Her türlü benzerlik ve eksiklikten münezzeh olan Allah-u Teâlâ, kullarının terbiye ve ıslah olmalarını dilemiş ve emretmiştir.
Allah-u Teâlâ’nın bu manadaki ’emr’i iki çeşittir. Birincisi, Nebîler ve Resûller aracılığıyla gerçekleşir ve özeldir. Gayesi, kulları, kendi tercihleriyle imtihan etmek ve kurtuluşa davet edip götürmektir.
Eğer insanlar kendi tercihleriyle ve gönüllü olarak bu ’emr’e tabi olup gereğini yerine getirirlerse yani maddi ve manevi hükümlere uyarlarsa, istenen yerine gelir ve gaye hasıl olmuş olur.
Şayet uymazlar ve gereğini yerine getirmezlerse, ikinci tür Emr, onları bu hükümlere uymaya zorlar veya uymamanın cezasına…
Bu ikinci ’emr’in uygulanmamasının ihtimali yoktur. Evrende ve insanlarda yürürlükte olan hadiseler, bu ’emr’in gereğidir.
“Başınıza gelenler, kendi ellerinizle yaptıklarınızdandır; pek çoğunu da affeder.” ayeti bu manayadır.
Allah-u Teâlâ’nın ’emr’inin herhangi bir zaman ve mekânda geçerli ve yürürlükte olmamasına da ihtimal yoktur.
“Bir şeyi irade ettiğinde O’nun emri ancak ona “Kün/Ol” demesidir. O da olur. Her şeyin melekutu/hükümranlığı yed’inde olan Subhan’dır. O’na rücu’ ettirileceksiniz.” (36/82-83)
Şu kadarı var ki, Resûllere tabi olmak ve (Varis-i Resûl olan) Evliya’yı izlemek, hem nefsin kemale ermesini ve hem de ilahi hükümlere uyulmasını kolaylaştırdığı / sağladığı için Allah-u Teâlâ, merhametinin bir sonucu olarak Enbiya göndermiş ve Evliya’yı da vesile kılmıştır.
Eğer bu yolla yani özele hitap eden hükümlere uymakla davete icabet edilir ve gereği yerine getirilirse ne âlâ!
Zaten istenen de budur.
Bunu seçip seçmemek ve gereğini yapıp yapmamak kulların tercihlerine ve serbest iradelerine bırakılmıştır.
Kabul etmeyip isyan ederler veya kabul edip ihmal ederlerse ikinci ’emr’ devreye girer ve iki dünyada da gereğini yerine getirmekten geri durmaz.
Hakikât derecesine erişenler yani ilahi hükümlere riayet edip isyan etmeyenler ise hem beden kafesinde rahat ederler; hem de beden kafesinden kurtulduktan sonra yüceler âlemine yükselerek Enbiyâ ve Velîlerin ruhlarıyla birlikte bitimsiz zevk ve safaya kavuşurlar.
Aşağı âlemde kalan akraba ve yakınları ve bütün ehl-i iman için dua ederler ve imkân oldukça da yardım yapmaktan geri durmazlar.
***
Melekler tümüyle hakikât mertebesindedirler çünkü hem tabiat zindanında tutuklu değillerdir hem de unsurlar giysisini giymemişlerdir. “Emrolundukları işte ALLAH’a isyan etmezler ve kendilerine emredileni yerine getirirler” ayet-i kerimesinde buyrulduğu üzere, ALLAH’ın emirlerini zorlanmaksızın yerine getirmeleri ve isyan etmemeleri, tertemiz olduklarının en açık kanıtıdır.
Aynı şekilde Resuller, Nebiler, Kutuplar, Evtadlar, Abdallar, Nakipler ve Necipler gibi batınî âlemde tasarrufta bulunan büyük zatların tümü hakikât mertebesindedir.
Bunların dışında her memleket ve her beldede, istidat ve kapasitesi ayarında hakikat mertebesine erişen kimseler bulunur. Ancak bunlar da pek nadir olurlar.
Zübdetü’l-Hakaik
SÛFİLER DERLER Kİ
Tasavvuf ehline göre sülûk, kötü sözlerden iyi sözlere, kötü fiillerden iyi fiillere, kötü ahlâktan güzel ahlâka ve kendi varlığından Hakk Teâlâ’nın varlığına gitmekten ibarettir. Sâlik de, bu yolda gidene denir.
Eğer bir sâlik iyi sözleri, fiilleri ve ahlâkı devamlı hale getirirse mârifetlerin yüzü ona görünmeye; eşyanın hakikatini olduğu gibi görmeye başlar.
“Allahumme erini hakaikel eşyâ-i kemâhiye: Allah’ım, eşyanın hakikatini bana olduğu gibi göster” hadis-i şerifindeki mâna ortaya çıktıkça irfanda kemâl zûhur etmeye başlar.
Her kim bu dört haslette kemâle erişirse, insanî kemâlâtı tahsil etmiş olur. Zira insanî kemâlât tamamiyle bu dörde münhasırdır.
Sufiler derler ki: Eğer yüz bin sâlik bu yola sülûk etse, ancak birisi bu dört mertebenin kemâline erişir. Diğerleri noksan kalır. Zira insanın her meselede kemâle erişmesi nâdir vuku’ bulur; hususiyle tarik-i Hakk’ta…
*****
Kazanılması ve üzerinde sebat edilmesi gereken şeylere makam; bertaraf edilmesi lâzım gelen ve sülûke mâni olan şeylere de hicap denir.
Sülûkte hicap ve engeller gayet fazladır. Ancak hicap ve engellerin temeli dörttür: Mal sevgisi, makam sevgisi, taklid ve isyandır. Makamların ve hallerin asılları da dörttür: Güzel sözler, güzel fiiller, güzel ahlâk ve maârif-i cemile (güzel marifetler)dir.
Ey ârif!
Dört makamın tahsilinin kolaylaşması için ilk önce bu dört hicabı terk etmek gerek. Zira dört hicabı terk, abdest mesabesinde; dört makamın tahsili ise namaz mesabesindedir.
Her bir hicap, yıkanması farz olan abdest uzuvlarından biri gibi, dört makamın her biri de vacip olan namazın dört rek’atından biri gibidir. Önce abdest, sonra namaz… Önce tahliye (boşaltma), sonra tehliye (yerleşme)… Önce parlatma, sonra aydınlatma… Önce fasl (ayırma), sonra vasl (kavuşturma)…
Yine demişlerdir ki:
İnsan bir nesneden ölmedikçe, onun karşılığında olan şeyden dirilmez. Kötü ahlâktan bir sıfatı terk edene, güzel ahlâktan onun karşılığında olan sıfat verilir. (Cimrilikten ölenin cömertlikle dirilmesi gibi…)
Dört hicabın terki ve dört makamda ilerleme, dört şeye riayetle husule gelir: Birincisi uzlet, ikincisi az konuşmak, üçüncüsü az yemek, dördüncüsü ise az uyumaktır. Fakat bu zikredilenlerin arif ve irşâda izinli bir mürşidin sohbetinde olup onun emir ve işaretiyle olması gerekir.
Her mürşide gönül verme ki Yolunu sarpa uğratır. Mürşidi kâmil olanın Gittiği yol âsân imiş.
Ey sâlik!
Sülûkta, riyazet ve mücahedeler yapmakta niyet, Hakk Teâlâ’yı talep olmamalıdır. Zira Hakk Teâlâ herkesle beraber mevcuttur; ayrıca talep etmeye hacet yoktur. Her şeyin varlığı O’ndandır. Âlemler O’nunla kâimdir. Her şey yine O’na rücû edecektir.
Keza niyet, temizlik ve güzel ahlâkı tahsil etmek; ilim, marifet, sırların keşfi ve nurları iktibas da olmamalıdır. Zira bunların her biri, manevi mertebelerden bir mertebeye mahsustur. Sâlik o mertebeye eriştiği vakit, istese de istemese de, o mertebeye mahsus olan haller kendi üzerinde zâhir olur. O mertebeye erişmemiş ise talep etmekle de ele bir şey geçmez… Bulunduğu mertebeye mahsus olmayan vasıflar onda açığa çıkmaz. Vakti geldiğinde dişlerin çıkması; vakti gelmeden de talep edilse dahi çıkmaması gibi…
Ey ârif!
İnsan için olan mertebeler tıpkı ağaç için olan mertebeler gibidir… Şöyle ki; bahçıvan, ağacın mertebesine göre, toprağın bakımını yaparak ağaç için uygun halde saklarsa; diken ve yabani otlardan temizleyerek vaktinde suyunu verirse vakti (mertebesi) geldiğinde o ağaç yaprak, çiçek açmaya başlar ve vakti geldiğinde de meyve vermeye durur.
Sâliklerin terbiyesi de buna benzer… Vakti (mertebesi) geldiğinde bulunduğu mertebeye has nitelikler kendisinde zûhur eder.
O vakit ister talep etsin, ister istemesin, temizlik, güzel ahlak, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların zuhurundan her biri zâhir olur. Nice nice leziz haller, acayip keyfiyetler baş gösterir.
Ağacın bütün mertebelerinin tohumunda mevcut olup bahçıvanın bakımlı terbiyesiyle ağaç husule geldiğinde mertebeler ve nitelikleri ortaya çıkması gibi insanın zatında / özünde de temizlik, güzel ahlâk, ilim, mârifet, sırların keşfi ve nurların ortaya çıkması gibi vasıflar vardır. Ancak insanın zatında gizli olan bu vasıflar bir kâmil mürşidin sohbetinde bulunmak ve terbiyesinden geçmekle zûhur eder ve husûle gelir.
Eğer öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini istersen, bu kendi özünde gizlidir; zatına yerleştirilmiştir. Bu sebeple “Her ne ararsan kendinde ara” demişlerdir! Çünkü bütün kemâlât özünde gizlidir; derûnunda mevcuttur.
Zannedersin özünü âlem-i asgarsın sen!
Gafil olma, gözünü aç, âlem-i ekbersin sen! Hz. Ali (kerremellahû vechehû)
*****
Yine demişlerdir ki: “Hiç kimse dışarda Hakk’ı arayacağı bir yol bulamaz” “Ne kadar Hakk’ı bulan varsa, kendi derûnunda bulmuştur.”
Herkesin derûnunda manevi bir kuyu vardır. Eğer mürşid mârifetiyle sa’y-ü gayret gösterip özünde gizli olan kuyuyu kazarsa âb-ı hayat, ilahî füyûzât gelmeye başlar. Başkalarından feyz almak, başkalarının kuyusundan kendi kuyusuna su boşaltmak gibidir ki ömrü uzun olmaz.
Eğer bir sâlik, kendi derûnundaki kuyuyu açabilirse, ondan Rabbani feyzler fışkırır. İnsanî hakîkat olan kalbin ortasında, sonsuz ehadiyet denizinden cetvel gibi bir kanal ortaya çıkıp akmaya başlar. Bu su eksilmez, kesilmez, kokuşmaz. Bilakis an be an artar ve sefası çoğalır. Kendisine ve ondan içenlere şifa olur.
Her kim onunla sohbet ve muaşeret ederse ondan fayda görür ve istifade eder.
Eğer bir kimsenin kendi derûnunda ilahî feyz kendini gösterirse, o kimse herkesten daha fazla mütevâzi ve mûtedil olur.
Ey sâlik!
Eğer kendi nefsini insanlık mertebelerinin sonuna eriştirip her gün kendi sıfat ve makamlarını temaşa ederek vuslat sarayının has bahçelerinde nimetler içinde yüzemiyor, Hakk Teâlâ’ya yakınlık içindeki kulluk makamına kavuşamıyorsan ve dahi mukarreblere has derecede sürekli Hakk Teâlâ’nın cemâlini temaşa ile nimetlenmeye gücün yetmiyorsa, bâri gayret et de nefsini cehennem ateşinden kurtarıp cennet ehlinden olasın!
Ey sâlik!
Bunun için farzlardan başka çok namaz kılmanın tasasında, farzın dışında çok Hac etmenin derdinde olma! Gereğinden fazla fıkıh ezberlemenin sevdasında da olma. Zaruretleri defedecek kadarını bilmek kâfidir.
Ancak doğru sözlü ve iyi nefisli olmaya gayret et ve ihtimam göster. Böylelikle cehennem azabından kurtulmuş olabilesin. Zira cehennem ehlinin ekseri azabı, istikamet yokluğu ve kötü nefisli olmak yüzündendir.
Halk ile muamelede halka menfaatli olup mazarratının olmaması, cennet ehlinin alametlerindendir.
İstikamet ve nefis temizliğin, zati sıfatın ve melekên olması lazımdır ki cehennem azabından kurtulabilesin. Eğer içten olmayarak veya gösteriş (veya çıkar) için olursa o kimse yine cennet ehlinden değildir.
Şöyle olmak gerekir: “Bütün vakitlerde iyilik yapmak ve halka faydalı olmak -ihtiyârsız- âdet ve tabiat haline gelsin.”
Hakikatlerin Özü
MANEVİ YOLCULUK
Nuranî beş cevher ile zulmanî beş unsurdan yaratılmış olan insana küçük âlem (âlem-i sagir) denir. İnsandan hariç yaratılmış olan her şeye de büyük âlem (âlem-i kebir) denir.
İnsana küçük âlem denmesi, büyük âlemde ne varsa küçük bir numunesinin kendisinde bulunması sebebiyledir; hem büyük âlemin bir parçasıdır ve hem de hulasası, özü gibidir.
[İnsan ile büyük âlem arasındaki münasebet, kalbi ile kendisi arasında da mevcuttur.
Büyük âlemde olan her şey nasıl ki insanda varsa, küçük âlemde olan her şey de kalbde vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir topluluktur. Bu sebeple, insanın kalbine hem hakîkat-i câmi’a/toplayıcı hakîkat ve hem de en küçük âlem denir.]
***
Âlem-i kebir (büyük âlem), bir başka cihetle, Halk âlemi ve Emr âlemi olmak üzere ikiye ayrılır.
Halk âlemi: Arş’ın altında, içindeki her şeydir. Emr âlemi: Arş’ın üstünde, dışındaki her şeydir.
Canlılar, Dünya, Gökler, Cennet, Cehennem Arş’ın altında ve halk alemindendir. İnsanın tabiatındaki beş unsur olan toprak, su, hava, ateş ve nefsi de Arş’ın altından ve halk âlemindendir.
Arş’ın üstündekilere gelince… ‘OL’ emr-i sübhanisi ile maddesiz, zamansız, ölçüsüz, şekilsiz ve hacimsiz olarak yaratılmışlardır. Bu âlemde bulunan her şey eksiklik ve ayıplardan uzaktır. İnsanda bulunan nurani beş cevher yani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa da bu âlemdendir; asılları da bu âlemdedir.
***
İnsandaki kalbin Âlem-i kebîrdeki aslı Arş’tır; Emr âlemindeki Arş’ın küçük âlem olan insandaki nümûnesi kalbdir.
Kalbden kasıt göğüs kafesinde bulunan et parçası değil, (ampuldeki elektrik gibi) o et parçasında bulunan maddesiz, mekânsız bir kuvvet, nurani bir cevherdir.
Kalb, küçük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi yani madde âlemle manevi âlem arasında bir geçit olduğu gibi Arş da büyük âlemdeki Halk âlemi ile Emr âlemi arasında bir geçittir.
Kalb ile Arş, her ne kadar Halk âleminde bulunuyor olsa da, Emr âlemindendirler.
Diğer dört cevher (ruh, sır, hâfi, ahfa) büyük âlemde (-ki Emr âleminde)ndir ve asılları da Arş’ın üstündedir. Arş’ın üstünden kasıt, binlerce yıllık mesafeden sonra gelen bir üst… Ruhun aslı, arşın yedi bin sene üstündedir ki bu mesafe yeryüzü ile arşın zemini arasındaki mesafe kadardır. Sırrın aslı da kalbin üstünde bir bu kadar mesafedir. Hafinin aslı, sırrın üstünde bir o kadar mesafedir. Ahfânın aslı da hafinin üstünde bir o kadar mesafedir.
***
Bu yönleri ile insan, hem halk âleminden ve hem de emr âlemindendir. Kendisinde hem halk âlemi ve hem de emr âlemi vardır.
İnsanın bu topluluğu yani câmiiyyeti onun ALLAH’a yakınlığına, kerem ve fazilet sahibi olmasına sebep olduğu gibi Hak’tan uzaklaşmasına, yoldan çıkmasına ve cahil kalmasına da sebep olmaktadır.
İnsanın Allah-u Teâlâ’ya yakınlığı, onun aynasının tam ve kâmil oluşu, ilâhî isim ve sıfatların gölgelerinin zuhur ve tecellisi için kabiliyetli oluşu sayesindedir. Hak’tan uzaklığı ise âlemdeki her şeye muhtaç olması sebebiyledir. Çünkü insana her şey lazımdır. Bu ihtiyacı sebebiyle gönlü, kalbi her şeye takılır, kayar ve onlarla meşgul olur. Bu da onun Hak Teâlâ’dan uzak kalmasına; gaflete dalması ve yoldan sapmasına sebep olur.
***
Asılları Emr âleminde olan nuranî cevherlerin diğer adı ile letaifin (latifelerin) insan vücudundaki yeri veya bağlı olduğu merkezler birbirinden farklı olduğu gibi her birinin yaratılış sebebi, vasfı ve özelliği de birbirinden farklıdır: Kalb, ilâhi huzur ve tecelli için; ruh, cezbe ve muhabbet için; sırr, vahdet (birlik) için; hafi, istiğrak; ahfa ise izmihlal için yaratılmıştır.
Vahdetten maksat, insanın âlemdeki tek maksadının rıza-i ilahi olması; istiğraktan maksat, ilahi tecelli ve nurlar içerisinde kaybolması; izmihlâlden maksat ise ilahi sırlar, gizli ilim ve tecelliler ile nefsaniyetin yok olmasıdır.
Ancak;
Bu nurani cevherlerin, halk âlemine indirildikten ve insan vücuduna yerleştirildikten sonra zulmanî beş unsurun da sebep olduğu zulmet ve gaflet ile üstün ve ulvi vasıfları körelmiş ve kendi hakîkatlerinden bi-haber hale gelmişlerdir.
Nefsaniyetin bu beş latifeyi köreltmiş ve nurlarını söndürmüş olmasının yanında feyz alma kapılarını da kapatmış bulunması sebebi ile kalbin huzuru, dünya ile huzur bulmaya; ruhun muhabbeti dünya muhabbetine; sırrın vahdeti nefsin arzularını tek gaye edinmeye; hafinin istiğrakı dünyevî istekler uğrunda kendini kaybetmeye ve ahfanın izmihlâli ise dünya ile ilgili ihtiraslar içinde eriyip yok olmaya kadar alçalmıştır.
Daha öz bir ifade ile;
Nuranî cevherlerin sultanı olan ruh (diğer latifelerle birlikte), bu âleme inmeden önce kendine mahsus sabit bir makam ve derecede, terakki edemez bir halde iken, kendisine, melekleri de geride bırakabileceği üstün bir kabiliyet ihsan edildi: Nüzul şartlı terakki… İnme şartı ile yükselme… Bulunduğu makamdan çok daha yükseklere…
Ruhun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek ve cisimleri gösterme kuvvetini kazanması için önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır.
Bu sebeple ruh, cesede indirildi. Her yönü ile birbirinin zıttı olan ruh ile cesedin (latifeler ile bedeni unsurların) bir arada bulunabilmesi için de ceset ruha sevdirildi.
İşte rûh, nefse karşı olan bu sevgisi sebebi ile kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi’, esîr oldu. Hatta kendinden geçti. Kendini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu.
Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allah-u Teâlâ’ya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefs gibi cehâlet karanlığı ile karardı.
Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun!
Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Onun esfel-i sâfilîne indirilmesi, a‘lâ-yı illiyyîn’e yükselmesi içindi. Buna kavuşamazsa, yükselmeğe uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun!
Allah-u Teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lütfuna, inayetine kavuşturdu ise başını kaldırır, elinden kaçmış olan nimetleri hatırlar, eski hâline döner. Yok eğer başını kaldırmaz, nefsle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.
Saadetten uzaklaşmasına sebep ise (sultanları nefs olan) zulmanî beş unsur ve sebep oldukları manevi hastalıklardır: Kalbin zıttı olan toprak, ibadetlere karşı isteksizlik/tenbellik ve şer’i ölçülere kayıtsızlık ile; sırrın zıttı olan su, girdiği kabın renk ve şeklini alması gibi bulunduğu ortamın hali ile hallenme, iyinin yanında iyi, kötünün yanında kötü olma gibi iki yüzlülük ve münafıklık ile; hafinin zıttı olan ateş, öfke, hiddet ve benlik ile; ahfânın zıttı olan hava, kendini beğenme ve üstünlük davası gütmek ile; ruhun zıttı olan (emmare-i) nefs ise şer’i hükümler başta olmak üzere hiç kimsenin hükmü altına girmemek, her şeyi ve herkesi kendi hükmü altına almak istemesi gibi küfür ve nankörlük ile…
Tam bir manevi bataklık…
Mesnevi’de şöyle geçer:
“Hızla yürürken çamura düşen merkep bile oradan kalkıp kurtulmak ister. Yerleşmek için çamuru düzeltmeye, yaşanır hâle getirmeye çalışmaz. Çünkü oranın yaşanır ve kalıcı bir yer olmadığını bilir. Gönlü kötü huy, günah ve arzular çamuruna düşen kimse daha mı duygusuz ki sıçrayıp kalkmaz? Üstelik günah işlerken yorumlarda bulunur, kendini haklı bulmaya çalışır ve kendisini alçaltan duygulardan kurtarmak için çabalamaz. Oysa Allah, kulun işlediği günahları bilmekte, kulun vicdânı da günahlardan dolayı kendi kendini suçlamaktadır. Fakat kör nefis, gurura kapılmış ve suçlarını görmemiştir.”
Çaresi?
Samimi bir niyet ve peşinden gayret…
En güzel ve latif yolu ise nefsinin esaretinden kurtulmuş yani o manevi bataklıktan çıkmış olan birinin veya ‘pir’inin elinden tutmak, uzattığı ‘ip’lere sımsıkı sarılmak…
Nasılı ise…
Manevi yolculuk, kalbden başlar ve kalbin ruh makamına ve daha yükseklere çıkması ile devam eder. Ruhun ve onun üstündeki latifelerin manevi yükselişi de aynı şekilde onların üst makamlara ulaşmasına bağlıdır. Nefs’in de manevi yükselişi kalb makamına inmesi ile olur. İşin sonunda bu altı latife ahfa makamına ulaşır ve hep birlikte kudsi âleme (asıllarına ve daha da ötesine) doğru uçmaya başlarlar. “Ölmeden evvel ölmek” dedikleri şey altı latifenin bu şekilde bedenden ayrılmasıdır.
Bütün latifelerin bir makamda birleşmesi ve oradan uçması şart değildir. Bazen kalb ve ruh ikisi beraber bu işi yaparlar. Bazen üçü, bazen de dördü. En kâmil olanı ise altı latifenin birlikte olmasıdır.
Kalbin asıl makamına ulaşmasının alameti, huzur ve o huzurdan oluşan şühûddur. Ruhun asıl makamına ulaşmasının alameti, vahdettir. Hafinin asıl makamına ulaşmasının alameti, istiğraktır. Ahfânın asıl makamına ulaşmasının alameti, izmihlaldir. Bazan bu sonuçların haricinde keşifler, nurlanmalar gibi haller de zuhur edebilir.
Bazen de letaifler asli makamlarına çıkmasına rağmen anlatılan bu haller sâlikte oluşmayabilir. Fakat bu durumda da günahlardan kaçınma melekesi, şer’i ölçülerin dışına çıkmama titizliği, iyi amellerinin gözünden düşmesi, heva ve hevesinin esaretinden kurtulmuş olma, manevi huzur ve sekînet, kendinden geçme (manevi sarhoşluk), kendini görmeme gibi zahiri alametler görülür.
İlâhi huzur oluşmaksızın cezbe sarhoşluğunun oluşması, cezbe olmaksızın mahv halinin oluşması da letaiflerin bir kısmının ulaşıp bir kısmının ulaşamamasının âlametlerindendir.
Bu arada…
Altı latife kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra eğer tekrar bedene döner/döndürülürse beden ile sevgi irtibatı dışında bir irtibat ile beden hükmünü alırlar; manevi yolculuğunu tamamlamış olarak…
İşte bu makam, irşad makamının başlangıcıdır.
(Geri dönmeyenler/döndürülmeyenler ise uzlet velilerinden olurlar.)
İşte manevi yolculuğu murad eden müridlerin terbiyesi ile nakıs insanların irşadı, altı latifesi kuds âlemine ulaştıktan ve o âlemin boyası ile boyandıktan sonra tekrar bedene ve insanlar arasına dönen kâmil ve kemâle erdirici velilerin yani Peygamber varisi mürşid-i kâmillerin vesilesiyle olur. O âlemin güzelliklerini bu aşağı âleme taşımakla aslını, vatanını unutan latifeleri gayrete getirir, hakikati hissettirirler.
“Onlar, öyle bir topluluktur ki;
onlarla oturan şaki olmaz…” Hadis-i Şerif
Ve dahi sözleri ilâç, nazarları şifa olur; kalbe bağlı marazların da tabibi olmuşlardır.
Letaifi karanlık, zulmet ve gaflet gibi manevi hastalıklar içinde kıvranan bir kimsenin hali böyle bir tabibe kavuşuncaya kadar aynı hâl üzere devam eder. Lütf-u ilahi yetişip de bu nimete kavuşursa, işler düzelmeye; manevi tedavi ve terbiye ile nefsin galibiyeti mağlubiyete; kalb ve diğer latifelerdeki zulmet nurlanmaya; zikir bütün vücutta egemen olmaya ve latifeler vücuttan (gurbetten) ayrılarak asıllarına (vatanlarına) doğru -nûr hızı ile- uçmaya, yükselmeye başlarlar.
“Vatan sevgisi imandandır.” Hadis-i Şerif
(Hakiki imanın olduğu bedende, asli vatan sevgisi ve oraya yolculuk arzusu da vardır.)
Bu yolculuk, elli bin senelik olmasına rağmen, Lütf-u İlahi ile göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede de tamamlanabilir.
Latifeler, asli makamlarına ulaşmadan önce yaratılışında liderlik ve hükmetme bulunan nefse, bulunduğu kötülük hali üzre hizmet ederler idi. Asli makamlarına ulaştıktan sonra yalnız ve hizmetçisiz kalan nefs, latifelerin peşine düşer ve onların makamına çıkar. Yine onlara baş olur ama hayır üzere…
Emmare nefs mutmainne olur. Yani şer’i ölçülere inanmaksızın, zorla ve şekil yönü ile uyan nefs, iman ederek şevkle ve hakîki veçhesiyle uyar hale gelir ki ehl-i imandan şekil yönü ile kulluk edenler cennetin suretine, hakîki veçhesiyle kulluk edenler ise cennetin hakikatine kavuşurlar.
Nefis mutmain olduğu için kendisiyle mücadele edecek vasfı kalmamıştır. Bu mücadele, olsa olsa (şer’i daire dışına meyletmeksizin) azimet-i terk ve evlâ olana muhalefet şeklinde tezahür eder.
İnsan tabiatı gereği olan fıtri ihtiyaçların karşılanması ise bunun dışındadır ve kulluğa aykırı değildir. Bu ihtiyaçları karşılayanlar da heva ve hevesine (nefsaniyetine) düşkün sayılmaz. Çünkü tabiatın gereğini yapmak, mükelleflik dairesi dışında olup, bunun kaynağı nefsin hevası değildir.
Ruhun yükselmesi ise mücadelenin devamı ile mümkün olduğu için kalbin temkin bulması (aslına kavuşması) ve nefsin mutmain olmasından sonraki mücadele mülk âleminden olan diğer dört unsurun yani toprak, su, hava ve ateşin zulmanî veçhesiyle, ifrat ve tefridiyle devam eder…
Kalbin temkin bulması ve nefsin mutmain olmasıyla bedendeki ateş unsuru kendisinin hayırlı olduğu iddiasından yani benlik davasından vazgeçmez… Toprak unsuru miskinliğinden, su unsuru ikiyüzlülüğünden ve hava unsuru da üstünlüğünden…
Ne zamanki bu unsurlar ifrat ve tefritten kurtulup denge haline kavuşur yani i’tidal bulur yani o rezil sıfatlar yerini güzel ahlâka bırakırsa işte o zaman hadis-i şerifte buyrulan “şeytanım Müslüman oldu” manası o kul için de gerçekleşmiş olur ki ‘hem varis ve hem de vekil ‘ olur. Onun kalbinden her yöne hikmet pınarları fışkırır. Duyulan, görülen, tadılan, koklanan, dokunulan ve idrak edilen her şeyden hikmet hasıl olur. Bu makamda her şey Allah’tan olur, Allah’a olur ve Allah için olur.
Beden unsurları i’tidal bulmayan nefsi mutmainne için rezil sıfatlara dönmek mümkün olsa da beden unsurları i’tidal bulanlar için bu, söz konusu değildir.
“Açın gözünüzü!.. Allah Veli’lerine korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar… Onlar ki îman etmişler ve takvaya ermişlerdir… Dünya hayatında da Ahirette de buşra (müjde) vardır onlara… Allah Kelimeleri için asla tebdil (değişme) yoktur…İşte bu aziym kurtuluştur.” (Yunus Suresi: 62-64)
[Bazı kısımları haricinde bu yazı, Müceddidi Elf-i Sani (hicrî ikinci bin yılın müceddidi) İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektubat isimli eseri ve diğer risaleleri ile onları esas alan bazı kaynaklardan derlemedir…]
SEYR-U SÛLÜK
Ey ma’rifetullaha tâlib olan! ALLAH cümlemizi buna muvaffak kılsın!
Bilesin ki, Sâdât-ı Nakşibendiye hazerâtının i’tikâdı ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdıdır. Tarîklarının esası şeriat-ı mutahharanın ahkâmını muhafaza etmektir. Bu yoldaki seyyidlerimizden müceddid-i elf-i sânî olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, şeriat ahkâmına riâyet husûsunda buyurmuştur ki: “Bilesin, âdâbdan velevki bir edebi muhâfaza, mekruhlardan velev ki tenzihi olsun bir mekruhu terketmek, zikirden, tefekkürden, murâkabe ve teveccühten çok daha efdaldir.”
Evet bütün bu zikir, fikir, murâkabe ve teveccüh; şeriat-ı mutahharanın ahkâmına riâyetle beraber bir kimsede toplanırsa nurun-alâ nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Ama bu da insanın yaratılış gayesi olan ibâdet ve ubûdiyyete ihlâsla devam etmeksizin asla hâsıl olmaz.
İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması asıl maksatlardan olmayıp, ubûdiyyet makamına vasıl olmak için bir vesiledir. Bunun için insan mâsivâ ile alâkasını kesmedikçe ALLAH’a hakikaten kul oldum diyemez.
Bu yolda aşk ve mahabbet, kulun mâsivâdan alâkasını kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubûdiyyet, velâyet mertebelerinin en yükseğidir. Ve velâyet dereceleri içinde ubûdiyyet / kulluk makamından yüksek bir makam yoktur.
Bu makâmdan düşmemenin tek şartı da ibâdete ihlâsla devam etmektir.
İbâdet insana her an kendini ALLAH’ın huzurunda bilme şuurunu kazandırır. Bu sebeple kulun, tam istifade edebilmesi için ibâdet ânında ALLAH’tan gayriyle alâkayı kesmesi ve ALLAH’ın huzurunda olmanın haşyetini duyması lâzımdır. Bu büyük saâdet de, ancak ALLAH’ın lütfu ile kulun kalbinde ibâdet şevki olmasıyle kazanılır. Bunu kazanmak için en sağlam yol da, o aşka sahip bir şeyh-i kâmilin sohbetine (ve terbiyesine) devâm etmektir.
Şeyh Ebu Ali ed-Dekkak ‘kuddise sirruh’ demiştir ki: “Kendi başına biten ağacın meyvesi olmaz; olsa da tatsız olur. Sünnetullah her şeyi bir sebebe bağlamak üzere câridir. Nasıl ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir Mürşid- i Kâmil’in terbiyesine girmeden yeni bir âleme doğuşta bir çok özürler, sürçmeler ve yıkılmalar olabilir.”
Er-Risâletü’l-Mekkiyye adlı eserde, “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” denmiştir.
El-hadîkatü’n-Nediyye kitâbında mezkûrdur ki: “Kalb-i selîme ve huzur-u ilâhide olmanın haşyetine sahip olmayan herkese, fıkh-ı bâtını, bu yolda insanı kurtuluşa ve helâke götüren şeyleri, seyr-u sülûkün âdâbını ve muâmelâtı öğrenmek farzdır, farz-ı ayındır.”
Gerçi cezbe-i ilâhî ve ilm-i ledünnî ve fıtrat-ı kudsiyye ile de kalb-i selîme sâhib olanlar vardır. Ama bunlar çok nadirdir. Dînin hükümleri ise istisnalara göre değil bütün insanların durumlarına göre konulmuştur.
İlm-i zâhiri tahsil etmek, insanı ilm-i batını tahsil etmekten müstağni kılmaz. Evvelki ve sonrakilerden birçok büyük ulemâ ilm-i zâhirden sonra ilm-i bâtını terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmışlar ve bu yolun salikleri olmuşlardır.
Bütün bu büyük âlimler, zahiri ilimleriyle meşgul olup onları tahsil ettikten sonra bâtınî ilimleri, ehillerinden, sohbet, hizmet, seyr-u sülük, hüsn-i i’tikâd, ihlâs, rezâili terk ve fezâille zînetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayr-ı küllîye nâil oldular.
Rivâyet olunur ki, bir âlim şöyle anlatır: Nâsiyelerinde hayır âşikare görülen bir cemâat içinde İmam-ı Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı bir elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: “Ey İmam! Bağdat medresesinde ders vermen bundan iyi değil miydi?”
Şeriat ve tarikat ilimlerinde bir âlim-i mütabahhir bulunan imam arif-i billâh Abdülvehhab Şa’rânî “Meşâriku’l-Envâri’l-Kudsiyye” kitabında der ki:
“Ehl-i tarik, insanı ALLAH’ın huzuruna kalb huzuru ile çıkmaktan men eden kötü sıfatlardan temizlenmeye irşad edecek bir mürşid-i kâmile intisâb etmenin mutlaka zarurî olduğunda icmâ’ ve ittifâk etmişlerdir.
Fakat mürşidinin âlim, ârif, kâmil ve mükemmil bir mürşid olması lâzımdır. Huzurlu namaz kılmayı insana bu mürşid öğretecektir. Zira namazın kemâli de tamamı da bu huzura bağlıdır.
Emrâz-ı bâtıniyyenin ilâcı dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, hassaden düşmanlıktan, ikiyüzlülükten ve bunlar gibi kötü hasletlerden temizlenmektir.
Bunların hepsi de Hazret-i Peygamber Efendimizin hâdis-i şeriflerinde bir bir beyan edilmiş ve azaplarının ağır olduğu haber verilmiştir. Bu kötü hasletlerden terbiyesi ile kendisini kurtaracak bir müşid-i kâmili olmayanlar, ALLAH’ı ve Resûlünü saymamış, âsi olmuş olduklarını bilmelidirler. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeyen insan, bu mezmum hasletlerden kurtulamaz, ilim vâdisinde yüzlerce kitabı ezberlese bile…
Bu kimse, tıp mevzuunda bir kitap ezberleyip de hangi ilacı hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edeceğini bilmeyen kimse gibidir. Onun bu kitabı okuttuğunu duyan ve işin hakikatini bilmeyen herkes: “O ne büyük bir tabip imiş” derler. Fakat bir hasta ona halini arz edip hastalığın adını ve devâsını sorsa, işte o zaman: “Bu cahil biridir, tabiplikten haberi yok” der.
Bunun için ey mü’min kardeşim!
Bu tavsiyeyi tut ve bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış!
Sakın ola ki Kur’an’ın ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sofiyenin yoludur demiyesin! Çünkü Kur’an’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyyeyi yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’an’ın emirlerine ve Resûlullah’ın sünnetlerine göre tanzim etmektir.”
Abdülvehhab eş-Şa’rânî yine bu kitabında: “Resûlullah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ adına, amel etmediğimiz ilimle mağrur olmamak ve kendimizi aldatmamak üzere bizden söz alındı. Bu gün insanların pek çoğu ise amelsiz ilimle mağrur olmakta, kendilerini aldatmaktadır. Halbuki önceki sâlih zatlar böyle değildi.
Bu ahde sâdık kalmak isteyenin bu yola sülük etmesi lâzımdır. Bu yolculuğunda menzil-i maksuduna tehlikesiz ulaşabilmek için bir mürşid-i kâmile muhakkak ihtiyacı vardır. Ki mürşidi onu ALLAH’ın izni ve tevfîki ile murâkabe derecelerine ulaştıracak, terbiyesi ile ilâhî haşyetini kalbinde duyuracaktır. İlmiyle âmil olan âlimler böyle yapmışlar, böyle söylemişlerdir.
Şeyhülislâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: “Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.”
Aliyyu’l-Havvâs şöyle der: “İlim talibi, bir şeyh-i kâmile bağlanmadıkça kemâle eremez. Zira ilmi onu mağrur eder ve bu mağruriyeti onun gözüne çok hakikatleri perdeler ve göstermez. Mürşid-i kâmil ise ona, nefsinin tuzaklarından kurtaracak yolu gösterir.
Ehl-i tarikle beraber olmayan bir kimse, her işini birbirine karıştıracak, ilimsiz amel davasında bulunacak, aslını bilmeden yaptığı yanlış ameli doğru yapıyorum diye iddiaya kalkışacak, kendisine “ibadetin az” diyene karşı nefsi kabaracak, kendisini ikaz edeni bir sürü hatalarla ithâma kalkışacak ve bir sürü delil öne sürecektir. Bu sözümde şüphesi olan varsa tecrübe edebilir.”
Ey kardeşim!
Bir şeyh-i kâmilin terbiyesi altında yola koyul, ona hizmet et! Cefâsına ve göreceğin ezalara katlan. Olmaz gibi görünen işlerine sabret!
Bu senin için büyük bir dönüştür! Fakat bu yolculukta dünyevî işler mazeret gösterilirse menzil-i maksuda ulaşılmaz.