Kerametler ve harikulade şeylerin zuhuru, velayet (veliliğin) şartlarından değildir. Nasıl ki âlimler, harikulade haller göstermekle mükellef değildirler; evliya dahi, harika hallerin zuhuru ile mükellef değildirler. Zira velayet, Yüce Sultan ALLAH’a yakınlıktan ibarettir; masivayı unuttuktan sonra, evliyasına onu ikram eder.
Bir şahıs vardır ki, bu yakınlık kendisine ihsan edilir fakat gayb işlere ve hadiselere muttali olma verilmez. Başka bir şahıs vardır ki, kendisine bu yakınlıkla birlikte gayb işlere ve olan hadiselere muttali olma dahi verilir. Üçüncü bir şahıs da vardır ki, bu yakınlıktan yana kendisine bir şey verilmezken gayb işlere muttali olma kendisine verilir. Bu son anlatılan üçüncü şahıs, istidraç ehlindendir. Nefsinin safası, kendisini gayb keşiflerine mübtela edip dalâlete düşürmüştür.
Meali şu olan âyet-i kerime de, onların haline alâmettir:
«Onlar, kendilerinin bir şey üzere olduklarını sanırlar; dikkat ediniz, onlar yalancılardır. Onları şeytan istilâ etmiş; ALLAH’ı zikretmeyi onlara unutturmuştur. İşte onlar şeytan fırkasıdır. Dikkat ediniz; şeytanın fırkası, hüsranda olanlardır.» (58/18-19)
Üstte anlatılan birinci ve ikinci şahıs, Allah’ın velî kullarından ve yakınlık devleti ile müşerref olanlardır ki gayblerin keşfi, onların velayetine bir şey artırmadığı gibi gaybleri keşfetmemek dahi, onların velayetinden bir şey eksiltmez. Aralarındaki farklılık, yakınlık dereceleri itibarına göredir. Çoğu kez, gaybî suretlerin keşfine sahib olmayan; o suretlerin keşfine sahib olandan daha faziletlidir. Hatta kıdem olarak ondan daha ileridir. Bu da, onun için yakınlık meziyetinin hâsıl olmasından ileri gelmektedir.
Üstte anlatılan manayı Avarif kitabı sahibi açık olarak anlattı. Bu zat, şeyhler şeyhi olup bütün taifelerin de makbulüdür. Üstte anlatılan manayı, benden tasdik etmeyen, o kitaba müracaat etsin. Zira o, harika halleri ve kerametleri zikrettikten sonra, bunları orada şöyle anlattı: “Bütün bunlar, ALLAH’ın hibeleridir. Bir kavme/bazı velilere, bu gibi haller verildiği halde onlardan daha faziletli olan diğer bir kavme/bazı velilere keşif ihsanlarından yana bir şey verilmez. Zira, onların tümü, yakînin takviyesi içindir. Bir kimseye katıksız yakin ihsan edildikten sonra, o keşif cinsi şeylere hacet kalmaz. Bütün bu kerametler, zikrin kalbe yerleşip cevherleşmesi ve zât zikrinin meydana gelmesinden daha aşağıdır.”
O zatın kelâmı, bu kadardır.
Şeyh’ül-İslâm lakabı ile anılan bu taifenin imamı Hace Abdullah Ansarî ise Menazil’üs-sairin adlı kitabında şöyle anlattı: “Feraset iki çeşittir; biri marifet ehlinin feraseti, diğeri de açlık ve riyazet ehlinin feraseti… Feraset ehlinin marifeti; Yüce Hakkın huzuruna lâyık olanla onun huzuruna yaramayanı ayır etmelerinde geçerlidir. Bir de, ALLAH’ın zikri ile meşgul olup hazret-i ceme vâsıl olanları bilmeye yarar. Açlık ve riyazet ehlinin feraseti ise, mahlukata mahsus ve gaybi olan bir kısım suret ve şekillerin keşfi ile gaybden verilen haberlere yarar.
Âlem halkının pek çoğu, Sübhan Allah’tan kesilmiş ve dünya ile meşgul olduğundan, onların kalbi suretlerin keşfine ve mahlukat hallerinden kendilerine gizli kalan şeylere meyillidirler. Bunun için de, bu feraset ehlini büyük bilip kendilerini ehlüllah ve O’nun has kulları bilmişlerdir. Dolayısı ile hakikat ehlinin keşfinden iraz edip/yüz çevirip kendilerini Allah-ü Teâlâ’dan verdikleri haberde itham etmişler/kabahatli görmüşlerdir. Bunun için de şöyle demişlerdir: Eğer bunlar, ehlüllah/Allah dostu olsalardı, bize gaybe bağlı hallerden ve diğer mahlukatın durumlarından haber verirlerdi. Mahlukatın hallerini keşfe güçleri yetmediğine göre bundan daha üstün hallerin keşfine nasıl güçleri yeter?
Böylece, bu fasit kıyasla, onların Yüce Vacib Zat’ın zat ve sıfatına taalluk eden ferasetlerini/keşiflerini yalanlarlar. Böylece, sahih haberler karşısında basiretleri kapanır. Amma, bilmezler ki: Allah-ü Teâlâ, onları mahlukatın mülâhazasından alıp kendi mukaddes zatına has kılmıştır. Kendilerini himaye edip sakındığından kendi masivası ile olmaktan onları korumuştur. Eğer onlar, mahlukatın hallerine girenlerden olsalardı; Sübhan Hakka yaramaz olurlardı.”
Bu zatın kelâmı dahi bu kadardır. Daha başka şeyler de söylemiştir.
Ben Hazret-i Şeyhimden (k.s.) duydum, Muhyiddin b. Arabi’nin şöyle yazdığını söyledi: “Kendisinden çokça kerametler zuhur eden bazı velî kullar vardır ki, bu kerametler ve harika haller kendisinden zuhur ettiği için pişman olur. Temenni yollu şöyle der: Keşke bu kerametler, benden zuhura gelmeseydi/keşke bunları göstermeseydik..”
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, fazilet, harika hallerin çokça olması itibarı ile olsaydı; bu şekilde bir pişmanlık söz konusu olmazdı.
Burada şöyle bir soru sorulabilir: Harika kerametlerin zuhuru, velayette şart olmadığına göre; velî olanı, velî olmayandan ayırt etmek nasıl olacak?. Hak ile batıl (haklı olanla haksız olan) nasıl açığa çıkacak?
Bunun için şu cevabı veririm: Ayırt etmek lâzım değildir; o kadar ki, haklı batıl olanla karışıktır. Zira bu dünya hayatında hakkın batıla karışık olması lâzımdır. Velînin velayetini (veli olduğunu) bilmek ise, asla lâzım değildir.
Velî kullardan bazıları vardır ki; kendi velayetlerine dahi muttali değillerdir; onların velayetine başkalarının vakıf olması nasıl lâzım olsun?.
Bir peygamberde harika hallerin bulunması mutlaka gereklidir. Ta ki, peygamber olan, peygamber olmayandan ayırt edile. Zira peygamberin nübüvvetini bilmek vaciptir. Velî ise Peygamberinin şeriatına davet ettiğine göre, peygamberinin mucizesi kendisine kâfidir. Eğer velî, şeriatın dışında bir şeye davet emiş olsaydı, elbet onun için harika bir şey gerekli olurdu. Amma onun daveti, peygamberinin şeriatına mahsus olduğundan, kendisine asla (harika haller) keramet lâzım değildir.
Âlimler, şeriatın zahirine davet eder; evliya ise, şeriatın hem zahirine, hem de batınına davet eder. Müridlere, öncelikle tevbe ve inabe (yönelme) yolunu gösterirler. Ve onları şer’i hükümleri yerine getirmeye teşvik ederler. İkinci olarak da, onları, Yüce Hakkın zikrine/zikir yoluna ulaştırırlar. Bütün vakitlerini ALLAH’ın zikri ile doldurmaları için, tekidle üzerinde dururlar; taa, zikir istilâ edip kalbde zikri edilen Zat’tan başkası kalmayıncaya kadar.. Ta kî: Tüm masivadan yana unutmak husule gele.. O kadar ki: Eşyayı hatırlama onlara teklif edilse, hiç hatırlayamazlar.
Yakine dayalı/kesin mana odur ki: Şeriatın zahirine ve batınına olan bu davet için harikulade hallere velînin asla ihtiyacı yoktur.
Şeyhlik ve müridlik üstte anlatılan davetten ibaret olup onun harika işlerle bir ilgisi yoktur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olmasına rağmen biz deriz ki: Anlayışlı bir mürid, istidadlı bir talip, sülük esnasında her an, Şeyhinin harika hallerini ve kerametlerini hisseder. Her zaman için, gaybe dayalı işlerde ondan yardım talebinde bulunur. Kendisinden yardım da görür. Bu gibi hallerin başkalarına gösterilmesi lâzım değilken, müridlere kerametler içinde kerametler vardır; harikalar içinde harikalar vardır.
Mürid, şeyhinin harika hallerini nasıl müşahede etmesin ki?.. Zira şeyh, ölü kalbleri diriltip müşahedeye ve mükâşefeye ulaştırdı.
Avam halk arasında, cesedi diriltmek, büyük bir iş iken, havas kullar arasında ise kalbi ve ruhî ihya/diriltmek, açık/büyük bir delildir.
Allah sırrının kudsiyetini artırsın; Risale-i Kudsiye’de Hace Muhammed Parisa şöyle yazdı: “Cesedi ihya, insanların pek çoğu katında muteber olunca, ehlüllah ondan iraz edip/yüz çevirip ruhî ihya ile meşgul oldular; ölü kalbi diriltmeye yöneldiler.
Gerçek olan şu ki: Kalbi ve ruhî ihyaya nisbetle cesedi ihya, yolda bırakılan bir şey gibidir; ona nazaran abesle iştigal cinsine dahildir. Zira, bu cesedi ihya, sayılı günlerin hayat sebebidir; amma öbürü, daimî hayata vesiledir.
Hatta biz şöyle deriz: “Hakikatta ehlüllahın varlığı, kerametlerden bir keramettir; onların varlığı dahi, Allah-ü Taâlâ’nın rahmetlerinden bir rahmet; ölü kalbleri diriltmesi ise, O’nun büyük âyetlerinden bir âyettir.
Bu taifeden haklıyı batıldan ayırt eden alâmet şudur: Bir şahsın şeriat üzerine istikameti var ise; onun meclisinde, kalb için Sübhan Hakka meyil ve teveccüh hâsıl olur ise; masivaya karşı da soğukluk meydana gelir ise, işbu şahıs, haklı bir şahıstır. Değişik derecelere göre de evliyadan sayılmak hakkıdır.
Üstte anlatılan mana, Hakk Sübhanehu ile münasebeti olanlar içindir; o kimse ki, münasebetsizdir; katıksız mutlak mahrumdur.
Bir şiir:
Bir kimsenin ki, hidayet meyli içinden gelmez;
Peygamberin yüzünü görmek dahi fayda etmez..
***
Hüdaya ittiba edip Mütabaat-ı Mustafa’ya iltizam edenlere selâm.. Ona ve âline üstün salâtlar ve selâmlar..
Mektubat-ı Rabbanî
*******
Kerametler iki kısımdır: Hissî (duyulup görülebilen) ve mânevî (duyulamayan, görülemeyen)… Avam tabakası ancak hissî olanı, gözle görülüp kulakla duyulabileni anlayabilir. Meselâ gönülden geçeni bilmek, kimsenin muttali’ olamadığı geçmiş hadiselerden haber vermek, şu anda başka bir yerde vuku bulmakta olan bir hâdiseyi, vâki’ olacak bir işi bilmek, su üstünde yürümek, ateşte yanmamak, tayy-i mekân yapmak, topluluklar içinde gözlerden gizlenmek, aynı anda birkaç yerde görünmek gibi…
Fakat manevî kerametlere gelince bunu ancak ALLAH’ın kullarından havâs tabakasında olan-lar bilebilirler. Avamdan olanlar bunları bilmez, farkına varmaz. Bunlar da şer’i şerifin beyân ettiği edeblere riâyet etmektir: Mekârim-i Ahlâk-ı incelikleriyle yaşamaya muvaffak kılınmak, bir sürü safsatalardan ictinâb etmek, Farz ibadetleri mutlaka vakitlerinde edâ etmeye azimli olmak ve bunda itina göstermek, hayırlı amellere koşmak, kalbinde insanlara karşı zerre kadar kin, kibir, hased taşımamak, kalbi bütün mezmum (yerilmiş, kötü) vasıflardan temizlemek, nefy-u isbât ve murakabelerle bir tek nefesini gafletle geçirmemeye dikkat ederek kalbini süslemek, kendi bâtınında ALLAH’ın hukukuna riayet etmek, kalbinde Rabb’ının âsârını aramak, her nefes alıp verdikçe onu murâkabe edip gaflet etmemek. Her nefes alıp verişinde onu muhafaza etmek, her an huzur halinde bulunmaktır. Bütün bunlar evliyâullahın mânevi kerametleridir. Bunlara ne bir mekir, ne bir istidrâc te’sir ede-mez. Çünkü bunların her birisi ALLAH’a ezelde verilen ahdin ifâsına sadakatle çalışmaktır: Ahd-e vefadır. Garazsız, ivazsız tertemiz niyetle ALLAH’a dönüştür. Hâlık’ın vücuda getirdiği her şeyde kazâya rızadır. Bu kerametlerde ne melaike-i mukarrebûn, ne de ALLAH’ın seçilmiş kulları bir tesirde bulunamazlar. Hissî kerametlere ise her zaman hile girebilir; mekirden salim kalacak denemez.
Böyle şeyleri, hakîkatına nüfuz edemediğimiz için keramet zannettiğimiz de olur. Halbuki kerâmet olabilmesi için istikâmet üzere bulunması lâzımdır. İstikâmet üzere değilse ona kerâmet denmez. Halbuki menevî kerametler bu gibi tehlikelerden sâlimdir.