetlerini yağdırıp bizi İslâm’a eriştiren ve bizi Seyyidü’l-enam Muhammed Mustafa ‘sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden kılan ALLAH’a mahsustur.

Bilinmesi lâzım gelir ki:

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ Hazretleri mutlak ihsan edicidir.

Eğer bir varlık varsa, O’nun yüce mukaddes Zat’ından hibe edilmiştir. Eğer bir beka (nimette devamlılık) varsa, O’nun yüce Sultan Hazreti’nden bir ihsandır. Eğer kâmil bir sıfat ise (ihsan edilen), O’nun şümullü rahmetindendir.

Hayat, ilim, kudret, basar (görmek), semi (duymak), nutk (konuşmak)…  bütün bunlar O’nun şanı büyük Hazret’inden bağış yollu gelmektedir.

Hadde ve hesaba gelmeyen çeşit çeşit nimetler ve ikramların hepsi, O’nun yüce mukaddes Zat’ından ihsan yollu gelmiştir.

O Allah-u Teala, zorluğu ve şiddeti izale eder.

Dualara icabet edip belâları def eder.

Rezzak’tır; günahları sebebi ile kullarının rızıklarına mani olmaması, kâmil şefkatindendir.

Settar’dır, ayıpları dolayısı ile onları rüsvay etmez. Seyyiat irtikâpları dolayısı ile kulların hürmet perdelerini açmaması affının ve vazgeçmesinin bolluğundandır.

Halimdir, onları muaheze edip ceza vermekte acele etmez.

Kerimdir, kereminin şümulü, dostlara ve düşman-lara ulaşmaktan geri kalmaz.

Bütün bu nimetlerinin en üstünü, en büyüğü, en azizi, en ikramlısı İslâm’a davet ve dar-ı selâma hidayettir; Seyyidü’l-enam Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimize mutabaattır… Ona ve âline salât ve selâm…

Çünkü ebedi hayat, sonsuz nimetlere ermek üstte anlatılanlara bağlıdır. Yüce Sübhan Mevlâ’nın rızası dahi buna bağlıdır.

Hulâsa, o yüce Zat’ın nimeti, ikramı, ihsanı; güneş-ten daha zahir, aydan daha parlak, günden daha açıktır.

O yüce Zat’tan başkalarının nimeti O’nun kudret vermesi ve imkân vermesi iledir. Başkalarından ihsan talebi dahi, emanetçiden emanet istemek, fakirden dilenmek gibidir.

Cahil dahi âlim gibi bu manayı ikrar eder. Aklı kıt olan dahi zeki gibi bu işi itiraf eder.

Bir şiir:

Tenimin kıl biten her yerinde bir dilim olsa;
Güçsüzüm şükr için binde bir nimetine…

***

Şüphesiz bedihi (hakikati açıkça gören) akıl, in’am edene şükretmenin vacip olduğuna; ona tazim ve hürmet etmenin lüzumuna hükmedicidir. Böylece, Mün’im-i Hakiki olan yüce Sübhan Hakka şükür aklın açık bedaheti ile vacip oldu. Ona tekrim ve tazim dahi lüzumlu görüldü.

Hakk Sübhanehu ve Teâlâ son derece münezzeh ve mukaddes olup, kullar ise son derece kirlenmiş ve bulanık olduklarından aradaki münasabetin dahi hiçbir şekilde olamayışından ötürü; o yüce Zat’a yapılacak tazimin ve tekrimin ne şekilde ve hangi keyfiyet üzere yapılacağını bulmak ve bilmek zorlaşmıştır.

Çünkü kullar çoğunlukla, bazı işleri Mukaddes Teâlâ canibine söylemeyi güzel görürler, o şey Allah indinde çirkin olur; bir şeyi tazim zannederler yergi olur.

Bir şeyi büyük olarak hayal ederler; amma o şey küçük olur. Başka bir şeyi keremli bilirler; o şey de hakirdir.

Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca; yüce Hakkın tazim ve tekrimi, mukaddes Zat canibinden öğrenilmemişse; onunla kulluk ve şükür yapmak dahi kâbil olmaz.

Zira kulların kendilerinden sudur eden hamd, çok kere hicv olacağı gibi; övmeleri dahi ayıplama olur.

O’nun Zat-i Sübhanisinden gelen ilim  yollu yapılan tazim, tevkir, tekrim; bizim hak Din’imizin ta kendisi-dir. Onun üzerinden sadır olduğu zata salât, selâm ve tahiyyet…

Eğer kalben yapılacak bir tazim ise, şer’i ölçülerde beyan edilmiştir.

Dille yapılacak bir sena ise, bu dahi orada delille gösterilmiştir.

Duyguların yapacağı ameller, fiiller ise, Din’in sahibi Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz tarafından açıklanmıştır. Hem de tafsilatı ile…

Üstte anlatılan manaya göre, yüce Hakka şükür; kalb, beden, itikad olarak şer’i hükümlerin yerine getirilmesine tahsis edilmiştir. Hangi tazim ve hangi ibadet ki, şer’i şerifin dışında yapılır, ona güvenmek kabil olmaz. Hatta çok kere, zıtları tahsil durumu ortaya çıkar. Hasene olduğu tevehhüm edilen, hakikatta seyyie olur.

Anlatılan beyan mülahaza edilince anlaşılacaktır ki, Din’i ölçülere göre amel etmek, aklen vacip ol-muştur. Mün’im Teala’nın şükrünü eda etmek dahi, şer’i hükümleri yerine getirmek dışında güçtür.

***

Şer’i ölçüler iki kısma ayrılır: İtikad-inanç kısmı, amel kısmı.

İtikada bağlı olanlar dinin esasını, kök ve gövdesini teşkil eder, amele bağlı olanlar ise dinin dalları ve yaprakları gibidir.

İtikadı yitiren, necat ehli olamaz; ahiret azabından halâsı da onun için tasavvur edilemez.

Ameli yitiren ise, durumu Sübhan Hakkın iradesine kalmıştır. Dilerse af eder; dilerse günahı kadar azab eder.

Cehennemde ebedi kalmak, itikadı yitiren, dinin zaruri (kesin) hükümlerini inkâr eden içindir.

Ameli yapmayan, her ne kadar azaba uğrayacak ise de cehennemde ebedi kalmak, onun hakkında yoktur.

***

Kur’an-ı Mecid, şer’i hükümlerin bütününü cem ettiği gibi evvelki bütün şeriatları da cem etmek-tedir. Şu kadar var ki, bu şer’i hükümlerin bazısı nassın -ayet ve hadisin- ibaresiyle anlaşılır, bazısı nassın işaretiyle, bazısı nassın delaletiyle, bazısı da nassın gerektirmesiyle anlaşılır. Lügat ehli olan avam ve havas bu manaları anlamada eşittir.

Hükümlerin bazısı ise ancak içtihat ve istinbat (gizli ve derin manaları açığa çıkarmak) yolu ile anlaşı-labilir. Bu anlayış, müçtehit imamlara mahsustur. (Açık ve net hüküm bildirilmeyen her meselede çözüm içtihat ile olduğu için…) Bu müçtehidin Efendimiz ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ olması veya onun güzide ashabı olması ya da onun ümmetinin diğer müçtehitleri olması durumu değiştirmez; cumhurun görüşü/kavli budur.

Ancak şunu söylemek gerekir ki, Resul-i Ekrem ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  zamanındaki içtihadî hükümler, vahiy gelmeye devam ettiği için hata ile doğru arasında tereddütlü değildi. Bilakis vahyin kesin hükmü ile doğrunun isabetli görüşü hatalının yanlış görüşünden ayrılır; hakkın batıl ile karışması söz konusu olmazdı. Zira Resulullah Efendimizin hata üzere karar kılması ve sabit olmazı caiz/ mümkün değildir. Fakat vahiy kesildikten sonra müçtehidin hüküm çıkarmasıyla elde edilen hükümler böyle değildir. Çünkü onların hatalı veya doğru olmalarında bir tereddüt bulunabilir. Bu sebeple, vahiy zamanında karar altına alınan içtihada dayalı hükümler itikad ve amel etmeyi gerektiren kesin hükümlerdir. Vahiy zamanından sonraki içtihada dayalı hükümler ise amel etmeyi gerekli kılar ancak zannı mucip olduğu için inkâr edilmeleri (kesin hükümler gibi) küfür değil bid’attır/günahtır.

Kur’an-ı Kerîm’deki hükümlerin üçüncü kısmı ise beşer takatinin idrakten aciz olduğu hükümler-dir. Hükümleri inzal eden Zat’tan bir bildirme hâsıl olmadıkça, o hükümleri anlamak tasavvur edile-mez. Bu bildirmenin hâsıl olması Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimize mahsustur. Bu, ondan başkasına hâsıl olmaz. Bu hükümler her ne kadar Kitap’tan alınmışsa da onları açığa çıkaran/ açıklayan Resulullah ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  Efendimiz olduğu için tabii olarak bu hükümler sünnete dayandırılmıştır; kıyas yoluyla ortaya çıkan içtihadî hükümlerin kıyasa nisbet edilmesi gibi… Aralarında çok büyük farklar olmakla beraber sünnet ve içtihadın her ikisi de hükmü ortaya çıkarmaktadır. Zira biri içtihada dayanmakta, diğeri ise Hakk Sübhânehu’nun bildirmesiyle teyit edilmektedir. Bu son kısımda (sünnette) asla (Kitab’a) çok benzeyiş vardır ve onun hükümlerini ispat eder gibidir. Her ne kadar bütün hükümleri ispat eden/ortaya koyan aziz kitabımız Kur’an-ı Kerim ise de, üstteki mana ondan uzak değildir.

***

Şer’i hükümlerin isbatında muteber olan Kitap-Sünnettir. Müçtehidlerin kıyası ve ümmetin icmaı dahi hükümlerin isbatında geçerlidir. Bu dört delil-den başkası hiçbir şekilde, hükümlerin isbatına yararlı değildir. Ne ilham haramı ve helali isbat edebilir ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti. Velâyet-i hassa erbabı (hususi veliler) dahi müçtehitlere uymakta avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham başkaları üzerine bu manada onlara bir ayrıcalık getirmeyeceği gibi onları (müçtehitlere) uymak bağından da kurtarmaz. Bu manada Zunnun-u Mısri, Beyazid-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Şibli; avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Halid ile içtihada dayalı hükümlerde müçtehitlere uyma şanında aynı durumdadırlar.

Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır ama başka manadadır. Zira bu zatlar, keşif ve müşahede erbabıdır. Aynı zamanda tecelli ve zuhurat erbabıdırlar. Mahbub-u Hakiki’nin muhabbet istilası ile yüce Sultan’ın gayrını bırakmışlardır. Gayri görüp gayriyet idrak etmekten de azad olmuşlar, kurtulmuşlardır. Eğer onlar için hasıl olan bir şey var ise o da Sübhan ALLAH’tır. Eğer vasıl olmuşlarsa, yine o yüce Zat’a vasıl olmuşlardır.

Onlar âlemdedirler amma âlemin kendisi ile olmazlar; nefisleri ile olurken de yine nefisleri ile değildirler.

Eğer yaşarlarsa O’nun için yaşarlar; ölürlerse yine O’nun için ölürler.

İlham o büyükleredir; keşif, onlar içindir.

Bir müçtehid, kendi görüşüne ve içtihadına nasıl tabi ise bunlar dahi (içtihada dayalı olan itikadî ve fıkhı hükümlerde değil)  marifette ve vecdlerde kendi ilhamlarına ve ferasetlerine tabi olmaktadırlar.

***

Keşfe dayalı bir hata; içtihad işinde yapılan hata hükmündedir; kusur sayılmaz. Belki, hata edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müçtehitlere uyanlara, onları taklit edenlere, mezheplerinde bulunanlara da hatalı işlerde sevap verilir. Ama keşif ehlinin mukallidi (taklit edeni) böyle değildir. Böyleleri, mazur sayılmazlar. Hatta hatalı takdir sonunda (şer’i şerifin itikad ve fıkha dair muhkem, sabit hükümlerine aykırı ilham ve keşflerde) sevap derecesine nail olmaktan mahrum olurlar.. Şundan ki: İlham ve keşfin hemen hepsi bir başkası için hüccet/delil değildir. Ama müçtehidin kavli, beyanı, içtihadı bir başkası için hüccettir, delildir. Çünkü Ehl-i sünnet âlimleri, bilgi-lerini, Hazreti Peygamber ’Sallallahu aleyhi ve sellem’  den almıştır. Bu bilgiler, vahiy ile gelmiş olup sapasağ-lamdır. 

Üstte anlatılan mana icabı olarak, keşfe ve ilhama hata ihtimali takdir edildiği zaman, uymak caiz değildir. Ama müçtehidin içtihadında hata ihtimali olsa dahi caizdir; hatta vaciptir.

***

Din, Kur’an ve hadisle tamamen kâmil olduğuna göre; bu kemalden sonra, (içtihad ve) ilhama ne hacet? Kalan ne gibi bir noksan vardır ki (içtihad ve) ilham ile tamamlansın, sorusuna şu cevabı veririm: (İçtihad ve) ilham, Din’in gizli olan hüküm-lerini ve kemalâtını izhar eylemek, açıklamaktır. Yoksa Din’e fazladan yeni hüküm ve kemalâtlar ilave etmez. Nasıl ki içtihad, (itikadî ve fıkhî) hüküm-leri açıklar ise ilham dahi (marifet ve vecdlerle ilgili) gizli  kemalâtları açığa çıkarır. 

***

Hâce Ubeydullah-i Ahrâr ‘Kuddise Sirruhu’ buyurdu ki: Bütün haller ve vecdler bize verilse de, hakikati-miz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıyla süslenmiş ve bezenmiş olmasa, o halleri ziyandan başka bir şey kabul etmeyiz. Şayet bizde hata ve kusurlar toplansa, fakat hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere istikametli olsa, o hatalarda bir beis görmeyiz.

***

Akıllı olan kimselere ilk farz olan, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın görüşüne göre itikadı düzeltmektir. Zira onlar, fırka-i naciyedir. Allah onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin..

İtikad anlatılan manada tashih edilmeli ki, uhrevi felah, ebedi necat tasavvur edile…

Kötü itikad ki, ehl-i sünnet inançlarına muhalefettir; öldürücü zehir durumundadır ve ebedi ölüme, sonsuz azaba götürür.

Amelde müdahane ve onda gevşeklik işinde bir mağfiret ümidi vardır; amma itikadda müdahane işinde asla mağfiret yeri yoktur.

Akla, nakle, keşfe dayalı deliller, bu mananın şahididir. Bunun değişmesine asla ihtimal yoktur. Sırat-ı müstakim olan bu yoldan (o büyüklerin yolundan), bir şahsın hardal miktarı kaydığı bilinse, itikad edilmeli ki: Onun sohbeti öldürücü zehirdir.

Mektubat-ı Rabbâni