Tasavvufun gayesi, itikat ve amel hususunda şer’i şerifin dışında başka ve yeni şeyler elde etmek değildir. Zira böyle bir durum insanın ayağının kaymasına yol açan uzun emellerden sayılır. Bilakis bundan maksat, itikadi konularda şüphecilerin bulandırmasıyla sarsılmayacak ve ortaya atılan şüphelerle boşa çıkmayacak bir yakîn ve itminan (gönül huzuru) elde etmektir. Delil ile kuvvetlendirilen imân böyle sağlam olamaz. (Çünkü şüphe hasıl edecek sebeplerin sonu gelmez.)
Dini bilgileri, delil ile ispat ederek inandırmak, kolay değildir. Yakîni, vicdâni bir imân elde etmek için, kalbi hastalıktan kurtarmak icap eder. Nitekim safra hastasına, şekerin tatlı olduğunu delillerle ispatlamak için uğraşmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak en doğru olanıdır. Şekerin tatlı olduğu, ne kadar ispat edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü şeker ağzına acı gelmekte, vicdânen acı olduğunu hissetmektedir.
Konumuzda da hüküm bu minval üzeredir: Nefs-i emmâre, bizzat, şer’i hükümleri inkâr etmekte; tabiatı ile o hükümlere karşı/zıt olduğunu ispat etmektedir. (Şer’i ölçülere uymak, nefse zor ve acı gelmesinin esas sebebi de budur. Bu hastalık tedavi edilmezse, zamanla, yaratılış itibari ile temiz olan kalbi de istila eder.) Nefs-i emmare bu hal üzerinde iken, aksini ispatta ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, deliller getirilsin, onu yakinen inandırmak çok güçtür.
Bu afet ve hastalıklarla birlikte bulunan iman görünüştedir, zahirdedir. İçerde ise nefs-i emmare, o imânın tersini istemekte; küfründe inat ve ısrar etmektedir. Böyle iman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îmân etmesi gibidir. Her ne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmektedir. Ancak safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîki imân hâsıl olur.
İmânın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra hâsıl olur.
İşte bu sebeple, nefsin temizlenmesi zaruridir.
Seyr-ü sülûktan yani tasavvuftan maksat da nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. Yani nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır.
“Onu tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur. Onu (günahlara) gömüp gizleyen ise
gerçekten hüsrana uğramıştır.” Şems Sûresi: 9-10
***
Bilmek gerekir ki, Allah-u Teâlâ kullarına güçleri miktarınca sorumluluk yüklemiş; bünyeleri zayıf olduğu için de yüklerini daha da hafifletmiştir.
ALLAH sizden hafifletmek diliyor; çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Nisa Sûresi: 27-28
Allah-u Teâlâ rauf ve rahim olduğu halde nasıl böyle olmasın ki? Kula gücünün üstünde bir şey yüklememek, merhamet ve şefkatle muamele etmesindendir. Cenab-ı Hakk hiçbir zaman kullarına kocaman bir kaya parçasını kaldırmalarını emretmemiş; bunun yerine kıyam, kıraat, rükû ve secdeden oluşan namazı emir buyurmuştur. Emrettiği ibadetlerin hepsi de son derece kolaydır.
Oruç ta son derece kolaydır. Zekat ta aynı şekilde… Zira kırkta biri taktir etti; tamamını veya yarısını emretmedi ki kullara ağır gelmesin. Merhametinin kemâlinden, aslî haliyle yerine getiremedikleri bir takım emirlerin yerini tutacak halefini yeterli buldu. Mesela abdest alma imkânı olmayanlar için teyemmümü; namazda ayakta duramayanlar için, oturarak kılmayı; oturamayanlar için, yatarak kılmayı; rükü’ ve secde yapamayanlara, îmâ ile kılmayı halef kılmış, daha nice kolaylıklarla hafifletmeyi murâd etmiştir.
Şer’i hükümlere insaf ve ibret nazarıyla bakanlar, buna benzer birçok kolaylıkla karşılaşır; tekliflerin son derece kolay ve kolaylaştırılmış olduğunu müşahede ederler.
Tekliflerin kolay olduğunu gösteren bir başka delil de, avam insanların emredilen bu tekliflerin daha da arttırılmasını temenni etmeleridir. Bunların bazısı farz olan namaz ve oruca ilave olarak namaz kılıp oruç tutmak isterken bazısı da daha fazla tasadduk etmek ister… Bu istek ve temenni, dini emirlerin hafifliğinden kaynaklanmaktadır.
Bunun aksine bazılarının dini vazifeleri kolay bulmaması, emir ve nehiyleri yerine getirmekte zorlanması, kendisini, Allah-u Teâlâ’ya düşmanlığa adayan nefs-i emmarenin heva ve hevesinin tabii neticelerinden ve zulmanî karanlıklar içerisinde bulunmasındandır.
Nasıl ki dini vazifelerin edasını zorlaştıran zahiri hastalıklar varsa, bunlar da şer’i ölçülere uymayı zorlaştıran batîni hastalıklardandır.
İşte, şer’i hükümlerden gaye, nefs-i emarenin merasimlerini iptal etmek ve onun heva ve hevesini yok etmektir.
Nefsin heva ve hevesi ile şer’i hükümlere tabi olmak birbirine zıt olan iki tarafın gerçekleridir. Dini emirlerin karşısında zorlanmak, (gizli veya açık) nefsani arzuların güçlü olduğu ve onların peşinde sürüklendiğinin bir delilidir. Kişinin heva ve hevesi dini vazifeler karşısında yaşanan zorluğun miktarıyla ölçülür. Heva ve heves tamamen yok olursa zorluk da ortadan kalkar.
Tasavvufun ikinci gâyesi de budur; ibâdetlerde kolaylık ve huzur hâsıl olması; nefs-i emmâreden doğan sıkılma, tembellik, zorluk ve inadın giderilmesidir.
***
Sûfilerin yoluna girmeye bağlı olan diğer bir husus da, ilim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsın hakikat ve kemâlâtının tedarikidir.
Şurası bir gerçek ki, genel olarak bütün Müslümanlar, gayret etmeleri durumunda kısmen de olsa bazı amellerinde ihlâslı olabilirler. Ancak burada söz konusu ettiğimiz ihlâs; tüm söz ve davranışlarda, hareket ve sekenatta çaba sarf etmeden kendiliğinden hasıl olan ihlâstır. Çalışıp çabalamakla ve kendini zorlayarak gerçekleşen ihlâs sürekli değildir. İhlâsın sürekli olabilmesi için zorlanmanın ortadan kalkması, kendiliğinden hasıl olması gerekir.
ALLAH’ın veli kulları, her yaptıklarını ALLAH rızası için yaparlar, nefsani arzuları için değil. Zira onların nefsleri Hakk Teâlâ’ya fedâ/kurban olmuştur. Bu sebeple ihlâsı sağlayabilmek için niyetlerini düzeltmeye ihtiyaçları yoktur.
Mesela nefsine esir ve ona uyan bir kişi, ister niyet etsin ister etmesin, her yaptığını nefsi için (çıkarı, kârı için) yaptığı gibi; nefsine esir olmaktan ve ona uymaktan kurtulup Hakk Teâlâ’nın sevgi ve rızasına bağlanan kişi de, artık yaptığı her işi ALLAH rızası için yapar, ister böyle niyet etsin ister etmesin.
Sürekli ihlâs sahibi olan muhlas’lardandır; sürekli ihlâs kazanma derdinde olan ise muhlis’lerdendir. Aralarında ne kadar da fark vardır…
(İşte bütün bunlar tasavvufun asıl gayesidir ve bütün bunlara kavuşmak, sûfilerin yoluna girmeye ve o yolda ilerlemeye bağlıdır.)
***
(Yoksa) Tasavvuf yoluna girmekten gaye, gayb âlemine ait bir takım suret ve şekilleri müşahede etmek, nasıl olduğu bilinmeyen bir kısım nurları, renkleri ve kıymetli rüyaları görmek değildir ve olmamalıdır. Zira bütün bunlar oyun ve boş işler sınıfına dâhildir. Görünen âlemdeki nurların ve suretlerin ne kusuru var ki, bir kişi bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için, birçok sıkıntılara katlansın. Çünkü bu sûretler ve nurlarla o sûretler ve nurların hepsi, Hakk Teâlâ’nın yarattığı şeylerdir ki O’nun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu göstermektedirler.
Bu madde âleminde bulunan güneş ve ay ışıkları, âlem-i misâldeki nûrlardan, renklerden kat kat dahâ üstündür. Fakat bunlar her zaman ve herkes tarafından görüldüğü için kıymet verilmiyor, herkesin bilmediği, görmediği nûrlar aranıyor.
Kapı önünde devamlı akan su için kıymet yoktur, Kevser suyu olsa da!
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr ‘Kuddise Sirruhu’ buyurdu ki: Bütün haller ve vecdler bize verilse de, hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadıyla süslenmiş ve bezenmiş olmasa, o halleri ziyandan başka bir şey kabul etmeyiz. Şayet bizde hata ve kusurlar toplansa, fakat hakikatimiz ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere istikametli olsa, o hatalarda bir beis görmeyiz.
***
Tasavvuf yolları arasında en lüzumlu ve en uygun olanı ise sünnet-i seniyyeye ittiba eden ve karanlık bid’atlerden sakınan büyüklerimizin yoludur.
Bu yüksek yola girmek ve ilerlemek, yol gösteren mürşide muhabbet bağıyla mümkün olur. O ki, seyr-i muradi ile (kuvvetli cezbe ile çekilerek) bu yoldan geçirilmiş ve o kemâlâta kavuşturulmuştur. Onun bakışları, kalb hastalıklarına şifâdır. Onun teveccühü ve sevgisine kavuşmak, manevî hastalıkları giderir. Böyle kemâl sâhibi bir zât, zamanının imâmıdır. Asrının halîfesidir.
Bu yolda yetişmek ve başkalarını yetiştirmek ise -uzaktan da olsa- aks (yansıma) yolu ile olur. Mürid, mürşidine olan muhabbet bağı ile her dem onun rengiyle renklenir; yansıma yoluyla da onun nurlarıyla nurlanır. Bu durumda faydalandırma ve faydalanma hususundaki halleri bilmeye de gerek kalmaz. Görmez misin karpuz, her dem güneşin ışığıyla yetişir ve olgunlaşır. Ne karpuzun geliştiğini bilmesi ve ne de güneşin, karpuzun olgunlaşmasında vesile olduğunu bilmesi gerekir.
Evet, kendi arzusuyla sülük etmek ve başkasının süluk yollarından geçmesini sağlayabilmek için (hallerle ilgili) ilim lâzımdır fakat bu, diğer yollara mahsustur. Ashab-ı kiramın yolundan ibaret olan bizim yolumuzda bu, zorunlu değildir. Bu yolun öncüsü olan mürşidin, derin ilim ve marifet sâhibi olması yeterlidir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolda, diriler ve ölüler, büyükler ve çocuklar, gençler ve ihtiyarlar, kavuşmakta eşittirler. Çünkü onlar maksatların nihayetine ya muhabbet rabıtası (bağı) ya da devlet sahibi mürşidin teveccüh vesilesi ile kavuşurlar.
“İşte bu Allah’ın fazlıdır, onu dilediğine verir… Allah ZülFadlil Azıym’dir.” Cuma Sûresi: 4