VELî ve BELÂ
Soru: “İnsanlar arasında belaların en şiddetlisine uğrayanlar enbiyadır; sonra evliya, sonra bunlara en fazla benzeyenler ve onlara en fazla benzeyenlerdir.” hadis-i şerifinde ifade buyrulduğu üzere, dünyada en fazla belâ ve musibetlere nebi ve velilerin maruz kalmasının hikmeti nedir?
«Size isabet eden/başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazancıdır.» (42/30) âyet-i kerimesinden de, her kimin seyyiatı çok ise musibete düşmesi de çok olur, anlaşılmaktadır.
Bu durumda, en şiddetli belâ ve musibetlerin enbiya ve evliyanın dışında bulunan kimselere gelmesi gerekmez mi?
Bundan başka o büyükler (nebi ve velîler), asaleten (Peygamberler) ve onlara tabi olarak (veliler), Sübhan Hakkın mahbubudurlar; o Yüce Zat’a yakın olanların en seçkinleridirler. Bu durumda, mahbub/sevilen zatlara, yakınlık bulanların haslarına belâ ve mihnetlerin verilmesinin hikmeti nedir?
Düşmanlar, rahat ve nimet içinde iken, dostların belâ ve elim azab içinde kalmaları ne sebepledir?
El-Cevap:
Dünya, nimetlenmek ve lezzet almak için değildir. Nimetlenmek ve lezzet almak için olan ahirettir.
Dünya ile âhiret arasında böyle bir zıddiyet olduğundan, birini hoşnut etmek, diğerinin dargınlığına sebep olur. Böyle olması da zarurîdir.
Bir kimsenin dünyada lezzet alması ve nimete dalması ne kadar çok ise âhirette eleme dalıp nedamet duyması dahi o kadar çok olur. Aynı şekilde bir kimsenin dünyada iken, iptilâya ve mihnete uğraması çok ise âhirette onun nimetlere ve lezzetlere dalıp mesrur olarak haz duyması daha ziyade ve daha çok olur.
Keşke, dünya hayatı âhirete nisbetle okyanusun yanında damla kadar bir hükmü olsaydı. Namütenahiye nisbetle mütenahinin (sonsuza nisbetle sonu olanın) ne gibi bir değeri olabilir?
Hiç şüphe edilmeye ki: Keremin iktizasına lâyık olan; dostlarını, bu dünya hayatının sayılı günlerinde mihnet ve sıkıntılara maruz bırakıp ebedî nimetlere kavuşturmasıdır. Mekr ve istidrac gereğince münasip olan ise düşmanları dünyevi lezzetlerle hazlandırsın da âhiretin şiddetli ıstırapları ile baş başa kalsınlar.
Eğer denilirse ki, dünyada mahrum olan fakir bir kâfir âhirette de mahrum kaldı!
Deriz ki: Kâfir, Sübhan ALLAH’ın düşmanı olması sebebi ile daimî azaba müstahaktır. Dünyada iken, ondan azabın kalkmış olması, o iç hali ve dış durumu ile yaşıyor ve hayatını devam ettiriyor olması kendisi için ihsanın, lezzet ve nimetin ta kendisidir. Bu mana icabı olarak şöyle denmiştir: Dünya kâfirin cennetidir.
Bu babda son söz şu ki: Bazı kâfirlerden dünyada iken azap kalkmakta ve bazıları da bir kısım nimetlere/lezzetlere nail olmaktadır. Bazılarından ise azap kalkar ama nimetlerden/lezzetlerden yana bir şey verilmez. Kendisine fırsat ve mühlet verilmesi ile yetinilir. Bütün bunlar, hikmet ve maslahata göredir.
Bir başka soru da şöyle sorulabilir:
ALLAH-u Teâlâ Kadir’dir; evliyasını, dünya ve âhiret nimetleri ile lezzetlendirmeye muktedirdir. Hem de birinde lezzetlendirmesi, diğerinde elemlendirmesini gerektirmeden…
Bunun cevabı bir kaç yönlüdür.
Birincisi: Eğer onlar, dünyada az günlerin belalarını ve kısacık vakitlerin mihnetlerini tatmamış olsalardı; ebedî nimetlerin ve lezzetlerin kıymetini lâyık olduğu üzere bilemezler, daimî olacak sıhhat ve afiyetin değerini de anlayamazlardı.
Evet, karnı acıkmayan bir kimsenin yemeğin lezzetinin tadına varamadığı gibi, iptilâya uğramamış kimse de ondan kurtulup feraha çıkmanın değerini bilemez; hissedemez.
Onların, geçici elemlenmelerinden maksat, daimî telezzüzün kemalini tahsil etmeleridir.
Bu büyükler hakkında Cemal, Celâl suretinde zuhura gelmiştir. Bu da avamın imtihanı içindir.
Bu manada bir âyet-i kerime meali:
«Onunla çoklarını dalâlete düşürdüğü gibi; çoklarını da hidayete erdirir.» (2/26)
İkincisi: Belalar ve mihnetler avam arasında elem sebepleri sayılsa da, mutlak Cemil Zat’tan geldiği için, bu büyük zatlar katında lezzet ve nimet sebebi sayılır. Onlar, belâlardan aldıkları lezzeti, nimetlerden alamazlar. Hattâ, onların belâlardan aldıkları haz daha çoktur; çünkü onlar (bela ve musibetler), sırf Mahbub Zat’ın muradıdır. Böyle bir hususiyet, nimetlerde yoktur. Zira, nefis de bunları isteyip belâlardan kaçar. Bu mana icabıdır ki; o büyükler katında belâ, nimetten daha faziletli olmaktadır. Dolayısı ile belâ ile olan lezzetlenmeleri, nimetle olan lezzetlenmelerinden daha çoktur.
Dünyadaki hazları da, belâlar ve musibetlerdir.
Dünyada bu kadar tuzluluk olmasaydı; onların katında bir arpa kadar değer bulmazdı. Bundaki halâvet/tatlılık dahi olmasaydı; onların nazarında (dünya) abes kalırdı..
Bir şiir:
Aşkından muradım elem çekmemdir;
Yoksa nimet sebepleri pek çoktur…
***
ALLAH-u Teâlâ’nın evliyası, dünyada lezzetlenirler; âhirette ise haz alır, mesrur olurlar. Dünyadaki lezzetleri, âhiretteki hazza münafi/engel değildir. Âhiret hazzına münafi olan lezzet bir başka olup avama hâsıl olanlardandır.
İlâhi! Evliyana has kıldığın bu şey ne acaiptir ki; başkalarına elem olan bunlara lezzet olmakta; başkalarına zahmet ve sıkıntı olan da, bunlara rahmet ve nimet olmaktadır.
İnsanlar sürurla neşeli, kederde üzüntülü iken; bu büyükler; hem sürurda ve hem de, kederde ferahyab olmaktadırlar.
Zira onların nazarı, güzel ve çirkin fiillerin hususiyetlerinden çevrilmiş; Mutlak Cemil olan o fiillerin Failine has kılınmıştır. bu sebeple fiiller, fail olan Zatın sevgisi ile sevimli olmuş; lezzetlenmeyi ortaya çıkarmıştır.
Âlemde Yüce Sultan Cemil Zat’ın muradı ile her ne sudur eder/zahir olur ise; isterse kendilerinin zararına ve elemine olsun -bu aynen kendilerinin de muradıdır; hem de mahbub/sevilen olarak- lezzet almalarına da bir sebeptir.
İlâhi, ne fazilet ve keramettir ki; evliyana böyle gizli devlet ve hoş nimeti verdin! Hem de onları ağyar/yabancı nazarından saklayıp muradına ram ettin. Daima naz ve lezzet içindedirler. Elemi ve keraheti onlardan kaldırıp başkalarının gözü önüne koydun. Başkalarına göre ar ve fezahat/düşüklük, bu taife-i aliyyenin cemali ve kemali oldu. Onların muradını, muradlarının hasıl olmamasında sakladın. Başkalarının aksine, onların bu peşin lezzetlenmeleri/sürurlarını da, uhrevî hazlarının ziyadelenmesine sebeb eyledin.
Bir âyet-i kerime meali:
«Bu, ALLAH’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve, ALLAH büyük fazlın sahibidir.» (62/4)
Üçüncüsü: Bu dünya imtihan yeridir. Hak batıla karışıktır; hak ile batıl bir yere kadar iç içedir. Şayet belâ ve sıkıntılar evliyaya değil de düşmanlara verilmiş olsa idi, (özde olanlar gizli kalır ve imtihandaki hikmet yerine gelmez) dostlar düşmanlardan ayırt edilemezdi. Hem imtihanın ve hem de iradenin hikmeti iptal olurdu. Böyle bir şey dahi, dünya ve âhiret saadetinin sebebi olan gaybe imana (ve gaybe imanla imtihana) aykırıdır.
Bu manalar üzerine şu âyet-i kerimeler en adil şahittir:
«Onlar ki, gaybe iman etmektedirler.» (2/3)
«Bu, ALLAH’ın, Kendi(dini)ne ve Resulüne, gıyaben (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini belli etmesi; açığa çıkarması içindir.» (57/25)
Sübhan ALLAH, evliyasını, dışardan belâ ve mihnet gibi görünen sıkıntılara müptela kılarak düşmanların gözüne toprak serpmiş ve bununla imtihan sırrını/hikmetini tamamlamıştır.
Onun evliyası belâ içinde mütelezziz bulunalar; düşmanların gözleri ise bu iptilânın manasını anlamaktan yana hüsranda kalanlardan olalar.
Enbiyanın küffar ile muamelesine gelince, üstünlük bazen bu tarafta, bazen da öbür tarafta olur.
Bedir gazasında, yardım Müslümanlar tarafında idi. Uhud gazasında ise galebe küffar tarafında oldu.
Bu manada, Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
«Eğer size bir yara değmiş bulunuyorsa, o kavme de yara değmiştir. O günleri BiZ, dönüştürür dururuz. Ta ki: ALLAH, iman edenleri belli edip ayırması ve içinizden şahitler (veya şehitler) eylemesi içindir. ALLAH zalimleri sevmez. Bunda ayrıca, ALLAH’ın müminleri temize çıkarması, kâfirleri dahi helak etmesi vardır.» (3/140-141)
Dördüncüsü: Sübhan Hakk, her ne kadar her şeye kadir ve evliyasına da dünya ve ahiret nimetlerini ikram etmeye muktedir ise de; ne var ki bu mana, o Yüce Sübhan’ın hikmetine ve âdetine münafidir; aykırıdır. O ister ki: Kudretini hikmeti ve âdeti altında gizlesin. İlletleri ve sebepleri dahi, mukaddes Zatına nikab/peçe eylesin.
Dünya ile âhiret arasında bulunan zıtlık hükmüne göre, evliyaya dünya mihnetleri ve beliyyeleri/belâları mutlaka lâzımdır. Ta ki, kendilerine âhiret nimetleri rahat ve hazmı hoş/kolay olsun.
Suâlin aslına cevap verirken de, bu manaya bir işaret geçmiştir.
Biz, yine esas sözümüze dönelim. Suâlin aslına göre, cevabın tamamını vermeye çalışalım..
Deriz ki:
Elemin, belânın ve musibetin sebebi, her ne kadar günah ve seyyie ise de; lâkin, beliyyeler hakikatta seyyiata keffaret olmak, musibetler de günah ve hata zulmetlerini gidermektedir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, evliyanın mihnetlere ve beliyyelere ziyade uğramasındaki kerem; onların seyyielerine keffaret olması, günah ve hata zulmetlerini gidermesidir.
Bu durumda, evliyanın seyyielerini ve günahlarını da, düşmanların seyyieleri ve günahları gibi tasavvur etmek yerinde olmaz.
Her halde, şu manayı işitmiş olacaksınız:
«Ebrarın haseneleri, mukarrebinin seyyieleridir.»
Eğer onlardan bir günah ve isyan sudur eder ise, başkalarının günahı ve isyanı gibi değildir. Böyle bir şeyin onlardan ortaya çıkması, sehiv ve unutmak sonucudur. Ciddi manada azmedip tuğyan olarak yapılmaktan uzaktır.
Bu manada Allah-u Teâlâ, şöyle buyurdu:
«And olsun, biz bundan evvel Âdem’e vahiy (ve emr) etmiş bulunuyoruz; fakat unuttu. Kendisinde bir kasd bulmadık..» (20/ 115)
Bu manada; elemlerin, musibetlerin ve beliyyelerin çokluğu, seyyielerin çokça keffaretine delâlet eder; çokça işlenmiş olmasına değil…
Evliyanın pek çoğuna belâ verilir; ta ki: Seyyieleri kendilerinden gitsin; Yüce Rab’lerine pak ve temiz olarak varsınlar. Âhiret mihnetlerinden dahi, masun ve mahfuz bulunsunlar…
Şöyle anlatıldı:
Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin hal-i intizarında (vefat anında), bir sıkıntı ve ıstırap zuhur etmiş. Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimize olan tam şefkatinden ve ona bağlılığından Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin dahi onun için: «Fatıma benden bir parçadır.» emrindeki mananın da bir icabı olarak, Hazret-i Fatıma üzüldü ve sıkılmaya başladı. Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz, onun bu sıkıntısını ve ıstırabını görünce onu teselli için şöyle buyurdu: «Babanda bulunan mihnet sadece budur; bundan sonra sıkıntı yoktur.»
O ne büyük devlettir ki; pek şiddetli ve pek kalıcı azab kısa günlerin mihneti ile kalkar ise… Bu muameleyi de ancak evliya kullar görür; başkaları değil. Zira, onlardan başkalarının günahları, tam manası ile burada keffarete uğrayamaz. Onların mücazatı, âhirete tehir edilir/ertelenir.
Üstte anlatılan mana icabı olarak; ALLAH’ın velî kulları, dünyaya ait belâ ve mihnetlerin çoğuna daha layıktırlar. Böyle bir devlete diğerleri müstahak değildir. Zira onların günahları çoktur; iltica ve tazarru ile, istiğfar ve inkisar ile meşguliyetleri de azdır. Onların nefisleri, masiyetleri/kötülükleri kazanmakta cesurdur. Günahları, ciddiyet ve azimle yapmaya çalışırlar. Azgınlıktan ve tuğyandan; yüce dergâha uzaklıktan hali kalmazlar. O kadar ki: ALLAH’ın âyetleri ile istihzaya varırlar. Halbuki, ceza cürüm miktarına göredir. Eğer cürüm hafif ise, onu yapan da, Allah-u Teâlâ’ya tazarru edip ilticaya koyulur ise, onun cürümleri dünyaya ait beliyyelerle keffarete uğraması kabildir/olabilir. Amma, cürüm ağır ise; o cürmü yapan da inad ve kibirli ise; o zaman, uhrevî cezaya daha müstahak olur. Zira oranın cezası, daha şiddetli ve daha devamlıdır.
Bir âyet-i kerime meali:
«ALLAH, onlara zulmetmedi; lâkin onlar kendilerine zulmeder oldular.» (16/33)
***
Yazmışsınız ki: İnsanlar -istihza ile- şöyle diyorlar: Sübhan Hakk, neden evliyasını mihnet ve belâ ile iptilâya uğratır da; onları lezzet ve nimet içinde daim kılmaz. Bu gibi dedikodularla, o büyük cemaatı hiçe çıkarmak isterler.
Evet!
Bu misillu cümleleri, Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz için de söylediler. Allah-u Teâlâ, onların bu sözlerini şöyle anlattı:
«Bu nasıl Resul? Yemek yiyor; çarşılarda dolaşıyor. Onunla beraber nezir olması/uyarması için, neden bir melek indirilmemiş? Yahut ona neden bir hazine bırakılmamış? Ayrıca onun yiyip içeceği bir bahçesi neden olmasın?
Ve o zalimler şöyle dedi: Siz, ancak büyülü birine ittiba etmektesiniz.» (25/7-8)
Bu gibi sözlerin medarı, âhireti inkâra, daimî olan azabı ve sevabı inkâra, dünyanın peşin nimet ve lezzetleri ile de böbürlenmeye dayanır.
O kimse ki: Âhirete iman eder ve daimî olan azab ve sevabı kabul eder; bu kısa günlerin mihneti asla onun gözüne gelmez. O kadar ki: Bu ebedî rahata sebep olacak muvakkat mihneti/sıkıntıyı, rahatın aynı görür.
İnsanların dedikodularını dinlemek yerinde olmaz.
Elem ve belâ, muhabbetin şahitleri arasında sayılır, isterse gözü kapalı olanlar, onu muhabbete münafi saysınlar. Ne yapabiliriz ki? Cahillerden yüz çevirip geçmekten başka çare yoktur. Hatta sözlerinden de…
Bir âyet-i kerime meali:
«Güzel bir sabr ile sabreyle..» (70/5)
Suâlin aslına göre, bir başka cevab da şöyledir:
Belâ, mahbubun kamçısıdır; seveni, mahbubdan/sevdiğinden başkasına iltifat etmekten engeller/alıkor. Bütün külliyeti/her şeyi ile o Mukaddes Zat’a müteveccih kılar.
Bu manadan ötürüdür ki, evliya eleme ve belâya müstahak olur. Şu manadan ki: Bu belâ, ondan başkasına olan iltifatları babında da keffaret olur.
Onlardan başkaları bu büyük devlete lâyık değildir. Nasıl böyle olmasın ki: Onlar, o Mukaddes Mahbub’un katına, tecrübe edilmeden götürülmezler.
Ezelî inayet kendisine yazılmış olan, Mahbub Zat tarafına çekilerek, dövülerek götürülür; böylece mahbubiyet için seçilmiş bir hal alır. Bir kimsenin ki geçmişinde böyle bir inayet yoktur, o kimse hali üzere terk edilir. Şayet ona ebedî saadet yetişir ise inabe yoluna sülük eder; fazl ve inayetle esas maksada ulaşır.
Aksi halde, hali üzere kalır.
***
ALLAH’ım,
beni bir an dahi olsa, nefsime bırakma!
Üstteki açıklamadan da anlaşılmış oldu ki: Belâ, müritlerden (kendi iradeleriyle seçenlerden) çok, murad (ALLAH tarafından seçilmiş) olanlarda vardır. Bu mana icabıdır ki, muradların ve mahbubların reisi olan Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimiz şöyle buyurdu: «Bana olan eziyet gibi, hiç bir nebiye eza olunmamıştır.»
Bu arada, belâ için, kılavuzluk yaptığı da açığa çıkmış olur. Şunun sebeple ki, o: Güzel kılavuzluğu/delâleti ile dostu dosta kavuşturur. Sevgilinin gayrına iltifat etmekten yana saf kılar.
Asıl şaşılacak mana şu ki: Evliyanın eline binlikler/binlerce altın geçse, onu belâ almak için harcarlar. Onlardan başkaları ise binlikleri vererek, belâların define çalışırlar.
Burada bir başka soru da şöyledir:
Evliyada, belâ ve elem isabeti zamanında, bazen ıstırap ve zorluk anlaşılır. Bunun tevili nedir?
Bunun için şu cevabı verebilirim:
Istırap surîdir/görünüştedir; beşer tabiatı gereğince, zaman zaman onlardan sudur eder/ortaya çıkar. Böyle bir şeyin kalmasında/olmasında, hikmetler ve faydalar vardır. Zira, o olmadan, nefisle cihad tasavvur edilemez. Sekerat-ı mevt halinde, Seyyid’ül – evvelin vel-âhirin Resulüllah Efendimizden sıkıntı ve ıstırabın zuhur etmesi, nefisle cihad bakiyesidir / nefisle cihaddan kalan kısmıdır. Şunun içindir ki: Hatem’ür-rüsul Resulüllah ‘sallallahu aleyhi ve sellem’ Efendimizin son nefesi, Allah-u Teâlâ’nın düşmanları ile cihad üzere ola… Allah-u Teâlâ, ona salât ve selâm eylesin!
Mücahede şiddeti, beşerî vasıfları kesip atar. Nefsi de tam bir boyun eğme ve teslimiyetin kemaline ulaştırır; itminanın hakikatine kavuşturur. Onu pak ve temiz yapar. Böylece belâ: Muhabbet pazarının kılavuzu olur. Bir kimsenin ki, muhabbeti yoktur; onun kılavuzla da işi yoktur; kılavuzluk edene ihtiyacı da olmaz. Hatta öyle bir şeyin onun yanında kadri ve kıymeti de olmaz.
Elemin ve belânın bir başka yüzü/özelliği daha vardır ki, sevgisinde sadık olan kimseyle sadık olmayan iddiacıyı ortaya çıkarır. O kimse ki, sevgisinde doğrudur; belâdan lezzet alır, haz duyar. O kimse ki, yalancı müddeidir; belâdan yana elem ve sıkıntı dışında bir nasibi olmaz.
Ne var ki bu ayırt etmeyi de ancak içinde sadakatten/doğruluktan nasibi olan, bundan yana az bir emare taşıyan anlar.
Sadık kimse, elemin hakikatini ve suretini de ayırt eder; beşeri sıfatların hakikati ile suretini de fark eder.
Velîyi ancak velî tanır, cümlesinde bu manaya işaret vardır.
İrşad yoluna hidayet eden, Sübhan ALLAH’tır.
Mektûbât-ı Rabbânî